Paris’te 11 rue de Belzunce 75011 ardesindeki Fotoğrafçılar evinde dün akşam açılışını yaptığım,”La Cappadoce de Mehmet OMUR” adlı Kapadokya sergime gelen, benim yüreklendiren tüm dostlarıma, UPP Profesyonel Fotoğrafçılar derneği başkanı Philippe Bachelier’e, Sergiler sorumlusu Michel Rager’e, Paristeki Türk başkonsolosumuz Barış Tantekin ve eşi Damla Tantekin’e, Pasha Tours sahibi Mümtaz Teker’e, Paris Anadolu Kültür Merkezi Başkanı Dr. Demir Onger’e, Fransa Türk Kültür Birlikleri Derneğin Başkanı Lütfi Bilgen’e, Çok değerli Müzik insanımız Neyzen Kutsi Ergüner ve eşi Arzu Erguner’e, Fehmi Yaramış’a, Paris Kültür Sanat Derneği Başkanı Ali İnan’a Fotoğrafçı Latife Solak Baudet’e, Sevgili kardeşlerim Lütfi Bilgen, Mustafa Şahin, Taylan Kunal, ve Uğur Can Erol’a, Arkadaşlarım Anne Marie Terel ve Füsun Tarhan’a ve Serpil Doğan’a, Fransız dostlarım  Mady Chabrier, Sylviane Laporte’a, Ressam dostum Farhad Ostavani’ye, Arkadaşım Ara Kebapcioglu‘na, güzel fotoğrafları çeken Hodri Meydan online haber ajansı sahibi Tansu Sarıtaylı‘ya, Mustafa Aslandoğu’ya, Dogan Elat‘a, İsmail Bosca’ya, La Petite Galerie sahibi Jacqueline Ustenel’e Galerinin sanatçıları Guillaume Tournebize’e ve Diane Nioche’a, Dostum Jean Baptiste’e, Anadolu radyo sahibi Ali Sarıca’ya, Sandra Chenu-Godefroy Serginin kürasyonunda yardım eden Julien Personnaz’a teşekkürlerimi sunuyorum.
Serginin hazırlanmasında ve açılışında büyük emeği geçen sevgili eşim Emel Ömür’e de sonsuz teşekkürler. O olmasaydı serginin bu kadar başarılı geçmesi mümkün olmazdı.
Not; Sergi sırasında tanıtımı yapılan “Cappadocia” kitabının hazırlanması sırasında tüm kitap tasarımını özel font yaratarak başarıyla tasarlayıp tamamlayan Mehmet Ali Türmen’e, fotoğrafların seçimini ve editörlüğünü yapan Fethi İzan’a ve kitabın mükemmel bir hassasiyetle basılmasını sağlayan Türkiyenin bir numaralı fotoğraf kitap matbaası A4Ofset sahibi Alparslan Baloğlu’na ayrıca sponsorlar Hadosan Fehmi Yazıcıoğlu, MEDİ ve Mahmut Kavran’a da teşekkürlerimi tekrarlıyorum. Onlar olmasalardı KİTAP, Kitap olmasaydı da bu sergi olmazdı.

İlham mı? İntihal mi? İşte sorun…

Bir hafta ara ile gezdiğim iki serginin ardından Photo Reponse’daki bir tartışma bana bu soruları sordurttu desem yalan olmaz.


Birinci sergi Istanbul Fotoğraf festivali çerçevesindeki Sandro Miller’in sergisi. Beşiktaş’daki eski hal meydanında..

Bu sergi Sandro Miller’in model olarak ünlü John Malkovich’i kullandığı ve fotoğraf tarihine mal olmuş ünlü fotoğrafçıların ünlü fotoğraflarını yeniden canlandırdığı eserlerden oluşan çok önemli bir sergi. Ustalara saygı sergisi olarak nitelenen bu sergi 7 Kasım 2014 de Chicago’da Catherine Elmann Galery de açıldı ve üç ay boyunca sergilendi. Sergiden bir hafta önce de bu çalışması ile Lucie Foundation Carnegie Hall da Sandro Miller’e “Yılın International fotoğrafçısı”ödülünü verdi. Bu olaydan tam 2 yıl sonra Pariste benzer bir sergi açıldı. Olayın şöyle geliştiğini anlıyoruz; 

Geçen yıl Arles da Sandro Millerin sergisi fotoğraf festivali sırasında yeniden sergilenir. O sırada orada bulunan fransız fotoğrafçı Catherine Balet bir yemek sırasında tesadüfen çizgili tişört giymiş kişiyi Picasso ya benzetir ve gözlerinin önünde Robert Doisneau’nun ünlü Picasso fotoğrafı canlanır. Balet, Sandro Miller’in serisine benzer bir proje başlatmaya karar verir.

İki fotoğrafçının çalışmalarını incelerseniz birbirlerinin çok benzeri olduğunu görürsünüz. Sadece bazı ünlü fotoğrafçı seçimide farklılıkları vardır. Fransız Catherine Fransız hümanist fotoğrafçılarına ağırlık verirken Sandro Miller doğal olarak amerikalı fotoğrafçıların ikon fotoğraflarını almıştır.  

Ancak bazı fotoğraflar ise tıpatıp aynıdır. Balet, Miller’in fikrini çalmış mıdır? ilham mı almıştır? 

İsterseniz bakalım;

Sırasıyla Diane Arbus’ün  “A young man in curlers at home on West 20th Street ,  NYC” adlı 1966 da çektiği fotoğraf. Yanında Miller’in 2014 de John Malkovich ile yeniden yarattığı aynı fotoğraf ve 2016 da Balet’nin Picasso benzeri RIcardo Martinez-Paz ile yaptığı portre çalışması.




Bir örnek daha verirsek ünlü Fransız fotoğrafçı Richard Avedon’un arıcı fotoğrafı hem    Miller hem de Balet tarafından 2 yıl ara ile tekrar tekrar yorumlanmıştır.

İki fotoğrafçının benzer başka fotoğrafları da var.. Annie Leibovitz / John Lennon and Yoko Ono 1980, Horst P. Horst / Mainbocher Corset, Paris (1939) gibi. Burada “İlham mı değil mi? konusunun  yorumunu okuyucuya bırakmayı tercih ediyorum.

Ancak yorumunuz ne olursa olsun fotoğrafa meraklı iseniz ve yolunuz Parise düşerse bu sergiyi mutlaka gezmenizi öneririm. Hatta 120 ünlü fotoğrafından yola çıkılarak yapılmış kitabı da alıp kütüphanenize koymanızı öneririm. Bu fotoğraflara dönüp dönüp bakmak çağımızın en önemli sanatı olmaya aday fotoğrafın tarihine zaman zaman dalmanızı kolaylaştıracaktır.

Adres; GALERIE THIERRY BIGAIGNON 9 rue Charlot  75003  Paris. 

Buradaki iki  çalışma birbirine çok benzer ve hiç bir fotoğraf eleştirmeni bu iki fotoğraf sanatçısının ilham konusuna dokunmamış. Oysa fotoğrafımı çaldın konusu Fransada iki fotoğrafçının neredeyse mahkemeye düşmesine neden olacaktı. 25 temmuz tarihli yılda 2 defa yayınlana 6 mois dergisinde Alain Laboile’in Niki Boon’a mektubunu ve Boon’un bu mektuba yazdığı cevap yayınlandı. Fransız Laboile Avustralyalı Boon’un fotoğraflarının kendisininkilere hem konu olarak hem de tarz olarak çok benzediğini örneklerle iddia ediyor. Boon da kendisinin Laboile’i takip ettiğini eserlerini çok beğendiğini ama amacının kopya etmek olmadığını öne sürüyor. İki fotoğrafçının sitelerine girip fotoğraflarını incelediğinizde ve mektuplarını okuduğunuzda ikisine de hak veriyorsunuz.

İsterseniz siz de bir göz atın; http://www.laboile.com/works.html ve http://www.nikiboonphotos.com/wild-and-free/.

Bana sorarsanız istikrarlı çalışması ile Boon’un fotoğrafçılığını çok beğendiğini söyleyebilirim. Derinlikli siyah beyaz çocuk ev aile fotoğraflarına hayran kalmamak olası değil. Ama Laboile’in “La famille” adlı serisini incelediğinizde aynı şekilde etkileniyorsunuz.

Burada aklımıza ister istemez  kadılık yapan Nasrettin Hocanın fıkrası geliyor. Hoca bir davada hem davalıya hem de davacıya haklısın, sen de haklısın dedikten sonra; ikisi birden nasıl haklı olur diyen hanımına, Hanım sen de haklısın yahu” der. Aslında olay sanıldığından daha kompleks. eserlerinin çalındığını iddia eden Laboile kimseden etkilenmedi mi acaba? İsterseniz Saly Mann’ın fotoğraflarına bakın http://sallymann.com/selected-works/family-pictures 

veya Magnum fotoğrafçısı Larry Towell e göz atın

Şaşırtıcı benzerlikleri göreceksiniz.

Belki de dönüp dolaşıp Türkiyenin en güzel fotoğraf kitaplarını basan A4 Ofset’in sahibi Alparslan Baloğlunun dediğine geliriz.

“Dünyada bütün fotoğraflar çekilmiş bana çekecek fotoğraf kalmamış”

Meraklısına not; https://tr.wikipedia.org/wiki/İntihal

Üç Günlük Tuhaf Bir Gezi Öyküsü

  • Günaydın! G20 ye mi geldin?

Ha!, Ah!, uf!, zorla gözlerimi açıyorum, omzum ağrıyor. Uzun kuyruklu, alacalı kahverengi tonlarda, uzun tüylü, sevimli bir sincap gözlerimin içine bakıyor.

  • Hoş geldin, adım Lucy. Bana adımla hitap edebilirsin.

Şaşkınım…

  • Günaydın Lucy ben neredeyim?
  • Tam Central Park’ın ortasındasın. Biz sincaplar buraya takılırız. Paraşütünü açamamışsın… Yoksa böyle düşmezdin. Ama en güzel yere düştün. Hadi gel buradan çıkalım. Kapının önündeki Sinderella’nın arabasıyla gezdireyim seni.

Central Park’ın 5 Avenue ye açılan kapısından çıkıyoruz. Sinderella’nın arabasını atlar çekiyor. Kulaklarının üzerinde rengârenk tüyler, uzun püsküllerle süslenmiş atlar ve atlı arabalar…

Bir tanesine atlıyoruz.      Plaza Hotel’in Türk bayraklarıyla süslü kapısının önünden geçip Parkın etrafında turalıyoruz. Lucy bana sokuluyor. 

  • Buraları çok severim en çok meşe palamudu burada! 
  • En güzel meşe palamudu burada, en güzel yemekler nerede?
  • Le Bernardin, Per Se, Porter House, Gramercy Tavern, Babbo, Nobu daha bir sürü var. Sen paradan haber ver. Ha sahiden, Paran var mı?
  • Sen merak etme hallederiz….
  • O zaman gel SoHo ya gidelim….

Beni Metro ya indiriyor. İtalyan mahallesinden yeryüzüne çıkıyoruz. Güneş gözümü alıyor. Duvarlar grafitti dolu, gökyüzü masmavi. Gökyüzünde bir helikopter görüyorum. Lucy kuyruğunu oynatıyor pilotun yanındayız, Lucy bir omzumda bir kucağımda… Birbirimizi çok sevdik.  Pilot – ne güzel bir çift oluşturmuşsunuz diye iltifatta kusur etmiyor. 

  • Tanışalı 2 saat oldu diyorum. En güzel fotoğrafı nerede yakalarım. 

Aşağıyı gösteriyor…

  • Manhattan köprüsüne git oradan Brooklyn Köprüsünü çek, köprü en güzel oradan görünür.  Hudson nehrinin üzerindeyiz buraya göç kapısı Ellis adasını, Özgürlük Anıtını tanıyorum.
  • Kim tanımaz ki onları diyor Lucy
  • Amerika özgür mü? Diye soruyorum.
  • Bu kadar göç olmasaydı olurdu diyor.
  • Anlaşıldı sen Yahudi komşuya da tahammül edemezsin.
  • Bizim buraların yarısı Yahudi, biz onları severiz onlar da bizi idare eder, diyor.

Arka sırada Renkkörleri Adası, Karısını Şapka Sanan Adam romanlarının yazarı Oliver Sacks’la selamlaşıyoruz.”müzik ve beyin”  konulu konferans vermeye gelmiş buraya. 

  • Gelmezsen darılırım diyor.
  • Bakarız diyorum Lucy ile biraz işimiz var…

Helikopterden atlıyoruz. Brodway’e iniyoruz. Hair müzikalinin son biletlerini alıp içeriye dalıyoruz. Good Morning Starshine ve Aquarius şarkılarının 1979 yılı Milos Forman filmi aklımda. Lucy gözlerini kapıyor. Erotik sahnelerden rahatsız oluyor, sahnede ot içiyorlar. Çıkıyoruz.  

Akşam yemeğinde Lucy Le Bernardin’e yerimizi ayırtmış bile. Teşekkür ediyorum. Kulak kepçemin köşesinden bir fırt dişliyor. Bana da marine Japon salatalık eşliğinde Kampachi tartar ısmarlıyor. Çok beğeniyorum uzun kuyruğunu okşuyorum. Gurme menüyü keyifle bitiriyoruz. Şarapları onlar seçmişler.  Tatlar damakta kalıcı olarak yerlerini buluyor. Mutluyuz.

  • Dur daha bitmedi Blue Note’a cafe cognac içmeye gideceğiz. Manhattan Transfer’i dinleyeceğiz. 

Manhattan Transfer Chris Rea ya adadığı albümün tanıtımını yapıyor. . Louis Armstrong veya Nat King Cole’u dinlemeyi tercih ederdik. Buraya en çok onlar mı yakışırlar? Daha niceleri var; Duke Ellington, Billy Joel, Simon ve Garfunkel, Norah Jones, Jennifer Lopez, Mariah Carey, Barbara Streisand, Sammy Davis Jr. ilk aklıma gelenler….

Sabah kafama bir meşe palamudu fırlatarak uyandırıyor. Gezecek daha çok yer var, diyor.

Sabah sabah bir sergiye götürüyor. 

  • Sincap olmak daha iyi, bak sizinkiler Çindeki mahkumlara neler yapmışlar. Pariste protestolar nedenile kaldırılan sergide ilginç görüntülerle karşılaşıyorum. Herkesin yüreğinin kaldıramayacağı görüntüler. Damarları bırakıp tüm diğer dokuları yok etmişler bir kadavrada. Dünyanın etrafını 2 defa dolaşacak uzunlkuktaki kırmızı damarları  görünüyor havada ama vücut yok ortada. İlginç sanat eseri olarak kabul edilebilir. 
  • Kalb dışında burada herşey var diyor Lucy. 

South Street Seaport tan Pier  17 yi gezerek yukarı doğru yürüyoruz. Oradan yönümüzü İtalyan mahallesindeki festival çeviriyoruz. Bir ölümlünün görebileceği en büyük etin nasıl piştiğine şahit oluyorum. 

  • Lucy iştahım kaçıyor. 

Lucy ile türkçe anlaşıyoruz. Bizim türkçe konuştuğumuzu gören bir kaç Türk yanaşıp Lucy den yanak alıyorlar. Hertaraf insan kaynıyor. Işveçliler, Hintliler, Çekik gözlüler, Obezler, Sarıbenizliler, Aids’liler, Gayler, Zenciler….. 

  • Lucy kurtar beni….

Lucy beni deniz taksiye atıp Brooklyne çıkarıyor. Nat King Cole’ün evine götürüyor. Bu güzel şehire ait şarkıları dinliyoruz başbaşa….

Neler dinlediğimizi merak edersiniz diye şuraya yazıyorum.

 Neil Diamond’dan I Am, I Said“, ”  Jennifer Lopez’den Jenny From The Block , Stevie Wonder’dan Living for the City ,  Ricky Martin’den “Livin’ La Vida Loca”,  Suzanne Vega’dan Ludlow Street” ,  Paul Simon’dan “Me and Julio Down by the Schoolyard” , The Rolling Stones’dan  “Miss You” ,  Bee Gees’den  “Nights on Broadway” , Marianne Faithfull’dan “Penthouse Serenade” , Lou Reed’den “Perfect Day , Bob Dylan’dan Positively 4th Street” , Kenny G’den Tribeca” ….. 

Paramız azalınca Lucy beni Wall Street’in soğuk gökdelenleri arasında bir ATM ye götürüyor içinde dünyanın parası var görüyorum. Azıcık alıyorum. Aslında şehir para dolu… Lucy gökyüzünden paralar yağdırıyor kendimi “Lucy Harikalar Diyarında” hissediyorum. Lucy beni güzel gezdiriyor. Luna park’dan çıkarıp kitapçılara sokuyor..     Barnes &Nobles’den çıkıp Borders a giriyoruz. Ben kitap alıyorum 

Paul Auster in Moon Palace, J. D. Salinger in The Catcher in the Rye, Tom Robbins in Skinny Legs and All  romanlarını seçiyorum. Yolda okurum

Oku oku adam olursun!!!! Lucy benimle dalga geçiyor. Geçen hafta SoHo dan ve Beşinci caddeden çıkaramadığı Füsun hanıma şehri gezdirememiş. So Ho dünyanın moda merkeziymiş.

Lucy beni sinemaya götürüyor. Dünyanın sorunlarına karşı hassas kılmak itiyormuş. “Fuel” filminde bu büyük ülkenin dünyanın  petrolünün % 2 sine sahipken % 30 unu harcadığını öğreniyorum ama şaşırmıyorum. Sinema çıkışında fıstık dağıtıyorlar onun için beni bu filme getirmiş, Gala’nın kalabalık kalabalık görünmesine katkım oluyor. Ben fıstığa itiraz ediyorum.

  • Ben Buffalo Wing ve Bloody Mary isterim
  • Tamam sana spesiyal yaptırıyorum…
  • Lucy yoruldum dönelim!
  • Olmaz , “Babbo”’ da yer ayırttım diyor, Lucy . 

Hatırlıyorum Meral Demirel  bu restoranı önermişti. Daha sonra evinde DVD seyredecekmişiz. Sağlam filmleri varmış Lucy’nin. Washington parkının köşesinde Babbo’da  makarna ve şarap ziyafeti çekiyor rehberim bana… Aklıma Gilbert Becault ve Nathalie geliyor. Ben de Lucy ye bir şarkı yakabilirmiyim acaba?

Ama İstanbula gelirse Çiya da kebap yemeğe götüreceğime dair söz veriyorum. Ayrılacağız diye hüzünleniyoruz.

Ona film seyretmeye gidiyoruz.

Evinin duvarlarında komşularının fotoğrafları asılı.. Kimler yok ki. Woody Allen’i, John Travolta’yı, Susan Saradon’u,  Jack Nickholson’u  ve daha birçok tanınmış simayı seçiyorum.

Önüme bir sürü film DVD si atıyor: Marathon Man”  Hello, Dolly, West side Story, Midnight Cowboy, French Connection, The Godfather, Akbabanın üç günü, King Kong, Taxi driver, Saturday Night Fever. Manhattan, Sophie’nin Seçimi, Bir zamanlar Amerika,  Radio days, Wall Street, Ghost,  Kadın Kokusu

  • Seç bir tanesini seyredelim…. Bu filmler bizim mahallede çekildi.

Bir film seyredip kendi mahalleme dönüyorum………

Ders 1

Hareketli konu fotoğrafları

  1. Önce çektiğin konuyu öğren. Sportif bir olay çekiyorsan o sporun kurallarını en azından temel kurallarını öğren.
  2. Olayın en önemli anının oluşacağı noktayı önceden belirle. Ardından o noktayı manüel olarak fokusla ve en önemli  anda üst üste kareler çek. Makinen fokus yapma işiyle  oyalanarak vakit kaybetmesin. 
  3. Enstantane sürati 1/500 den yavaş olmamalı.
  4. “Panning” denilen tekniği uygulamaya çalış. Panning demek makineyi hareketli olayla birlikte aynı yöne doğru hareket ettirmek demektir. Bu sayede olayın arkasındaki zemin hareket duygusu uyandıracak bir fluluk alır.
  5. Doğru yere yerleş. Olayın arka planını iyi hazırla. Arka plan karışıksa fotoğrafın güzel çıkmaz. 
  6. Uzun odaklı objektifle çekmelisin örneğin 300 veya 400 mm. Uzun süre bir olayı takip edeceğin için bir monopod üzerine koyman yorulmanı engeller.
  7. Makinenin düğmelerini, ayar yerlerini iyi öğren yoksa kafan “hangi düğme neyi ayarlıyor” konusuyla meşgulken iyi fotoğraflar çekemezsin. Makineni iyi tanı!!!!
  8. Yeni makineler arkası arkasına çekim yapıyorlar. Çok kısa oluşan bir olayı yakalayacağından bu “mod”u kullan çok sayıda fotoğraf çekmenin sana zararı olmaz kartında nasıl olsa kartında bol bol yer var.
  9. Çok  egzersiz yap, özellikle “Panning” yapmak tecrübe ister.
  10. Spor fotoğrafçılarının eserlerini incele. İnternette bulabilirsin. Örneğin Eadweard Muybridge, Bob Martin, Tom Jerkins ve Eamonn McCabe’nin fotoğraflarına bak.

Ders 2

Belgesel fotoğraf

  1. Fotoğrafın hikâye anlatsın. Bunun için dünyanın ucuna gitmene gerek yok. Mahallendeki bakkal veya bakkalın çırağı bile olabilir. Ama önce hikâye olacak bir konu bulmalısın.
  2. Mahalledeki dükkân veya dükkânda çalışan çocuğu çekecek olsan bile önce konuyu bir araştırmalısın. Fotoğrafınla söylemek istediğini kafanda kur. Bunu tek bir kare ile de yapabilirsin veya bir seri fotoğraf çekerek de gerçekleştirebilirsin.
  3. Çekeceğin fotoğrafın tarzını da belirle. Siyah beyaz mı çekeceksin yoksa renkli mi, doğal ışık mı olacak yoksa yoğun ışık kaynağı mı kullanacaksın karar ver.
  4. Konuna ve tarzına karar verdin şimdi doğru ekipmanını seç uygun bir lens bul. Üçayak kullanacak mısın? Kameranın pilleri dolu mu, kartlarının yedekleri var mı.?  Eksik alet edevat çekimini mahvedebilir.
  5. İzin al. Özellikle kişi çekiyorsan mutlaka izin almalısın. Ne yapmak istediğini açıkla ve uzun çekimler yapacaksan kişilerle daha öncesinde sıcak ilişki kurmaya çalış.
  6. Acele etme. En iyi belgesel fotoğraflar uzun soluklu ve sabırla yapılan çalışmalardan sonra elde edilmiştir.
  7. Tüm fotoğraflarının yedekle. 2 kez kopya yap ve farklı ortamlarda sakla. Örneğin bir hard disk ve bir DVD.
  8. Fotoğraflarını emniyete aldıktan sonra fotoğraflarını işle. Renk ayarlarını kontrast ayarlarını yap ama abartmadan yap. Gerekirse siyah beyaza dön.
  9. Çektiğin fotoğraflarını nasıl değerlendireceğine karar ver. Slide show mu yapacaksın, sergileyecek misin? Yoksa fotoğraf kitabı haline mi getireceksin? Artık çok ucuza kitap basıyorlar. Belki güzellerinden birkaç tanesini de Kanal KBB ye hediye edersin. Tabii dersler işe yararsa. Yaramayabilir de ne de olsa biz de senin kadar çaylağız.
  10. Dünyanın en iyi belgeselcileri magnum fotoda bir araya gelmişlerdir. Onların çalışmalarını incele. İşte sana adresi www.magnumphoto.com

Ders 3 

Şehir fotoğrafçılığı ve mimari fotoğraf

  1. Çevrene bir bak.  Şehir yaratıcı fotoğrafçılık için biçilmiş kaftandır. Her gün geçtiğin yollarda, girdiğin dükkânlarda güzel fotoğraflar için fırsatlar yakalayabilirsin. Dikkatle bakman yeterli. Sadece bak. Tekrar bak şaşırtıcı bir şey görebilirisin. Eğer göremiyorsan birkaç gün sonra aynı yere tekrar git ve tekrar bak göreceksin:)
  2. Şehirde binalar ve objeler arsındaki boşluklar ilginç şekiller gösterebilir. Buna negatif mesafe denilir. Bu sana anlamsız gelebilir ama pozitif bir şeydir. Negatif mesafeleri gözlemlemek güçlü kompozisyonlar kurmana yardım edebilir. Yeter ki dikkatle gözlemle.
  3. Yüksek binaları alttan çektiğinde binalar yukarıya doğru yamulmaya ve ortaya doğru yatmaya başlarlar bu perspektif denilen olaydır. Bu durumu düzelten pahalı lensler vardır ama en güzeli fotoşopta düzeltmektir.
  4. Şehirdeki modern binaların şekilleri ve kullandıkları malzemeler fotoğrafçı için çok güzel ortamlar yaratır. Bunlardan çok güzel abstrakt(abstre) fotoğraflar çıkar. Ya da uzun fokuslu objektiflerle bu binaların bazı güzel bölgelerini çekersin veya geniş açıyla farklı bakış açılarından çekebilirsin.
  5. Güneş doğuşunda şehir manzaraları güzel olur. İnsanlar çok azdır. Caddeler yeni yıkanmıştır veya temizlenmiştir. İnsanların az olması fotoğrafının içine insan koyma demek anlamına gelmiyor tam tersine şehir fotoğraflarında insan görünmesi fotoğrafa anlam katar ve insan boyutu diğer objelerin gerçek boyunu anlamana yardımcı olur.
  6. Sıradanlıktan uzaklaş şehrin binlerce defa çekilmiş klişe görüntülerini bir kenara bırak. Başka yerlerde gezin farklı görüntülerle karşılaşacaksın..
  7. Taşıyacağın makine ve lenslerini iyi hesapla gereksiz kullanmayacağın aletler seni yorar ve bıktırır. Kullanacağın uygun lens ve tripodu al yeter. Ayakkabıların ve kıyafetlerin rahat olsun. Yanına da sevdiğin anlaştığın fotoğrafa meraklı bir arkadaş al.
  8. Yeni dijital makineler çektiğin fotoğrafların enlem ve boylamlarını fotoğrafın “exif” denilen bilgileri içine yükleyebiliyorlar. Bu bilgileri kullanarak çekilen fotoğrafın google earth de yeri anlaşılıyor. İşte o zaman hangi saatte nerede olduğunu anlaşılabiliyor.
  9. Bazı binaların fotoğraflarını çekmek ve yayınlamak izine tabidir. Özellikle de fotoğraflarını daha sonra satmayı düşünüyorsan mutlaka o binanın yönetiminden izin almalısın. Yabancı ülkelerde bu iş başını hukuki olarak belaya sokabilir. Buna dikkat et. Bazı özel binalarda güvenlik açısından fotoğraf çekilmesine izin vermezler. Bu durumları tam olarak bilemiyorsan aklıselimini kullan. Özellikle resmi daireler ve askeri binaların fotoğraflarının çekilmesi yasaktır.
  10. Şehir ve mimari fotoğrafçılığında şeytan ayrıntıda gizlidir. Büyük bir binanın tamamını kareye sokmaya çalışacağına önemli bir ayrıntıyı yakalamaya çalışmalısın.

Ders 4

PORTRE FOTOĞRAFI

  1. Doğal ışık kullanmaya çalış. Ama ışığın kullanılması biraz tecrübe ister. Doğrudan güneş ışığı yüzde sert ve kötü gölgeler oluşturur. Onun için direkt güneş ışığından kaçınmalısın. Gölgedeki yerlere ışığı parlak bir madde ile düşürebilirsin. Bunun için yapılmış reflektör denilen aksesuarlar var. Fiyatları Sirkecide 20–30 TL arası olsa gerek. Zoom ithalat getiriyor Lastolite marka gümüş ve altın tonları var. Bunlardan kullanırsan portrelerine profesyonel havası verirsin. Havandan yanına yaklaşılmaz o zaman☺
  2. Flaş da kullanabilirsin. Flaşlı portreler de başarılı sonuçlar verirler makinedeki fiil-in denilen flaşı kullan, dolgu ışık denilen bir ışıkla aydınlatmış olursun. Işık ve gölgeler çok güçlü ise dışarıdan güçlü bir flaşa ihtiyacın var demektir. İste bir masraf daha☺) 
  3. Bu dış flaşı yaratıcı bir şekilde kullanabilirsin. Modelinin sağından veya solundan patlatarak stüdyo etkisi yapabilirsin. Bunun için flaşı makinenden ayırman gerekir ve bir kablo ile modelin yanına götürmelisin.
  4. Ring flaş bulursan onu da kullan çünkü modelin arkasında güzel yuvarlak bir gölge oluşturuyor. Ring flaş lensin etrafına takılan daire seklinde bir flaş daha çok tıbbi amaçlı veya makro çekimlerinde kullanılıyor. Diş hekimleri de bu flaşı kullanırlar. 
  5. Tabii porte fotoğrafçılığında en iyi yer stüdyodur. Neden dersen ışığın en iyi kontrol edildiği yer orasıdır da ondan derim. Soft-box lar, şemsiyeler, güçlü ışık kaynakları her türlü aksesuar hepsi oradadır. Aslında büüyük kentlerde kiralık stüdyolar bulunabiliyor.
  6. Dış ortamlarda veya evde portre fotoğrafı da başka bire güzellik verebilir çünkü kişiyi kendi ortamında farklı aksesuarlarla çekme fırsatı yakalarsın. Geniş acı kullanırsan daha iyi sonuç alırsın. Ancak çok geniş açılar kişileri deforme eder.
  7. Modelini serbest bırakıp doğal hallerinde de çekebilirsin veya sen yönetebilirsin. İki yöntemde farklı tatlarda sonuçlar verebilir. Eğer yönetiyorsan modelin rahat etmesini gevşemesini sağla yoksa güzel çıkmaz.
  8. Türkiye’de pek önemli olmasa bile fotoğraflarını internete koyacaksan ve başın ağrımasın istiyorsan modelinden imzalı bir izin kâğıdı al yoksa günün birinde seni mahkemeye verip para isteyebilir. Avrupa birliğine giriyoruz.
  9. Modeli nereden bulacağına gelince; arkadaşlarınla idare et. Türkiyede maalesef profesyonel model bulamazsın bulduklarına da paran yetmez.
  10. Portre fotoğrafçılarının fotoğraflarını incele, nasıl yapmışlar nelere dikkat etmişler incele… Öğrenmenin yaşı yoktur.

DERS 5

HAYVAN VE VAHSİ DOĞA FOTOĞRAFÇILIĞI

  1. Fotoğrafın diğer alanlarında olduğu gibi fotoğrafını çekmek istediğin konu ile ilgili bilgilere önceden ulaşmanda yarar var. Günümüzde internet diye bir aracın varlığını unutma. Tahmin ediyorum ki  evdeki kediden bahsetmediğimi anlamışsındır.  Doğaya çıkıp hayvanların, kurtların-kuşların peşine düşeceksen önceden bulundukları yerleri davranış biçimlerini okumalısın. Örneğin kurtlar kimleri kapar bunu bilmelisin. Yoksa kurda kuşa yem olursun ☺
  2. Araziye uy. Yani görünmeden gör. Kendini kamufle et. Yoksa hiçbir şey çekemeden eve geri döner, dert çektiğinle kalırsın.
  3. Bu işte de alet edevat önemlidir. Uzun lens gerekir. 400 veya 500 mm lik lensler idealdir. Ama bunlar pahalıdır. Onun için sana tavsiyem elindeki 200 veya 300 mm lik lensi telekonverter denilen ve lensle makinenin arasına koyacağın bir parça ile bu sorunu çözmen. 200 mm lik bir lens 2X bir converter la 400 mm lik bir lens haline döner. Ancak burada ışık miktarından biraz kaybedeceğin için biraz zorlanabilirsin. Yani üçayak filan kullanma gereği ortaya çıkabilir demek istiyorum. Yoksa sen iyi bir fotoğrafçı olarak kolay kolay zorlanmazsın.
  4. Hayvan ve vahşi doğa fotoğrafçılığı için Güney Afrika’ya safariye gitmek cazip gibi görünebilir. Ama şimdilik bos ver bir suru formalite vize işlemleri filan onun yerine hafta sonu günü birlik Şile taraflarına veya şehir çıkışındaki  ve  yol üzerindeki korulara dal.  Tavşanların, tarla farelerinin, kuşların hatta sincap ve tilkilerin fotoğraflarını çekebilirsin.
  5. Hayvan fotoğrafları bundan önceki konu olan portre fotoğrafçılığı gibi de ele alınabilir. Işığı iyi ayarlayıp kendini iyi bir noktaya alabilirsen ve de bir de üstüne üstlük hayvanla göz teması sağlayabilirsen çekeceğin fotoğraf tadından yenmez ☺
  6. Fotoğraf makinenin oto fokus ayarını sessize al, telefonunu kapat yoksa çok güzel bir fotoğrafa el sallarsın. 
  7. Üstünü komandolarınki gibi yeşil kahve renkli bir kumaşla örtüp sotaya yatabilirsin. O gün Calvin Klein parfümünü sürmeki hayvan durumu anlamasın; biliyorsun rüzgâr koku taşır. Eğer Halit Uzun gibi ornitofotografi denilen kuş fotoğrafçılığına soyunacaksan iste o zaman paraya kıyıp gerçek kamuflaj eşyaları alman gerekir. Kuş fotoğrafçılığı için en iyi makine Canon 40D diyorlar üzerinde de 400 mm fiks bir lens olmalıymış. İdeali budur diyor bu isle uğraşanlar. İstersen fotoğraf sitelerinin forumlarına gir bak.
  8. Genelde hayvanlar ani ve hızlı hareket ettiklerinden senin ve makinenin hız ayarının da hızlı olması gerekir. Makinenin hız ayarı lensinin mm e olarak uzunluğundan daha düşük olmamalı. Yoksa net fotoğraf çekemezsin. Bir örnek vereyim eğer 200 mm lik bir lensle çekiyorsan makinenin hız ayarını 1/200 un altında tutmamalısın, 400 mm ile çekiyorsan 1/400  veya  1/500 ile çek. Tabii ışık izin verirse. Ama bazen hayvanın hareketli çıkması fotoğrafa farkı bir hava verebilir onun için çok fotoğraf çek dene ve yanıl. Bunlar seni geliştirecektir.
  9. Sabırlı ol. Vahşi doğa fotoğrafçılarının güzel bir kare getirebilmek için ne kadar çok sıkıntıya katlandıklarını çok iyi biliyorum. Sabahın köründe kalkıp güneş doğarken bataklıkların içinde saatlerce hatta günlerce beklediklerine şahit oldum. Bir tanesi şiddetli pnömoniden öteki tarafa göçüyordu zor kurtardık. Sa
  10. Nefes kesen doğa fotoğrafçılarının çektikleri fotoğrafları incele. Başta da dediğim gibi bunun için illa safariye gitmen gerekmez İzmit, Mudanya civarındaki trekking yolları Türkiyenin çeşitli yöreleri sana ilham kaynağı olacaktır. Sana kolaylık olsun diye internette dolaşıp sana güzel bir kaç doğa fotoğrafçısının ve ilgili sitenin adresini buldum. İyi seyirler.
http://www.letsgodigital.org/en/14967/wildlife-photographer/
http://www.photohowto.info/how-take-wildlife-photograph
http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=
http://www.whale-images.com/data/media/3/wildlife-photography_32.jpg&imgrefurl=
http://www.whale-images.com/wildlife-photography-32-pictures.htm&h=312&w=468&sz=25&tbnid=cfmXNJzfpSneOM::&tbnh=85&tbnw=128&prev=/images%3Fq%3Dwildlife%2Bphotography&hl=fr&usg=__bdrgnL5McR8DTFL7ccrpKuEPzjQ=&ei=HOgCSv3BIcaY-gbOsfyRAw&sa=X&oi=image_result&resnum=3&ct=image
http://www.google.com.tr/imgres?imgurl=http://www.photoattorney.com/uploaded_images/Chase-774349.JPG&imgrefurl=http://www.photoattorney.com/2007/08/announcing-vivid-wildlife-workshops.html&h=797&w=924&sz=533&tbnid=3A8vKwnmedOCEM::&tbnh=127&tbnw=147&prev=/images%3Fq%3Dwildlife%2Bphotography&hl=fr&usg=__6giMGcPQZWQ_9K4X9-f-IE4ZsJM=&ei=HOgCSv3BIcaY-gbOsfyRAw&sa=X&oi=image_result&resnum=4&ct=image

DERS 6

Siyah beyaz fotoğraf

  1. Artık renkli fotoğrafları fotoşopta tek tuşla siyah beyaza çevirebiliyoruz. Tabii bu işin kolay yanı oluyor hani ustaların « tüfek çıktı mertlik bozuldu » dedikleri durum. Hâlbuki siyah beyaz fotoğrafın sanat yani çok kuvvetlidir ve bu fotoğrafı çekmeden önce her şeyi siyah beyaz ve gri tonlarında görmeye çalışıp, öyle düşünüp kurgulamaya çalışmak gerekir; yani kafada siyah beyaz ve tonlarında düşünerek hazırlanmalı çekmeye… Renkli çekip siyah beyaza çevireceksen bile siyah beyazmış gibi görmeye çalış; bu belki sana biraz  saçma gelebilir ama bunun öneminidaha ileride anlayacak ve hocana teşekkür edeceksin. 
  2. Eskiden film kullanarak fotoğraf çekenler , ( eskiden dedim ama hala çekiyorlar,) bazı filtreler kullanarak duruma müdahale ederlerdi (hala ediyorlar). Örneğin kırmızı renkleri filtreleyen filtrelerle kontrast arttırıyorlar. Sonra da sen bunu fotoşopta yaptığında şike yapıyorsun « mertlik bozuldu » diyorlar. Ama sakın sen onlara karşılık verme ne de olsa onlar ustalarımız. Bunu inanarak soyluyorum çünkü fotoğraf sanatı analog fotoğrafçıların gönüllerini koyarak yaptıkları çalışmalar olmasaydı bugünkü durumuna asla gelemezdi. Bu nedenle onlara şükran borçluyuz. Ayrıca Dijital makinelerle de filtreler kullanılabilir. Bazı gelişmiş fotoğraf isleme programlarında inanılmaz sayıda filtreler bulunuyor. « Nik software » anahtar keilmeyle  internete gir orada ki filtreleri incele.
  3. Fotoğraflarını  « duotone » da denilen tek renkle boyayabilirsin ama renklerin vereceği etkiyi bilmen gerek. Örneğin mavi soğuk bir hava verir. Sepia denilen hafif sari kahverengi tonlara kaçan renk nostalji demektir ve eski günleri anımsatır. Bunu  fotoşopta deneyerek öğrenebilirsin. 
  4. Siyah beyaz fotoğrafta başka bir numara daha öğreteyim sana eski karanlık oda fotoğrafçıları bir sürü kimyasal kullanarak açık tonları başka renge koyu tonları başka renge doğru kaydırırlardı. Güzel etkiler ederlerdi.  Bugün aynısı fotoşopta yapabilirsin.
  5. Siyah beyaz fotoğrafta renk yoktur ama doku ve sekil güzelliği ön plandadır. Bu nedenle siyah beyaz fotoğraflar çekeceksen renkleri unut onun yerine şekilleri ve ışığı düşün.
  6. Makinende RAW formatı varsa siyah beyaz çekerken bu formatta çek çünkü daha sonra bunu çok basit bir şekilde hiç bilgi kaybı olmadan siyah beyaza çevirebilirsin. Tonlarla oynayabilir renk ekleyebilir fotoğrafın köşelerini koyultup (buna fotoğrafçılar “vignet”  yapmak derler ) değişik bir hava verebilirsin.
  7. Siyah beyaz fotoğrafçılığın alanına infrared fotoğraflar da girer çok farklı bir tat bırakan fotoğraflardır bunlar. Eski makinelerde bir düzenek değişikliğine ihtiyaç gösterirdi simdi fotoşop sağolsun☺
  8. High key ve low key denilen tekniklerle tek tonda ya çok açık veya çok koyu fotoğraflar çekebilirsin bu gerçekten çok etkili oluyor. Bu sayfanın sonuna  high key tekniği ile çekilmiş bir fotoğrafı ekliyorum. Bu teknikle fotoğraf çekmek istiyorsan önce fotoğrafı çekerken ışık ayarlarını doğru yapman gerekiyor çektiğin konunun detayları kaybolmadan aydınlık çekmelisin sonra fotoşopta değerleri en uca kadar taşımalısın. Bir dene nasılda güzel işler çıkardığını göreceksin☺
  9. HDR (high dynamic range) fotoğraf

Bazı fotoğraflarda fotoğrafın yarısı çok açık yarısı da çok koyudur. Hâlbuki sen her yerinin ışığının dengeli olmasını istiyorsun. Açık bölgelerin biraz koyulaşmasını koyu bölgelerin de biraz açılmasını istiyorsun. Bunun için biri aydınlık biri normal ve biri karanlık üç değişik ışık ayarında üç fotoğraf çekmen gerekiyor sonra bu üç fotoğrafı  fotoşopa vermelisin o sana her yeri dengeli ışık alan bir fotoğraf yaratsın. Sen de HDR fotoğraf çektim diye övünebilirsin. 

  1. Çok fazla fotoğraf çekmek parmağında nasır yapmaz bilgisayarında yer tutar hepsi o. Ama senin giderek daha iyi fotoğraflar çekmeni sağlar. Durmadan fotoğraf çekmeyi dene, siyah beyaz bakmaya, siyah beyaz görmeye başlayacaksın, şekilleri ve ışığı daha iyi değerlendirmeye başlayacaksın. Bir gözün yavaş yavaş kararmaya diğer gözün de yavaş yavaş beyazlaşmaya başlayacak.

DERS 7

MANZARA FOTOĞRAFI 

  1. Ya sabah erken güneşin doğuş saatlerinde veya akşam üzeri güneşin batma saatlerinde ava çıkmalıyız. Renkler yumuşar ve renk dağılımı daha hoş olur. Günün bu saatlerine “sihirli saatler” diyen fotoğrafçılar vardır. 
  2. Araştır. Gideceğin yerle ilgili ön bilgi topla. Haritaya bak. Gittiğin yerde yürü ve sağa sola bak, dikkatle araştırırsan güzel fotoğraf veren bir nokta bulacağına eminim.
  3. Manzara fotoğrafında anahtar kelime “kompozisyon”dur. Kompozisyon aynı zamanda fotoğrafın da en önemli konularından biridir.  Bu konuyu ayrı bir ders olarak da işleriz  ama temel fotoğraf kursunda bunları belki de öğrenmişsindir. Muhtemelen diyafram, enstantane ve alan derinliğini de biliyorsundur.
  4. Neyse kompozisyon denilince de “altın oran” aklına gelsin yani gördüğün alanı üç parçaya böl. Hem yukarıdan aşağıya hem de soldan sağa. Bunu sana yazının sonunda bir şekille göstereceğim o zaman daha iyi anlaşılır.
  5. İyi bir manzara fotoğrafçısının çantasında bir tane polarize filtre bulunur. Bu filtre mavi gökyüzünde kontrast ve satürasyonu arttırır ayrıca parlak yerlerden gelen yansımaları yok eder. Polarize filtrelerle lenslerimizin çaplarının ayni olması lazım yoksa birbirlerine uymazlar.
  6. Manzara fotoğrafları geniş açılı lenslerle çekilir ve fotoğrafın en önündeki noktadan en sonundaki noktaya kadar net olması beklenir. Bunu sağlayabilmek için diyaframını maksimum kısman gerekir( yani f:16 ve üzeri); bu şekilde alan derinliğini artırırsın. Ama diyaframı kıstığın için içeri giren ışık da azalacağından enstantane hızını yavaşlatmak gerekir. Bu durumda en ufak bir titremede netlik bozulur… Bu durmda  üçayak veya tripod gerekir. İyi fotoğraf için mutlaka tripod kullanmalısın.
  7. Manzara fotoğrafında diğer bir sorun da gökyüzünün çok aydınlık olması ve toprağın daha karanlık olması sorunudur. Bizim gözümüz bunu fark edip ayrıntıları görür ama maalesef o kadar para verip aldığımız Canon’lar bu işi o kadar iyi yapamazlar. İnan bana Nikon’lar da öyledir. Bu sorunu çözmek için ND filtreler kullanılıyor; ND natürel dansite demek. Fotoşopta olmayan tek filtre bu diye biliyorum ama yanılıyor olabilirim. Fotoşopta hani her şey vardı ya.
  8. Manzara fotoğrafı diyince aklına sadece toprak, deniz, kumsal, nehir ve gökyüzü gelmesin. Bu görüntülerin içine insanin varlığını hissettirecek bir şey bulup sokarsan fotoğrafın tadından yenmeyecek hale gelebilir. Kumsalda yürüyen veya uzanmış güzel bir kız veya eski bir kulübe fotoğrafına tat katmaya yeter de artar bile.
  9. Fotoğrafını çektikten sonra postprodüksiyon denilen bilgisayar muamelesinden geçirmek her zaman fotoğrafı cilalar bu nedenle fotoğraflarını RAW formatında çek ki düzenleme imkânlarını arttır.
  10. 10)Manzara fotoğrafçılarının kullandığı son bir ipucu vereceğim sana. Makinen tripod üzerindeydi hatırlarsan enstantaneyi 1 veya 2 saniyeye yükseltirsen suların üzerindeki küçük dalgacıklar veya ürpertiler fotoğrafta su yüzeyini pamukla kaplanmış gibi yapar; bu da çok güzel bir etki yaratır. Bu derslik bu kadar. Şimdi  internete gir ve Fay Godwin, Joe Cornish ve Charlie Waite nin işlerine bak. Bakalım beğenecek misin? Google i kullan ☺
pastedGraphic.png
pastedGraphic_1.png

Altın oranı anlatan bu krokide kayık altın oran noktasında duruyor. Aslında biraz daha yukarıda 2 çizginin tam kesişme noktasında durması gerekirdi.. 

Bu altın oran da tartışma konusudur. Konuyu o noktaya değil de fotoğrafın tam da ortasına oturtmuş veya atipik bir yere yerleştirmiş bir çok harika fotoğraf vardır.

DERS 8

GECE FOTOĞRAFÇILIĞI

  1. Gece fotoğraf çekip restoranların kapısını ağaçların üzerlerini süsleyen neon ışıkların rengârenk dünyasını göstermek isteği oluşur bazen  insanda.  Bu durumda ilk yapılacak iş fotoğraflarını güneşin battığı ilk saat içinde çekmeye çalış. Gökyüzünün « parliement mavisini » yakalamalısın. Çok güzel bir renktir ama yarım saat 45 dakika içinde kaybolur
  2. Işık az olduğu için tripod kullanmak mecburiyetindesin. Işık ayarını mükemmel yapmalısın her zaman olduğu gibi. Üçayak kullanmak zorunda olduğun zamanlarda  ya uzaktan bir kumanda veya kablo kullanacaksın ki titreşimler makinene aksetmesin. Bu aksesuarların yoksa zaman ayarlayıcısını (timer veya geciktirici de diyebiliriz) kullanabilirsin. Yeni makinelere içindeki aynanın açılıp kapanma hareketi görüntüye yansımasın diye bir düzenek yapmışlar onu da devreye sokabilirsin. İste o zaman dergilerde gördüğün kadar net fotoğraflar çekebilirsin. Ünlü bir fotoğraf gurusuna bakılırsa fotoğrafta başarılı olmak için 24 saat üçayak ve yukarıda saydığım titreşim azaltıcı önlemleri almak gerek. Ama bunun ne kadar zor olduğunu hepimiz kabul ediyoruz.
  3. Işık ayarını karanlığa göre ayarlayıp flaş patlatırsan hareketi dondurursun ve arkada güzel gece tonlarında renkler olan bir fotoğraf elde edersin.
  4. Eğer üçayağın yoksa ISO ayarını en yukarıya çek. Bu yüksek ISO ile çekilmiş fotoğraflarda gren veya noise denilen bir sorun oluşacaktır. Fotoğrafının üzerine kum serpilmiş gibi hissedeceksin. Ne yapalım her şeyin bir bedeli var. Üçayağını evde unutmasaydın. Hoş bu grenlenme bazı siyah beyaz fotoğraflara çok hoş bir tat katar ve makbul kabul edilir ama her zaman değil onun için dikkatli ol.
  5. Gece fotoğrafı çekmeye yalnız çıkma özellikle Beyoğlu’nda başına ne iş geleceği hiç belli olmaz. En azından fotoğrafa dalmışken cüzdanını çekerler.
  6. Dolunaylı geceleri kolla üçayak üzerinde uzun pozlama yapıp deniz üzerindeki dalga hareketlerinin çok güzel etkiler yaratmasını sağlayabilirsin.
  7. Işıkla boyama güzel bir oyundur. Bazıları karanlıkta makinelerini sağa sola çevirip değişik ışıkla boyama görüntüleri elde ederler, hatta bunları sanki önemli bir işmiş gibi  sergileyenler de vardır.
  8. Işıkla yazdırma tekniği basit gibi görünse de gene de deniyim isteyen hoş bir tekniktir. Çok uzun pozlama ile eline bir fener alıp hassas bölgeye sevdiğin bir kişinin adını yazdırabilirsin.
  9. Trafik ışıkları ve süratle gecen araçların ışıkları da güzel görüntüler verirler. Üçayağını hazırla ışık ayarını iyi hesapla uygun bir noktaya yerleş ve başla çekmeye, kolay gelsin;
  10. Karanlıkta beyaz ayarında sorun yaşayabilirsin bu durumda çevredeki ışıkların sıcaklığına göre beyaz ayarını manüel yapmalısın. Dene. Sabah erken kalkman gerekiyorsa çok geçe kalma ve üstünü sıkı giyin yoksa üşütür hasta olursun. 

9. DERS

YARATICI FOTOĞRAFCILIK

  1. Hiç böyle de ders olur mu, eski köye yeni adetler mi geliyor  deme. Fotoğraf artık sanat dalı olarak kabul görüyor dolayısıyla yaratıcı bakış açısına sahip olmalısın. Bunun içinde buraya kadar vermeye çalıştığım kuralları burada yıkmalısın. Tabii ki bazı temel kuralları çiğnemeden, yoksa fotoğrafın çıkmaz. Örneğin altın kuralı çiğneyip ufuk cizgini üçte bire değil beşte bire taşıyabilişin. Veya fotoğrafın tam ortasından geçirebilirsin. O zaman fotoğrafın ortasından ufuk çizgisi gecen fotoğraf olur.
  2. Renklerle oyna. White balans ayarınla oyna. Gündüz fluoresan ışığına ayarla gece güneş ışığına ayarla nasıl farklı fotoğraflar elde ettiğini göreceksin. Frapan, çarpıcı renkleri yan yana getirmeye çalış, etkili fotoğraflar elde edebilirsin.
  3. Netlik ayarını değiştir. Flu alanlar değişik duygular uyandırır. Bunun için f değeri küçük objektifler kullanmalısın. Flu şekiller ve renklerin birlikteliği güzel fotoğraflar yaratabilir. Aynı görüntüyü bir kaç kez değişik fokus ayarları ve kadrajlarla çek farkları gör. Ders çalışıyoruz ya… Bunlar da ödevlerin olsun.
  4. Nedense herkes fotoğraflarının net olmasını ister onun için ya üçayak kullanırız veya hızlı enstantane ile çekeriz. Oysa fotoğrafın içinde hareketli bir görüntü oluşursa da çok hoşumuza gider başka bir duygu yaratır. Bunun için enstantaneyi bir veya iki saniyeye ayarlayıp (tabii ışık ayarını hesaplayıp diyaframı ayarını da ona göre yapmalısın) hareketli görüntüler elde etmeye çalış.
  5. Bazı lensler görüntüleri deforme ederler. Onlardan edinmeye çalış, çocuklar sana doğum günü hediyesi almak istiyorlar, ben onların kulaklarına su kaçırırım.
  6. Yaratıcı fotoğraflar icin fotoşop bulunmaz bir olanaktır. Bu programı kullanmaya başladıktan sonra göreceksin yaratıcılığına sınır olmadığını göreceksin. Tanrının bir dijital fotoğrafçıya en büyük armağanı fotoşoptur sanıyorum. Corel Photo da fena bir program değil.
  7. İki fotoğrafın güzel bölgelerini tek fotoğrafta birleştirip fotomontaj yapabilirsin. Fotoşopta bu oldukça kolay. Fotomontaj yapmaya başladıktan sonra isi gücü bırakıp bilgisayarın basından kalkmak istemeyebilirsin.
  8. Çeşitli objeleri scanner in üzerine koyup taratıp yüksek çözünürlüklü görüntüler elde edebilirisin. Bunlarla da güzel montajlar yapabilirsin.
  9. Evde kendi stüdyonu kurabilirsin. Çok ucuza bir iki ışık kaynağı ile değişik objeleri kullanarak ve değişik ışıklar deneyerek “natürmort” fotoğraflar çekebilirsin.
  10. Fotokritik .com da yüzlerce binlerce su ve damlalarla çekilmiş deneysel fotoğraflar var onları da bir incele. Suya yukarıdan bir taş atıyorlar veya su damlatıyorlar suyun yüzeyinde oluşan damlacığı havada yakalıyorlar. Deneyerek ve uğraşarak bir kaç saat içinde öğrenebileceğin bir teknik. Sonra ne mi oluyor. Ben de “damla”nın fotoğrafını çektim diye anlatıyorsun. Ballandırmayı unutma ☺ benzer çalışmaları dumanla da yapabilirsin. Fikir bulmakta güçlük çekersen diğer sanat alanlarından ilham almaya çalış. İpucu vereyim; Hocam Merih Akoğul çok caz dinlerdi.

Elmas Özbey’in Dr Mehmet Ömür’le Röportajı

Fen Liseli arkadaşlarımızın büyük bir kesimine ulaşacağını düşündüğümüz bu söyleşimize fırsat verdiğin için teşekkür ediyor, öncelikle arkadaşlığımıza dayanarak, sence de uygunsa sana isminle hitap etmek istiyorum?

YANIT 1

Tabii ki Elmas. Ben de bu hitap şeklini tercih ederim. Arkadaşça, kardeşçe çok daha güzel.

Ben ilk defa seni İstanbul’un en iyi birkaç KBB hocasından biri olarak tanıdım. Fakat daha sonra çok farklı sıfatlarınla da beni şaşırttın. Sıkı bir şarap uzmanı oldun. Bu konuda kitaplar yazdın. Sonra fotoğrafçılığın ön plana çıktı. Yurtiçi ve yurtdışı sergilerin oldu, kurslar verdin ve vermeye devam ediyorsun.

KBB Hekimliğinden başlarsak, Prof. Dr. Mehmet Ömür nasıl bir doktordur, neler yaptı ve kendi alanında nelerle ilgilendi ve ilgilenmeye devam ediyor?

YANIT 2

Tüm meslek yaşamımda her zaman iyi ve güvenilir bir hekim olmaya özen gösterdim. Bana davranılmasını istediğim şekilde davranmaya gayret ettim. Bilgilerinizi hastalarıma onların anlayacakları şekilde anlatmak istedim.

Mesleğimde kendimi geliştirmek için fedakarlık etmekten kaçınmadım. Hastalarımın 24 saat hizmetinde olmaktan  memnuniyet duydum. Hiç mi hatalarım olmadı? Olmaz mı? Hekimlik gibi bir alanda insan faktörünün ön planda olduğu bir alanda bilim-zanaat ın bir arada olduğu, bilgi beceri dışında daha başka bir çok faktörün söz konusu olduğu bir alanda mükemmeli yakalamak bence mümkün değil.

Hekimlik çok yönlü ve zor bir meslek. Ve anladığım, sen uzunca bir süredir hekimlikten vazgeçmeden şarap ve fotoğrafçılıkla ilgilenmeye zaman bulabildin.

YANIT 3

Doğru, Elmas. Ben yaşamın kısa Ve çok güzel olduğuna inan ve mesleklerin yaşam boyu yapılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Be nedenle emeklilik dönemine geçmeden 10-15 yıl kadar önce emeklilik döneminde sıkılmamak adına sevdiğim bir kaç alanda kendimi yavaş yavaş geliştirmek istedim. Koku Ve tad alanında uzmanlığım olduğu için ve yeme içmeyi sevdiğim için orta eğitimim sırasında Fransız kültürünü tanıma olacağı bulduğum için önce şarap kültürü Ve gastronomi ile ilgilendim. Ardından da gençlik merakım fotoğrafa yöneldim. 2010-2011 dönemi bir yıl Pariste tam gün fotoğraf okulunda okuyup fotoğrafçı diploması aldım. Karanlık odayı bilirim. Şimdi tekrar filmli fotoğraf makineleri ile fotoğraf çekmeye geri döndüm. Başka bir lezzeti var.

Biraz da şarap merakından konuşalım. Aslında merak çok hafif bir kelime. Sen sınırsız bir şekilde hobini mesleğe çevirecek kadar ilerledin. 40 yaş üstü herkes bir parça şarap tadıcısı olur, sevdiği markalar ve üzümler netleşir ama kitap yazmaya kadar giden bir tutku ile bağlanmak ayrı bir şey. Bize biraz bu tutku nasıl başladı ve bu seviyeye nasıl geldi, anlatabilir misin?

YANIT 4

Şarap merakı da oldukça eskiye gider. Lise ve üniversite yıllarında yaz tatillerinde turist rehberliği yapardım. Kırmızı denildiğinde Yakut’un Beyaz denildiğinde Çankaya şarabının servis edildiği yıllardı. Turistler de su içmeyi bilmez lokal şarap tatmak isterlerdi. Tabii ben de onlarla birlikte. Hikaye böyle başladı. Sonra Fransız İtalyan ve diğer ülkelerin şaraplarını tanıdım. Rahmetli Tuğrul Şavkay’ın kurduğu “Şarap Sevenler derneğine” katıldıktan sonra da bu merak ivme kazandı. Çeşitli dergilerde köşe yazarlığı 10 yıl kadar sürdü ve “Şişedeki Aşk ; Şarap” adlı kitapla sonlandı. Daha sonra şarap ile ilgili dergilerin sırayla kapanmasından sonra da ilgi devam etti ancak entelektüel yaklaşım tamamen bitti.

Herhangi bir kurs aldın mı?

YANIT 5

pastedGraphic.png
pastedGraphic.png
pastedGraphic.png

Evet, WSET denilen bir kuruluşun eğitimini aldım. Wine and Sprit Educational Trust. Türkiye dahil 70 ülkede eğitim veren 1969 da kurulmuş dünyanın en yetkin şarap eğitim kuruluşu. 3 cü ileri seviye diplomam var. 5. seviye Master of Wine ve bunlardan dünyada astronot sayısından daha az sayıda bulunuyor. Ben işi o seviyeye götürmek istemedim. Nedenini sen bul

Hiç şarap yapmayı denedin mi? Ne sıklıkta şarap içiyorsun?

YANIT 6

Şarap yapmayı hiç düşünmedim. Bağcılık ve şarap üretimi dünyanın en zahmetli işleri. Bağ doğal şartlardan etkilenip bağcıyı çok zararlara sokabiliyor. Şarap ise yaramaz çocuk gibi azıcık gözden uzak tutarsan kötü yollara gider. Sirke olur. Ben işin en güzel en entelektüel tarafında durmak istedim. Tadım tarafında durdum.

Sana bir şarap markası çok yakışırdı diye düşünüyorum.

YANIT 7

pastedGraphic.png

Belki, kekremsi ama kolay içilen Adını da “Mira” koyalım istersen.

Ve fotoğraf… Kamera kaç yıldır elinde?

YANIT 8

Kamerayı AFL de iken 10. Sınıftan 11 e geçtiğim yıl elime aldım. Yani yıl 1969. Babamın hediyesi bir Kodak instamatic 100. Basit kartuşu bir makine idi. Üniversitede Canon larım oldu. Fbt ve A1 Black. Doktorluk döneminde fotoğraf ve makinelerden uzak kaldım. Bu hasret dijital dönemin başlaması Ve benim meslek kariyerimin sonuna yaklaşmasına denk geldi. Yine Canonla döndüm. Ixus küçük kompakt 2 MB rezolüsyonu olan bir makine idi. Canon un hemen bütün DSLR makinelerini elime alarak devamı geldi. D60 dan 5 D mark III e 15 yıllık bir serüven. Sony full frame makinesi ile devrim yapınca ben de ona geçtim. Bu birliktelik uzun sürmedi. 2 yıl önce tüm DSLR makine ve lenslerimi sattım. Filmli makinaların heyecanı, iPhone Fotoğrafçılığı, Mobil sanat, mikst medya heyecanı sardı tümden. 

Fotoğraf çekmek çoğu insan için bir hobi. Bazı insanlar seni sadece fotoğraf sanatçısı olarak tanıyor. Yurt içi ve yurt dışı sergilerin var. Bu süreci biraz anlatır mısın?

YANIT 9

pastedGraphic.png

Fotoğrafa geri dönüşüm muhteşem oldu. 15 yıldır yurt içi be yurt dışında 20 den fazla fotoğraf sergisi açtım. Çeşitli ödüller kazandım. Kapadokya İle ilgili bir sanat kitabı Ve iPhone Fotoğrafçılığı ile ilgili bir eğitsel kitap hazırladım. Bu yıl Pariste “Forced captivity” adlı bir sergi düzenliyorum. Tüm dünya mobil sanatçıları katılıyorlar. Paris-photo fotoğraf fuarı sırasında sokak Fotoğrafçılığı ile ilgili bir kurs düzenliyorum. Facebook da değişik mobil Fotoğrafçılık ve mobil sanatla ilgili grupları yönetiyorum. Sonuç olarak fotoğrafla yatıp sanatla kalkmaya başladım. Bu yıl 2 yıllık sürecek bir sanat tarihi okuluna yazılıyorum. Doktorluk dönemini azalttığım şu dönemlerde bu bana büyük bir mutluluk veriyor.

Oğlun da fotoğrafçı. Baba oğul olarak aranızda bir yarış var mı?

YANIT 10

Evet, oğlum çok iyi bir fotoğrafçı oldu. O bir profesyonel. Fotoğraf çekerek yaşamını sürdürüyor. Ben ise hala ileri amatör ve fotoğraf sanatçısı olarak görüyorum kendimi. Oysa ben fotoğraf adına masraflar yapmaya devam ediyorum.

Kesinlikle bir yarış söz konusu değil olamaz da. Onlar “digital nativ” biz “digital migrant”.

Dijital fotoğrafçılık seni bambaşka bir boyuta taşıdı galiba.

YANIT 11

Doğru, fotoğraf beni dünyaya başka türlü bakmaya, dünyayı farklı açılardan görmeyi öğretti. Bana sanat denilen büyük bir dünyanın kapısına getirdi. Mutluluk aracı.

Ve en son ilgilendiğin konu iPhone fotoğrafçılığı. Bu, tüm dünyada çılgınlık boyutunda. Herkesin elinde akıllı telefonlar ve çok çeşitli aplikasyonlar var. Bu konuda fark nasıl yaratılır?

YANIT 12

Bugün dünyada çekilen fotoğrafların % 85 i akıllı telefonla % 5 i iPad ile geriye kalan %10 ü da DSLR makinelerle çekiliyor. iPhone fotoğrafçılığında veya mobil fotoğrafçılık alanında fark yaratmak için önce cep telefonunuzun kamerasının teknik özelliklerini iyi tanımanız gerekir. Temel fotoğrafçılık kurallarını biraz biliyor olmanız gerekir. Ardından bir fotoğraf nasıl düzenlenir konusu gelir. Daha sonra da bol bol ustaların fotoğraflarına bakmak, fotoğrafla ilgili yazılar okumak, kurslar ve yarışmalara katılmak vs.

Drone çekimleri de beni çok heyecanlandırıyor. Geçen sene bir tatilimizde 600 metre yükselen ve 6 km çapında bir alanda dolaşabilen bir drone ile çekim yapma şansım oldu. Bambaşka bir bakış açısı sunuyor. Sen bunu nasıl değerlendiriyorsun?

YANIT 13

Drone fotoğrafçılığı fotoğrafa bugüne kadar bakmaya ve görmeye alışık olmadığımız bir açıdan dünyayı görme kolaylığı sağlayarak bizi başka bir boyuta taşıyor. Ancak zor kurallar var. Her yerde yapmıyorsunuz. İzin alma zorunluğu var.

Kurallarına uymak gerekir. Bu şartlar oluşturulduktan sonra inanılmaz zevkli bir fotoğrafçılık şekli. Ben de zaman zaman kullanıyorum.

Söyleşimizi bitirirken henüz su yüzüne çıkmayan başka bir ilgi alanın var mı diye sormadan edemeyeceğim.

YANIT 14

Gastronomi ve fotoğraf konularında derinleşmeyi yeğlerim sevgili Elmas. Benim bu röportajı yaptığın için sana teşekkür ederim.

Seni yaşama bağlayan uğraşlarına olan tutkularını hiç kaybetmemeni diliyorum. Tekrar teşekkürler.

BİR doktor…

BİR yazar…

BİR fotoğrafçı…

BİR şarap tadım uzmanı…

BİR mobilArt sanatçısı…

BİR güzel insan…

Prof. Dr Mehmet Ömür

+_________________________

Röportaj; Miryam Şulam

Bu dünyaya böylesi güzel insanlar lazım. Yine çok renkli, gözleriyle ışık saçan, mesleğiyle şifa dağıtan, mütevâzi ve beyefendi bir kişilikle tanıştım. Prof. Dr. Mehmet  Ö M Ü R İstanbul doğumlu. O bir Kulak-Burun-Boğaz hastalıkları uzmanı. Hobi olarak 20 yıl fotoğrafçılıkla uğraşmış, derken şarap kültürüne soyunmuş. 3 tıp kitabı ve mizah yönüyle dikkat çeken  ‘Horlama Kitabı’ var. ‘OyuncAŞKçı’ adlı şiir kitabında ise, aşkı dizelerine ustalıkla aktarmış Ömür.

2016 yılından itibaren Paris’te yaşıyor. Bu sene basılan değişik tasarımı Oğuz Şenoğuz’a ait, illustrasyonları Damla Esen çalışması olan, ‘Bordeaux Şarap Güncesi’ adlı kitabı büyük ilgi görüyor.

2010 yılında, Amerika’da başlayan ve hızla yayılan Mobil Art (Telefonla Digital Sanat) son yıllarda Mehmet Ömür’ün yeni ilgi alanı. Paris’te ve İstanbul’da verdiği seminerler sayesinde bir çok mobil art grubu oluşturan Mehmet Ömür’ün önderliğinde, Mobil Sanat Sergisi (TUMOBART), Türkiye’de ilk kez, Ekim 2017’de, Tomtom Suites otelinde gerçekleşti. Kendisiyle, sergiyi ziyaretim esnasında tanıştık. 

Doktorluk mesleğini sürdürdüğü Fulya Acıbadem’in cafe’sinde, onu ve yaptığı güzel işleri, sizlerle buluşturmak adına sohbet ettik.

Şükrü Mehmet Ömür, Saint Joseph lisesi orta kısmının ardından, Ankara Fen Lisesinden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde tıp ve Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Kulak-Burun-Boğaz hastalıkları okudu. Uzmanlığı için, Paris 6 – Pierre et Marie Curie Üniversitesinde Kulak Burun Boğaz, Baş Boyun kanserleri üzerine ihtisas yaptı. 1987 yaşında doçentliğini, 1994 yılında Profesörlük ünvanını kazandı. Çeşitli hastanelerde klinik şefliği yaptı.100 den fazla bilimsel makale yayımladı. 2010 yılından itibaren hobilerine zaman ayırmaya başladı. Pariste CE3P görüntü okulunda fotoğrafçı diploması aldı.

‘’Yaşamak ne güzel şey.. Anlayarak, bir usta, kitap gibi.. Bir sevda şarkısı gibi.. Bir çocuk gibi şaşarak yaşamak.’’demiş Nazım Hikmet. Yaşamın insana sunduğu nimetleri  en güzel şekilde değerlendiren insanlardan biri de sizsiniz Mehmet Ömür. Kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Yaşamın bize verilmiş bir hediye olduğunun bilincinde olarak, dürüst, çalışkan, üretici, güzel sanatlar, geziler, gastronomi gibi yaşamı güzelleştiren etkinliklerin içinde olmayı tercih eden bir hayat sürmeye çalışıyorum. Sağlıklı kalmaya özen gösteriyorum.

Öncelikli misyonunuz mesleğinizden ötürü, insanları iyileştirmek diyebiliriz. Neden Kulak-Burun-Boğaz uzmanı olmayı seçtiniz?

Ankara Tıp Fakültesinin son yıllarını okurken, çok sevdiğim KBB uzman Prof. Dr. Muharrem Gerçeker abimi sürekli ziyaret ederdim. Bu gidiş gelişler bana bu tıp dalının çok ilginç olduğunu düşündürdü. Özellikle tat, koku, işitme duyularının merkezine oturmuş bu dal, cerrahi ve bunun dışında da birçok olanak sunuyordu.  Karar vermem zor olmadı. Hiçbir gün de bu dalı seçtiğim için pişman olmadım. Mesleğimle ilgili çok yoğun çalıştım ve ona verdiğim emeğin karşılığını da aldım. Bunun için Tanrıya şükrediyorum.

2010 yılında doktorluk mesleğinize bir yıl ‘mola’ verdiniz.. Neydi bunun sebebi?

Her zaman, yaşamın sadece mesleki kariyer olmadığının bilincinde yaşadım. Ancak mesleğimin ilk 30 yılı bana hobilerimle ilgili çalışma olanağı tanımadı. Bu fırsatı 2010 yılında yakaladım. Gençliğimde de severek uğraştığım fotoğrafçılık ile ilgili olarak fotoğrafın doğduğu ülkeye bu konuda kendimi geliştirmeye gittim. 1 yıl Paris’te kaldım. CE3P görüntü okulunda her gün sabahtan akşama kadar bir şeyler öğrenmek, karanlık odada banyo ve baskı yapmak hayatımın en güzel günleri arasındadır. Öğrenmenin yaşı olmadığına ve insanı zenginleştirip mutlu ettiğine inanıyorum.

Fotoğrafçılık  diplomanızı aldıktan sonra, bugüne kadar, Paris, İstanbul ve Bozcaada’da birçok fotoğraf serginiz oldu. Fotoğraflarınızı çekerken veya veya sergilemeden önce özel bir teknik kullandınız mı? 

Fotoğrafın pür şeklini de seviyorum. Bununla birlikte, fotoğraftan yola çıkarak gözümüzün görmediği şeyleri ortaya çıkartmanın da peşindeyim. Fotoğraf makinesi, gözümüz kadar gelişmiş bir cihaz olmamasına rağmen, sanat  için bir araç olabiliyor. Bu bilinçle yıllardır arayış içindeyim. iPhone çıkalı beri de, telefonumla fotoğraf çekiyor, yaratıyor ve paylaştıkça da yolumun açıldığını görüyorum. Önümüzdeki yıl bir iPhone fotoğrafçılığı kitabım çıkacak. Ardından da iPhone sanatı kitabı.

Bir de organizasyonunu üstlendiğiniz fotoğraf gezileriniz var… Bugüne dek, nerelere gittiniz? En son gezinizden küçük bir anı alabilir miyiz?

Fotoğraf beni başlangıçta İzlanda, Patagonya, Norveç gibi soğuk ülkelere taşıdı sonra da Avrupa’nın hemen hemen tüm ülkelerini gezdirdi. Fotoğraf sürprizlere açık bir alan; sabırlı olmayı, öngörmeyi, hazırlık yapmayı, iyi gözlemci olmayı gerektiren bir uğraş. Hiç beklemediğiniz bir anda size en güzel fotoğrafınızı verebilir. Bazen de eli boş dönersiniz. İzlanda’ya ikinci gidişimde çok fotojenik bir noktada gece fotoğrafı çekecektim. Işığın uygun konuma gelmesini bekliyordum. Yorgunluktan uyuyakalmışım. Uyandığımda bütün beklediğim, kafamda kurduğum güzelliklerin geçip gitmiş olduğunu fark ettim. Tüm ekipmanı toplayıp döndüm.

Şaraba olan tutkunuz nasıl başladı ve şarap size ne anlam ifade ediyor?

Şarapla, gençliğimde fransız turistlerine rehberlik yaparken tanıştım. Her yemekte bir iki kadeh şarap içiyorlardı. Daha sonra French  Paradox denilen kavramı öğrendiğimde ne kadar doğru yaptıklarını anladım. Fransızların Amerikalılar kadar yağ tüketmelerine rağmen daha az kalp hastalıklarına yakalanmasına, düzenli bir şekilde içtikleri şarap neden olmaktadır. Buna French paradoks veya Fransız çelişkisi denilir. Şarabın taneleri içindeki resveratrol denilen antioksidan maddenin bu işte rolü olduğu, daha sonra bilimsel olarak gösterildi.

‘’Üzümün şarap olup şişeye dolmasına kadar geçen yolculuk güzel bir serüvendir. Bu heyecan Bordeaux’da bire bir yaşanır.’’

‘Bordeaux Şarap Güncesi’ adlı kitabı okurken, şarap üretimine dair kapsamlı bilgiler edindim. Küspe, önolog ve dikey tadım gibi yeni terimler de öğrendim. Hem akıcı, hem de çok faydalı bir kitap olduğunu düşünüyorum.  Her eve lazım  kitaplardan… 

Haklısınız. Bordeaux şarap günlüğü güzel bir kitap oldu. Şaraba dair bilgileri komprime halde verirken, zarif illüstrasyonlar da görsel belleğimizi harekete geçirerek daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bordeaux dünyanın şarap başkenti olarak kabul edilebilir.

Şarapla ilgili son olarak sormak istediğim, Türkiye’deki şarap üretimi hakkında ne düşünüyorsunuz ve yemeğin yanına şarap seçerken nelere dikkat etmemizi önerirsiniz?

Her türlü engele karşın, Türkiye’de şarap üretimi kalite ve kantite olarak iyiye gidiyor. Yeni butik üreticileri bu işe gönülleriyle ve kısıtlı imkânlarla katılıp çok değerli ürünler çıkartırken, büyük üreticiler de zaman zaman içine düştükleri rehâvetten kurtulup çok daha parlak işlere imza atıyorlar. Ancak sektörün önünde çok ciddi baskılayıcı tedbirlerin farkına varmamak olası değil.

‘’Şarapta en önemli faktör insan faktörü ve tecrübedir. İyi bir üzümden kötü bir şarap yapmak mümkün. Oysa kötü üzümden hiçbir zaman iyi bir şarap üretemezsiniz.’’

MobilArt, pek çok kişi için ilk kez duydukları bir sanat türü olabilir. O yüzden, Telefonla Sanat’ın nasıl  bir sanat olduğunu bize açıklar mısınız?

Bunu ikiye ayırabiliriz. Akıllı telefonlar ve üzerlerindeki kameralar sürekli bize eşlik ediyorlar. Bu kameralar ve telefonlarla güzel fotoğraflar çekip düzenleyip paylaşıyoruz. Fotoğraf çekme bu işin bir boyutu; diğer boyutu ise ortada hiçbir şey yokken aplikasyonlar ve elinizdeki değişik fotoğrafları kullanarak yepyeni, daha önce görülmemiş sanat eserleri, kolajlar yaratabiliyorsunuz. Atölyeniz avcunuzun içinde. Ressam gibi resmi yarım bırakıp işinizi görüp atölyenize geri gelmek zorunda değilsiniz. İşinize yolda, otobüs durağında beklerken veya metroda giderken devam edip bitince instagram, facebook veya web sayfanıza yükleyerek sürekli serginizi geliştirme şansına sahipsiniz. Bu çok güzel bir olanak değil mi?

Dünyada MobilArt diğer sanat dalları gibi kabul görmüş müdür? Her Mobil Art ile uğraşan sizce sanatçı mıdır?

Mobil Art dünyada, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde, sanal dünyada, sosyal medyada sürekli üretim halinde. Sergiler yapılıyor. Mobile Artisry (Mobil Sanat) kitapları çıkıyor. Sadece mobil aygıtlarda (iPhone, iPad) üretilmiş eserleri sergileyen galeriler var. Paris’teki smART GALLERY (Mobile Camera Club) buna güzel bir örnek. Sanat olarak kabul edilen mobil sanat, şimdilik, sosyal medyada öncü topluluklar aracılığı ile ilerliyor.

Yakın gelecekte, çok yaygınlaşacağını öngörmek hayalperestlik olmaz. Türkiye’de “iPhone fotoğraf ve sanatı”, “Appsturc” “Serbestmobil” ve “MAA Mobil Art atelier’ i bu topluluklara örnek olarak verebiliriz. Şu anda Apple Store’da mevcut 2 milyon aplikasyondan bazılarını kullanarak siz de güzel sanat eserleri üretebilirisiniz.

Türk Mobil Sanatçıları  (TUMOBART)  şimdilik kaç kişiden ibaret? Düzenli bir şekilde buluşup çalışmalar yapıyor musunuz? Özel kuralları var mı?

Türk Mobil Sanatçıları (Tumobart) yukarıda saydığım topluluklarda eser üretip paylaşan kişilerden oluşuyor. Bu topluluklar 200-300 arası kişiden oluşuyor. Bunların 50 kadarı aktif olarak çalışmalara katılıyor ve üretiyorlar. Paylaşılan eserlere yorumlar beğeniler ve öneriler geliyor. Bu şeklide arkadaşlarımız ilerliyor. Önümüzdeki yıl bir Sempozyum yapacağız; öncü sanatçı arkadaşlarımız eserlerini nasıl ürettiklerini gösterecekler. İstanbul ve Paris’te de, ayda bir,  iPhone fotoğrafçılığı ve sanatı için workshop ve eğitimler düzenliyoruz. iPhone ile sokak fotoğrafçılığı eğitimlerini, çeşitli şehirlerde yapıyoruz. Paris, İstanbul, Zürih, Roma gibi… Birlikte yemek yiyip tanışıp kaynaşmamız da bu etkinliklerin güzel avantajlarından. Boston’dan, San Francisco’dan, Hırvatistan’dan toplantılarımıza katılan arkadaşlarımız bile var.

MobilArt eserlerinizin çoğunda karga görülüyor. Karganın size göre sembolik bir anlamı mı var?

Kargamın orijinal adı “Watching Raven”. “Bakan Karga” anlamı yerine, ben ona “Gözleyen Karga” diyorum. Onun, yaptığım işleri gözleme görevi var. Çok akıllı. ☺ 

Bugüne dek fotoğraf yarışmalarında pek çok ödül aldığınızı biliyoruz. Bunlardan sizin için en anlamlı olan birkaç ödülü bizimle paylaşır mısınız?

ABD de Indianapolis te gönüllü bir kuruluş olan JCC den 2 yıl üst üste ödül kazandım; geçen yıl bir birincilik ve bir ikincilik kazandım. Bu yıl, Floransa’da NEM gurubunun sergilenme ödülünü kazandım. Bir ay boyunca, Santo Stefano al Ponte’de sergilendi. Yine bu yıl, bir eserim Brezilya,  Sao Paolo kentinde 45 gün boyunca sergilendi. MIS adlı görüntü müzesi Brezilya’nın en önemli görsel eser müzesi. Bu yıl 4.sü yapılan mObgraphia Cultura Visual festivalinde yer almak beni çok mutlu etti. Mobil sanat, sanat olmazsa, bu yollar tıkalı olur sanıyorum.

Söyleşilerinizden birinde ‘Şarapla ve fotoğrafla uğraşmak insanlara belirli bir olgunluk kazandırır. Hatta feylosof yapar dersek abartmış olmayız’ demişsiniz. Hobileriniz, yaşama bakış açınızda büyük bir  dönüşüme sebep olmuş mudur sizce?

Sadece fotoğraf veya gastronomi, şarap kültürü ile uğraşmak değil, tüm güzel sanatlarla, edebiyat, şiir, müzik, heykel, performans sanatlarıyla uğraşmak da, bence, severek yapıldığı sürece insan yaşamını değiştirir ve olumlu yönde geliştirir.

Son olarak, 8 Kasım’da, Paris’te, heykeltraş eşiniz Emel Ömür ile ortak açtığınız ‘Magiphone ve heykel sergisi’nin detaylarını sizden alabilir miyiz?

Her yıl Kasım ayının iki hafta sonu, Paris’te, Paris-Photo fotoğraf galerileri fuarı açılır. Dünyanın en önemli fotoğraf galerileri, fotoğrafçıları ve fotoğraf kitabı yayınevleri Paris’te toplanırlar. Ben de, 10 yıl kadar süredir bu dönemde, Rue de Seine galeriler sokağındaki “La Petite Galerie” de sergi açarım. Bu yıl, eşimle ortak bir sergi açtık. Kendisi heykeltraş, seramik ve Papier Mache sanatçısı. 

Sohbetimizin sonunda, ben kendisine bize aktardıkları için teşekkür ederken, o da bana  röportaj için teşekkür etme nezâketinde bulundu. Fransız ekolü insanların kibarlıkları, bence onların en güzel erdemlerinden bir tanesi. Memnun olduk Mehmet Ömür bey. 


Mayıs ayının son hafta sonu geleneksel AFL mezuniyet günüdür. Kutlamalar, konuşmalar yapılır. Yazar AFL’liler kitaplarını imzalarlar. Eğlenilir, güzel vakit geçirilir.

Önümüzdeki yıl bizim yani AFL 70 lilerin mezuniyetimizin 50 seneyi devriyesi. Bu önemli. Ben de bir yıl öncesinden dernek başkanımız Olcay Tatar’a söz verdim. Hem de evlenme yıldönümümüze denk düşmesine rağmen  gideceğim. Bu arada Olcay benden bir de yazı istedi. Ben de Bozcaada’da evlenmiş birisi olarak bu adalar merakından bahsedeyim dedim.

Son zamanlarda az ilgilenilmiş hastalıklar beni çok ilgilendirmeye başladı. Geçenlerde G.A.S. yani “Gear Aquisition Syndrome” u yazmıştım bu kez de “İslomania” denilen (hastalık denilir mi bilemiyorum) ruh halinden bahsetmek istiyorum. Yani bir nevi ada manyaklığı, adalarda kendini iyi hissetme durumu.

İsim babası roman, şiir, tiyatro oyunları, denemeler, gezi kitapları, edebiyat eleştirileri, yazmış, çeviriler yapmış 20. yüzyıl İngiliz yazarı D.H.Lawrence’dır.

Belki bu hastalık daha önceden de biliniyordu ama adını koyan odur.

Ölmeden 4 yıl önce yazdığı bir öykü kitabı bu. Ama böyle bir ruh halinin farkına varıp bu konuya girmesi islomania tabirinin yerleşmesini sağlamış.

Benim en sevdiğim ada Bozcaada ise en sevdiğim ada filmi de il Postino’dur. Türkçedeki adıyla Postacı filmidir.

Film Sicilyada Salina adasında çekilmiştir ve şilili  ünlü şair Pablo Neruda’nın yaşamından hayâli bir kesiti hikaye eder. Gerçek hayatında da Neruda 1952 yılında İtalya’nın Capri adasında yaşamıştır. Filmde adanın postacısı ile şair arasında gelişen sıcak dostluk anlatılır. Şair postacıya şiiri sevdirir, postacı şiirleri barda çalışan ve bir görüşte aşık olduğu güzel kızı baştan çıkartmak için kullanır.

Filmin tepe noktasını şu replik yapar. Güzel ada manzaraları eşliğinde şairle postacı arasında şu konuşma geçer.

Şair: Benim şiirimle kızı baştan çıkartmışsın.

Postacı: Senin yazdığın şiirle baştan çıkardığım doğru ama o şiir sana ait değil.

Şair: Nasıl yani? Benim değil mi?

Postacı: Evet, Şiir yazana değil ihtiyacı olana aittir.

Bu güzel naif ve romantik filmi seyretmenizi öneririm.

Başka bir yazar ve başka bir ada isterseniz Anthony Quinn’in muhteşem bir oyun çıkardığı efsane film Zorbayı seyredin. Giritte geçer.

Diğer ada  filmlerine gelince; Cordelli’nin Mandolini, Akdeniz, Doktor Moreau’nun adası, Visconti’nin Venedikte ölüm (Lido adasında geçer).

Yine sinema dünyasında kalalım isterseniz. Mel Gibson Fijide yerlilerin itirazına rağmen 15 milyon dolara  Mago adasını satın almıştır. Marlon Brando’nun  1965 de aldığıTetiaroa adasında şu anda bir kişi yaşamaktadır. O da oğludur. Aynı adanın batısındaki Onetahi adlı adacıkta 2000 m2 lik bir alanı 2004 de ölürken yazdığı vasiyetinde ölene kadar kullansın diye dostu Michael Jackson’a bırakmıştır. Ancak onun da bu adadan çok fazla yararlanamadığını anlıyoruz.  Sonuçta bundan anlıyoruz ki Brando ve Jackson da birer ada manyağı idiler.

İlk ada manyağı Roma imparatoru Tiberius’tur

Roma’dan sıkılıp kendini Neruda gibi Capri adasına atar ve ülkesini Villa Jovis denilen evinden yönetir.

Başka bir isloman Kaptan James Cook’tur. Pasifiklerin seyyahı ve fatihi o bölgelerdeki adaları o kadar sever ki İngiltereye dönmemek için her türlü numarayı çevirir.

Moby Dick’in yazarı Herman Melville’de bir ada manyağıdır. Moby Dick’ten sonra Taipi adlı kitabını Fransız Polonezyasın’da ve ardından Omoo adlı kitabını ise Tahiti’de yazar. Moby Dick yazarının kitapları 19 yüzyıl yazarlarını o kadar etkiler ki Jules Vernes ve Jack London ve Robert Louis Stevenson da ada manyakları arasına katılmakta tereddüt etmezler. Bunlardan Robert Louis Stevenson 1875 de bir mektubunda şöyle yazar.

“Bu gece çok sevimli bir adam bana o  Güney Denizi adalarını öyle bir anlattı ki oraya gitmek için içim yanıp tutuşmaya başladı. Yemyeşil güzel yerler; şahane bir iklim; saçlarında kırmızı çiçekler takmış kadınlar. Hiçbir şey yapmadan ve güzellikleri inceleyip, güneşte oturmaktan ve düşdüklerinde meyveleri toplamaktan başka hiç bir şey yapmadan durmak. İşte bu. “

Stevenson 15 yıl boyunca bu adalar arasında dolaşıp durmuş, ve sonunda Samoa adasında ev yaptırarak oraya yerleşmiştir. Halkla iç içe politika yapıp yazılarını yazmaya devam etmiştir.

Gelelim Lawrence Durrell’e Korfu adasındaki başladığı ada manyaklığı Rodos ve Kıbrısta devam etmiş gerçek bir ada hayranıdır. Kendisini hiçbir zaman İngiliz gibi görmemiştir. Oysa İngiltere de bir adadır.

Ernest Hemingway “Çanlar kimin için çalıyor” u Cuba ve Key West adalarında yazmıştır.

Georges Orwell 1894 ünü Jura adasında yazar.

Adalara en çok Anglosaksonlar meraklıdır. Ada edebiyatına ingilizlerin dışında en çok hollandalı Boudewijn Büch yazmıştır.  “Ada serisi”  4 kitaptan oluşur.

“Ne me quitte pas” nın şarkı sözü yazarı ve yorumcusu Jacques Brel akciğer kanseri nedeniyle yaşamının son dönemlerinde Marquise adasında yaşamış ve ölmeden önce Avrupa’ya dönüp “Marquise” adlı son longplayini çıkartmıştır.

Adalarla ilgili başka gerçek bir hikaye ünlü İrlandalı şair William Butler Yeats’in hastalıklı ve melankolik arkadaşı yazar John M. Synge’ye melankolisinden kurtulması için İrlanda’nın kuzey-batısındaki Aran adasına gitmesini önermesi  ile başlar. Synge sadece Aran adasında değil çevredeki tüm adalarda yaşayarak ada hayatından çıkardığı öyküleri yazar. Bu arada yıllar geçer o bölgenin tipik Kelt dilini öğrenir ve adalı olur çıkar.

AFL’li bilimsel beyinleri için de adalar ve bilimle ilişkiyi kuran nisbeten yeni bir kitap önerebilirim.(2006)

Jill Franks’ın “Islands and the modernists : the allure of isolation in art, literature and science” adlı eserinde Charles Darwin’in Galapagos adalarındaki hikayesi ve Margaret Mead’ın South Sea Island’daki antropolik çalışmaları ilginizi çekebilir. Bu kitapta Gaugin’in Parisin sıkıntılı atmosferinden kurtulmak için gittiği Tahiti adalarında yaşadıkları da size  BONUS olsun.

Bizde ise Sait Faik Abasıyanık’ın Burgazada aşkı bilinir. Zülfü Livanelli’nin metaforik romanı “Son Ada” bizi şaşkınlık içinde bırakan bir baş yapıt.

Orijinal adı “York’lu Bir Denizcinin, Kendi Kaleminden, Deniz Kazası ile Düştüğü Amerika Sahillerindeki Oroonoque Nehri Ağzındaki Issız Bir Adada 28 Yılını Geçirirken Yaşadığı Serüvenler ve Korsanlar Tarafından Kurtarılması” hepimizin çok iyi bildiği ve ilk ingiliz roman olarak kabul gören Daniel Defoe’in Robinson Crusoe adlı romanı da ilginçtir. Roman adadaki yaşamın detaylarını ve Robinson’un iç konuşmaları ve o anki duygu dünyasını yansıtır.

Aslında hepimizin iç dünyası da bence bir adadır ve çoğu zaman dışarıya kapanmışlıktır, kendiyle sınırlanmışlıktır ve dış dünyanın karşıtıdır. İçeriden dışarıya giriş-çıkışlar sınırlandırılmaya çalışılır ama engel olunamaz. İçeriye bazen çok fena girilir buna aşk deriz.

Biraz da fantezi yapalım:

İsveç’in başkenti 24000 adalık bir takım adaların 14 adası üzerine kurulduğunu biliyor muydunuz?

Andy Strangeway ise ada manyaklarının en beteri İskoçya adalarından 162 tanesine dafalarca gidip yaşamıştır.

Ada manyaklığı hastalığı ile ilgili yazacaklarım bu kadar. Yazmaya kalkılsa daha sayfalar dolar. Bence siz de biraz içinize bakın oradaki adalarınızı bulun onlarda gezinin, yaşamın tadını çıkartın.

La Cappadoce

Quand Alexandre partage l’Anatolie, l’État indépendant de Cappadoce apparait dans l’histoire 3e siècle avant JC et dure 4 siècles. Après les périodes Byzantine et Ottomane, aujourd’hui il se situe dans la Turquie moderne en Anatolie centrale. La Cappadoce occupait donc une situation stratégique, au carrefour des grands itinéraires nord-sud et ouest-est de l’Empire. la Cappadoce est riche en vestiges des civilisations successives. Plus de six cents églises et monastères d’époque byzantine sont conservés aujourd’hui dans les villages de la  Cappadoce. Elles sont de  l’époque paléochrétienne et vont jusqu’au 13e siècle. 

Le nom de Cappadoce vient de Katpatuka dans la langue des Hittites.

La région qui nous intéresse est celle où se trouvent la plupart des monuments byzantins et se situe entre le fleuve Kizil Irmak au nord, le mont Hassan (3250 m) à l’ouest et le mont Erciyes (3917 m) à l’est et les  chaines des montagnes Taurus au sud.

La Cappadoce a toujours surpris les visiteurs, séduits par ses paysages et ses monuments extraordinaires.

Paul Lucas,  a été le premier voyageur français, chargé par Louis XIV d’un voyage en Anatolie et en Cappadoce au début du XVIII siècle. Puis Charles Texier, John Hamilton l’ont suivis. Mais le voyage du père Guillaume de Jerphanion en 1907 qui a duré 5 ans a abouti d’une oeuvre monumentale et scientifique sur les eglises rupestres et la region.

La région se trouve à une altitude de 1000 et 1500m dominée par le mont Argée au sud de Kayseri, et le mont Hassan près d’Aksaray. Les étés sont brulants et secs et les hivers glacials et ennéigés.

L’érosion dûe à l’eau, au gel et au vent a modelé les roches multiformes.  La cimentation des cendres des volcans forme le tuf qui est très tendre et  facile à creuser ce qui explique la création des villes troglodytes.

Dans les vallées les cheminées de fée, les cônes, les pyramides sont nombreux. Et toutes les couleurs du tuf allant du blanc, à l’ocre ou jaune, et gris, et rose et violet sont en fonction de la densité et de la composition chimique du tuf donnant à ces paysages ce panorama unique au monde.

Dans les jardins poussent des légumes et dans les champs les pommiers, les abricotiers, les pruniers, les pêchers. La région a ses  vignes en gobelet et un raisin blanc exceptionel Emir excellent pour faire de vins mousseux. Mais il y a aussi lq culture du blé et des céréales. Il existe aussi l’elevage des animaux et des chevaux reputés depuis l’antiquité.

La région avec ses villes souterraines a joué à plusieurs reprises le rôle de refuge pour les premiers chrétiens lors des invasions arabes et byzantines.

La Cappadoce est un lieu mystérieux

La Cappadoce est un lieu mystérieux qui a inspiré les peintres, les sculpteurs, les auteurs, les photographes et même les caricaturistes. Yorgo Seféris, écrivain grec, lauréat du Prix Nobel de littérature en 1963, par exemple, a tenté de visiter toutes les églises de la région d’après les écrits d’un prêtre, appelé Père Jerphanion. 

On peut affirmer que dans l’ambiance si mystique de la Cappadoce découlant de sa structure extraordinaire il est impossible qu’une personne n’y prenne pas de photo.

J’ai voulu contribuer à l’héritage artistique d’une région pour laquelle j’ai un penchant passionné, et  par un effort de mon propre œil lui offrir un cadeau, même si petit.

Depuis mon enfance où j’allais en Cappadoce, les paysages de cette région m’ont tellement impressionné que des vue panoramiques sont engravées dans ma mémoire, ces paysages évoquant pour moi la surface de la lune.

J’avais pris des milliers de photos au cours des 15 dernières années parmi lesquelles j’en ai sélectionné quelques unes.

La Cappadoce est aussi une région historique interessant les photographes avec ses panaromas lunaire unique au monde sans oublier les églises rupestres peintes de fresques par les premiers chrétiens au monde.

Biographie 

Mehmet Omur a fait connaissance avec les appareils photographiques assez jeune. Adolescent il avait déjà un Kodak 100 et un Canon Ftb un peu plus tard. Au lycée il tirait lui-même ses photos au labo. Son métier de chirurgien (ORL) l’a empêché pendant 3 décennies de pratiquer son hobby d’enfance mais à la retraite il est revenu à sa passion. C’était le tout début de l’ère digitale: les appareils DSLR, les scanners etc. Il a passé une année à l’école de l’image CE3P à Paris pour se perfectionner et en est diplômé. Ré-impliqué dans la photographie depuis 2000, il travaille actuellement en tant que photographe et artiste mobile à temps plein.
A la suite d’une grande pratique de la photographie dans toutes ses dimensions du grand format à l’iPhone photographie, il s’est plutôt tourné vers le conceptuel, et la philosophie de cet art complexe qu’est la photographie.
Mehmet Omur a fait sa première exposition personnelle en 2003 à Bozcaada, une petite île dans la mer Egée. Il a partagé ses œuvres avec les amateurs d’art dans diverses expositions personnelles et a participé à plus de 20 expositions dans différentes villes.

Depuis une dizaine d’années il expose durant la semaine du Paris Photo à la Petite Gallerie; 35, rue de Seine, 75006.

Ses livres photographiques: Nature (2010), Ripple Marks (2010), Cappadoce (2014 première édition, 2016 deuxième édition en anglais), ont été imprimés.

Mehmet Omur est un chirurgien de l’oreille, du nez et de la gorge (ORL), qui travaille actuellement en tant que photographe et artiste mobile à temps plein.

Originaire de Turquie, résidant maintenant à Paris, ses œuvres mobiles en tant qu’artiste ont été exposées à Paris, Indianapolis, Florence et Istanbul. Il gère une dizaine de pages sur Facebook et son livre, “Shoot, Edit, Share: iPhone Photography”, a récemment été publié en Turc (Edition Remzi) en 2018. Il est également chroniqueur pour le magazine turc “Fotoğraf Dergisi”.
Il a reçu des prix comme “Vincent Versace Award for photographic Exellence” en 2011, Mention dans “National Geographic” , IPPA award en 2018,
Il est marié et a un fils. 

I owe Cappadocia a debt. A great debt that I have been trying to pay, but will never be able to. It is perhaps a debt of unrequited love. I had first visited this region by chance as a guide and a high school student, and have returned hundreds of times since. Who knows how many more times I will go there. Cappadocia has become an indispensable passion for me and I have bonded with it more and more each time.

Cappadocia is a magical place that has inspired painters, sculptors, authors, and caricaturists. Semih Balcıoğlu, the great caricaturist, and Hadosan Halıcılık, who sponsored the Cappadocia caricature festival for years, come to mind. Koray Göksel and many other authors allude to Cappadocia in literature. Nobel laureate poet Yorgo Seferis for instance, tries to visit all the churches in the region after the writings of a priest named Jerphanion. Samih Rifat, in return, follows Seferis’ traces with a camera in hand. I, on the other hand, am after the aura of Cappadocia.

There are lots of photography books that depict the incredible structure of Cappadocia. Kamil Fırat, Ahmet Ertuğ, and Şemsi Güner’s books are examples of prominent art books on the subject. It may be said that everyone takes photographs in such a mystical environment. It is not by chance that one of the top ten most beautiful photographs of 2013 was taken from a hot air balloon in Cappadocia.

One may ask, “Why publish another book?” You may think of it as a small gift to the unrequited lover. I wanted to present the gift, however small, of documentation through my perspective to this region that I am so passionate about. I chose 119 frames out of the thousands that I took of the area over the last 15 years; scenes that were etched in my memory during my school years as landscapes resembling the face of the moon. Consider this book a bouquet of flowers presented to my beloved.

One of Cappadocia’s leading institutions in cultural activities and carpet weaving, Hadosan, as well as Me-Di ENT Center and Mr. Mahmut Kavran, contributed to the preparation of this gift. I would like to offer them my gratitude. I would also like to thank my friend and photographer, Fethi İzan, who, much like an orchestra conductor, managed every detail during the printing phase of the book; Mehmet Ali Türkmen, owner of the book’s designer MAT Design; Alparslan Baloğlu, partner at A4 Ofset; and Orhan Alptürk, who wrote the foreword.

I hope that readers will travel the region through my eyes with this book, and that they will keep the book in a corner of their library. I wish you a life where you look at many beautiful things with joy, not just photographs.

Mehmet Ömür

Mehmet Ömür’s Cappadocia

One of the hardest things for a photographer to do is to continue his or her project over a long period of time and still maintain its continuity. The project may sometimes span for years, like in Mehmet Ömür’s case.

When selecting his subject, Mehmet Ömür faced a secondary challenge by choosing the Cappadocia region, one of Turkey’s, and indeed the world’s, greatest cultural heritage spots as the subject of his photographs. As he has said himself, his love and passion for the region, as well as a debt of gratitude carried over from his youth, resulted in this selection. I would advise photography enthusiasts who view his work to look at it with their emotions, not just with their intellect.

Cappadocia is as challenging for lovers of photography as it is interesting. The multi-layered historical, religious, and cultural make-up of the region creates a setting for natural views, and thus has been and continues to be used by countless photographers for everything from art photography to advertising. This overproduction and consumption is one of the most important challenges that the photographer faces when working on a new project. The photographer must be very attentive and careful to ensure original creativity. It is clear to see that Ömür approaches his Cappadocia project with these challenges in mind.

Above all, he has steadily continued to make photographic images that show the long-lasting love he feels for the region. In my opinion, his photographs have only deepened his emotions, perception, love, and passion. All these years, he has pursued the same thing in his images: aura. Ömür’s aura creates the unique visual language of photographic images that allude to an almost surreal world. A world where its mysterious, mystical, and multi-layered past intertwines with the moment the image is captured. It is obvious from the start that he does not consider his photographs to form a visual record of Cappadocia. Instead, he has engaged in an effort to create a unique visual language through the medium of photography.

Ömür’s mastery of light is revealed to be the essential element of this visual language.

Light is the main element of the unique inflection of his visual phrases. It can be inferred that he captures his photographs by selecting from the endless exposure time options the moment he discovers the Cappadocia that he himself would like to create. These moments are not meant to immortalize a specific instance or to record a documentation of the environment. The photographer instead succeeds in claiming a space from the material world of Cappadocia as his own photographic space. Natural light has been Ömür’s most significant ally in accomplishing this feat. The lighting he chooses always serves his subjective space and the photographic reality of the unconscious, and is sourced from the existence of this mysterious world.

The light brings out layers according to his desire. Of course, selecting black and white, or rather copper sepia, instead of color for his photographs has assisted him greatly in telling his visual stories.  Had he chosen color photographs, the photographic records from different seasons, spread out over many years, would have prohibited the emergence of a coherent visual language that is unique to Ömür’s project.

Limited compositions and an infinite depth of space make it pleasurable to turn the pages of this visual text.

One of the essential building blocks in Ömür’s project is the intertwining of life and death in this world, which has become his object. Every once in a while, you can see a cat following the traces of the past, or feel the continuity of life in the image of a horse carriage on a mud road. Pigeons and their freedom, remind you of love and all its many forms. Touristic hot air balloons take you from centuries past to the present.

As stated before, these images of living subjects do not serve as the narrative of a documentary record, but are used to create the visual language that Ömür has molded from the content.

What I can say in conclusion is that you hold between your hands a world of visualization that you will always enjoy looking through.

Orhan Alptürk, Orak 2014 – Izmir

La Maison Des Photographes 11 rue de Belzunce 75010 Paris

Kapadokya’ya borcum var. Ödemeye çalıştığım, ancak asla ödenemeyecek büyük bir borç. Karşılıksız sevginin borcu gibi… Lise yıllarında tesadüfen rehber olarak geldiğim bu yöreye yüzlerce kez döndüm. Kimbilir daha kaç kez gideceğim. Kapadokya bende vazgeçilmez bir tutku oldu. Her seferinde biraz daha bağlandım.

Kapadokya ressamlara, heykeltıraşlara, yazarlara, karikatüristlere ilham olmuş büyülü bir yer. Karikatür denince akla Semih Balcıoğlu ve Kapadokya karikatür festivallerini yıllarca düzenleyen Hadosan Halıcılık geliyor. Koray Göksel

ve birçok yazar Kapadokya’yı edebiyata konuk ediyor. Nobel ödüllü Yunan şair Yorgo Seferis, örneğin, Jerphanion adlı bir rahibin yazdıklarının peşinden bölgenin tüm kiliselerine girmeye çalışıyor. Samih Rifat da elinde fotoğraf makinesi Seferis’in izini sürüyor. Bense Kapadokya’daki ‘aura’nın peşindeyim.

Kapadokya’nın olağanüstü yapısını gösteren çoğu turistlere yönelik rehber amaçlı olmak üzere onlarca fotoğraf kitabı var. Kamil Fırat, Ahmet Ertuğ, Şemsi Güner’in kitapları ise önemli birer sanat kitabı örneği. Aslında böylesine mistik bir ortamda fotoğraf çekmeyen yok denilebilir. 2013 yılının en güzel 10 fotoğrafından biri Kapadokya’da balondan çekilmiş.

“Peki, o zaman neden bir kitap daha?” diye sorulabilir. Karşılıksız seven sevgiliye küçük bir armağan olarak düşünebilirsiniz. Tutkuyla bağlı olduğum bölgeye, benim gözümden bir belge bırakmak, küçük de olsa bir armağan sunmak istedim. Öğrencilik yıllarımda hafızama kazınan ay yüzeyini andıran görüntülerden son 15 yılda çektiğim binlerce fotoğraf karesi arasından 119 tanesini seçtim. Bu kitabı sevgiliye uzatılan küçük bir demet çiçek olarak kabul edin.

Bu hediyenin oluşmasına, Kapadokya’nın, halıcılıkta olduğu gibi kültürel aktivitelerde de öncü kuruluşlarından Hadosan, Me-Di KBB Merkezi ve Sayın Mahmut Kavran da katkıda bulundu. Buradan kendilerine teşekkürü borç biliyorum. Kitabın basım aşamasında bir orkestra şefi gibi herşeyi büyük titizlikle yöneten fotoğrafçı arkadaşım Fethi İzan’a, kitabı tasarlayan MAT Design’ın sahibi Mehmet Ali Türkmen’e ve A4 Ofset sahibi Alpaslan Baloğlu’na, kitaba önsöz yazan Orhan Alptürk’e de ayrıca teşekkür ediyorum.

Dilerim kitabı eline alanlar bölgeyi benim gözümden gezer ve onu kütüphanelerinin bir köşesinde saklar. Sadece güzel fotoğraflara değil, daha birçok güzel şeye zevkle bakacağınız bir yaşam dileğiyle.

Mehmet Ömür

Kanyonlar, taş kaleler, mağaralar, kayadan oyma evler labirenti… Doğa ve tarihin kucaklaştığı, birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, sanatçılara ilham olmuş, büyülü topraklar…

Prof. Dr. Mehmet Ömür, tutkuyla bağlı olduğu Kapadokya’nın ‘aura’sının izini sürüyor. Öğrencilik yıllarında, bölgede rehberlik yaptığı dönemlerde hafızasına kazınan, Ay yüzeyini andıran görüntülerden son 15 yılda çektiği binlerce fotoğraf karesi arasından 120 tanesini, ‘karşılıksız seven sevgiliye küçük bir armağan’ olarak sunuyor; Kapadokya ruhunu yeniden keşfetmeniz için.

Kapadokya adlı kitap, Fethi İzan’ın editörlüğünde ve Mehmet Ali Türkmen’in hazırladığı tasarımla, A4 Ofset’in özenli baskısıyla fotoğrafseverlerin karşısına çıkıyor.

Hadosan, Me-Di KBB Merkezi ve Mahmut Kavran’ın katkılarıyla hazırlanan kitap, sizi mistik bir yolculuğa davet eden, sanatsal bir rehber.

PROF. DR. MEHMET ÖMÜR

1951 yılında İstanbul’da doğan Mehmet Ömür, orta öğrenimini Saint Joseph Lisesi ve Ankara Fen Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1977’de Ankara Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Bursa Uludağ Üniversitesi’nde uzmanlığını tamamladı. Paris’te Saint Antoine, Saint Louis, Laeennec Hastaneleri’nde çalıştı. 1986 yılında doçentlik ünvanını aldıktan sonra iki yıl Haseki Hastanesi’nde KBB bölümü şefliğine, 1993 yılında da Haseki Hastanesi baş hekimliğine atandı. 1996 yılında profesör oldu.

Yerli ve yabancı dergilerde yayınlanmış 81 tane bilimsel yayını bulunan Mehmet Ömür’ün, 1992’de Larenks Kanseri ve Boyun, 1994’te Baş-Boyun Anatomisi, 2004’te Obstrüktif Uyku Apnesi ve Horlama adlı bilimsel kitapları yayınlanmıştır.

1990 yılında kurduğu KBB Postası adlı derginin 1996’ya kadar editörlüğünü yapan Mehmet Ömür’ün, Sesin Peşinde (2001) adlı popüler bilimsel kitabı ve Oyuncaşkçı (2004) isimli şiir kitabı da yayımlandı. 150’ye yakın bilimsel makalesi basıldı. Çeşitli dergilerle gazetelerde gezi ve yemek kültürü yazıları, Tempo Dergisi ve Vatan Gazetesi’nde Şarabi isimli şarap köşesini hazırladı ve bu yazılarını, Kadehteki Aşk: Şarap kitabında topladı. Şarabi köşesini, halen Bağımsız Dergisi’nde sürdürmektedir.

2000 yılından bu yana fotoğraf sanatıyla uğraşan Ömür, Paris’te bir yıl fotoğraf eğitimi aldı. İlk kişisel sergisini 2003’te Bozcaada’da açan Ömür, eserlerini yurtiçi ve yurtdışında çeşitli kişisel ve karma sergilerde sanatseverlerle paylaştı: Des Illusions (2004, La Petite Galerie, Paris), İstanbul’dan (2004 Galeri Oda, İstanbul), 2, 8/2 (2006, Arkeo Pera, İstanbul) , Fikret Mualla’nın 40. Yılı Anısına (2007, La Petite Galerie ile beraber, AKM, İstanbul ve 8. Bölge Belediyesi, Paris), Kafamı Sıkan Şeyler (2008, Galeri Kent, İstanbul), Doğa-Nature (2010, Uğur Varlı Fotoğraf Galerisi, İstanbul), Les Capitales Europeennes (2010, La Petite Galerie, Paris). Fotoğraf, Mehmet Ömür için bir tutku. Makinesini yanından hiç ayırmıyor. Ruhunun derinliklerindeki ihtiyaçlarını, fotoğrafı araç olarak kullanarak doyurmaya çalışıyor. Ömür, fotoğraf çekmek için zaman, mekân veya ışık tanımayanlardan. Bazen projelerini geliştirmek için fotoğraf çekiyor, bazen de güzellikleri ölümsüzleştirmek için.

Bazı anları ölümsüzleştirerek, geriye sanat değeri de olabilecek belgeler bırakmayı amaçlıyor. Bu belgeyi bırakırken de farklı bakış açısını yansıtmaya çalışıyor. Fotoğrafla sadece gerçekleri görmediğimizi, fotoğrafın içinde daha başka derinlikler de olduğunu düşünüyor.

Mehmet Ömür evli ve bir çocuk babasıdır.

MEHMET ÖMÜR’ÜN MÜTHİŞ FOTOĞRAF ALBÜMÜ;  KAPADOKYA.

Mehmet Ömür ‘’Kapadokya’ya borcum var’’ diye başlamış, Kapadokya ile olan ilişkisini anlattığı  albüm yazısına. Lise yıllarında rehber olarak geldiği bu yöreye yüzlerce kez döndüğünü tutkuyla anlatıyor. Çalışmasına gerekçe hazırlıyor.

KİMDİR.

Yerli ve yabancı tıp dergilerde yayınlanmış 100 den fazla bilimsel yayını olan bir doktor, hem de çok ünlü bir doktor olan, dostum Mehmet Ömür ülkemizde çok az sayıda bulunan ‘’üretmeden duramayan’’ kişilerden biridir. Bir insan için ne büyük mutluluk.

Çok yönlülüğüyle tanınan, sanat dostluğuyla bilinen değerli Mehmet Ömür’ü fotoğraflarıyla uzun yıllardan beri tanırım. Geçmiş yıllarda da küratörlüğünü yaptığım bir galeride sergi ve kitabını hazırlamıştım.

Mehmet Ömür türünde doktorlar için söylenen ‘’tıbbiyeden en son doktor çıkar’’ özdeyişinin kendisi hakiki karşılığıdır. Yalnız şarap üzerine olan kitapları ile değil pek çok çalışmasıyla bilinir. Geçen dönemlerde çok yoğun mesaisinden sıyrılıp  kendisine bir yıl izin verip, Paris’teki evine kapaklanıp, özel bir okulda CE3P Ecole de l’image’da baştan fotoğraf eğitimi alarak  ülkesine döndü, bunun yanında da Paris’in bir gurme olarak restoranlarını gezip kitaplaştıran, eşine rastlanması çok güç, yaratıcı bir kimliktir o. Kendisini tanımak benim için gerçekten bir iftihar vesilesidir.

ALBÜM.

Gelelim albüme; Yazı bölümü Mehmet Ömür’ün açıklaması ile başlıyor ve  İzmir’li fotoğraf sanatçısı Orhan Alptürk’ün ‘’Mehmet Ömür’ün Kapadokyası’’ başlığı olan,  tanıtım yazısı ile devam ediyor. Sonrası fotoğraflar, fotoğraflar.  Özellikle çalışmasına seçtiği sepya-kahverengi  ton yaklaşımı, her sahneyi üst düzey zevkli bir estetikle görsel bir tablo haline getirmiş. Bildiğimiz Kapadokya’ya dair çok özenle düşünülerek çekilmiş fotoğraflar bunlar. İncelikli bir kurgu ile kadifemsi siyah beyazdan sepyaya döndürülmüş, ışık kullanımında adeta ressam edasıyla yaklaşılmış özgün bir çalışma.

Baskının bir yorum olduğunu bilen üst düzey profesyonel A4 Matbaacılığın tüm teknik kadrolarına da buradan selam olsun. Onlar ülkemiz fotoğraf yayıncılığına çok derin bir ivme kazandırdılar, var olsunlar.

Mehmet Ömür;  Fotoğraf çekmenin ürkütücü kolaylığına, esir olmadan her kompozisyonu dikkatli, coşkulu bir yaklaşımla, özenle kurgulamış. Genel bakışlar dışında, ışık ve gölgenin getirdiği, bir detaylar dizisi yapmış. Özellikle günün geç ve erken saatlerinde gölgeli fotoğraflara özel bir yaklaşım göstermiş. Hepsi bizi düşünmeye davet eden fotoğraflar.

Fotoğrafların kompozisyonlarında gökyüzünün olduğu yerlerde yoğun koyu fon filtresi kullanıldığını görüyoruz. Eğer bu işlem photoshopla çözümlenmediyse, o tür kompozisyonlar dekupe grafikle şık heykelsi yapılar haline gelmiş.

Doğrudan fotoğraf iki  temel üzerinde yükselir, biri doğa, diğeri yaşam. Albümde az da olsa Kapadokya çevresine ait yaşam fotoğrafları da var. Çocuklar, çoban ve sürüsü, arabayla tarla dönüşü, bekçi gibi figürler, kompozisyonlar. Bunlar da aşkolsun dedirten, mükemmel yapılar, yorumlar. Yapıt ile yaşam arasındaki ahenk ustaca kurulmuş, var olan yaşama, betimlenen sahnelere anlamlar yüklenmiş. İyi fotoğraf bizleri yeniden hayata döndürür, fotoğraf sanatının diriliğine inancımızı yenileyebilir. İşte Mehmet Ömür’ün Kapadokya albümü başarısı burada.

Mehmet Ömür Kapadokyada güvercinlik olarak bilinen yapılara özel bir ilgi göstermiş. Oralarda kullandığı özenli teknikle doğa bir seramik yapılanması gibi gösteriliyor. Ayrıca Kapadokya’yı Kapadokya yapan eski bir yanardağ olan Erciyes’in de uzaktan peyzaja selam veren birkaç fotoğrafı da çok tadında. Ayrıca bu tür albümlerde bence olması gereken dört mevsimlik yaklaşım, yani ilkbahar- yaz, sonbahar- kışın da Kapadokya’yı nasıl sarıp sarmaladığının da bir sergilenmesi. Kar peri bacalarını bir rüyaya çevirir. Fotoğraf görünen dünyayı kaydeder, iyi doğa fotoğrafları bize kuru kuruya ağacı, bulutu, çiçeği, yeri göğü sunan bir veri yığını değil, bir ruh sanatıdır.

Modernliğe dair birkaç turistlik balon detayı hariç yeni bir yapılanma görülmüyor. Asılolan Kapadokya’nın özel dokusu, yapısı. Kapadokya yöresinin klasik açılarına iltifat etmemiş Mehmet Ömür, onları çok farklı bir biçimde işlemiş. Donanımında as olan bilgi birikimini bizim için bir haz haline dönüştürmüş. Tüm fotoğraflarda üstün bir fotoğraf duygusu fotoğraf dili, fotoğrafça var.  

ANLATIM VE TEKNİK YAPI.

İnancıma göre fotoğraf temelde görüp göstermektir. Ülkemizde henüz pek çok çalışmada maalesef kameranın fotoğrafçıdan fazla gördüğüne şahit oluyoruz. Elbette Mehmet Ömür’ün Kapadokyası hariç. Buradaki fotoğraflar sıradan temsil edilemeyen yapıların, doğru temsil edildiğini anlaşılabilir bir açıklıkla bize gösteriyor, ulaştırılıyor. Kapadokya’nın yalnız espirisini değil bu ruhunu da aurosunu da hissediyorsunuz.

İyi fotoğraf, insanlığa anlam veren ve bilincimizi büyüten çok önemli bir medyumdur. Kapadokya Mehmet Ömür’ün temel konusu gibi dururken aslında onun da altını çizdiği Walter Benjamin’in deyimiyle , o konunun aurosunu ortaya koymak peşinde. Son derece dikkatle çözümlenmiş bir ışık ve gölge destanı.  Kapadokya albümündeki fotoğrafların beni büyülemesinin açık nedeni de bu.

30 cm x 30 cm Kare boyutunda 120 fotoğraf sayfası olan, olağanüstü bir çalışma. Fotoğraflar daha çok sayfanın sağa yanına istiflenmiş. Double pagelerde oradan açılıyor. Çok iyi bir grafik yapısı var albümün.

JENERİK.

Kitap Tasarımı ; Mehmet Ali Türkmen, MAT Design

Yayına Hazırlayan ; Fethi İzan

Post Prodüksiyon ; Can Çetinkaya, Mehmet Ömür

Baskı Tarihi ; 2014

Baskı – A4 Ofset Matbaacılık San. Ve Tic. Ltd. Şti

Baskı Tekniği ; Tritone, üzerine noktasal parlak vernik.

Kağıt: 160 gr/m2 Moorim, Renoir Natural White

Katkıda Bulunanlar ; Hadosan Halıcılık, Me-Di KBB Merkezi, Mahmut Kavran, P Blok

Linkler; mehmetomur.net, me-di.com.tr, momurum.smugmug.com

SONUÇ.

1980’lerden bu yana fotoğrafın imge dünyasının tükendiğini ima eden pek çok yaklaşım ve iddia görüyoruz, okuyoruz. Aslında postmodern fotoğrafçılığın da giderek boy attığı ortada. Artık neredeyse doğrudan fotoğrafa yüz verilmeyecek. Herkes postmodernizmi dünyamızla asla yüzleşmediğini unutuyor. Bence postmodernizmin rayından çıktığı yer de burasıdır.  Kahrolsun modalar ve yaşasın doğrudan fotoğraf ve tabi yaşasın Mehmet Ömür. Ama ben bu yaklaşımı fotoğrafın eşyasına, doğasına aykırı gördüğüm için özellikle Mehmet Ömür’ün Kapadokya’sının bu alışılmışın dışında modernizme köprü olan bir çalışma olarak selamlıyorum. Çağdaş ve postmodern sanat ve estetiğin eskinin yenilgisi üzerine kurulmadığını, kurulamayacağını biliyorum. Bu çalışma da bunun ispatı.

Neticeten fazla söze gerek yok, gerçekten çok özgün, özenli bir çalışma. Mehmet Ömür bu noktaya uzun bir kültürel yolculukla ulaştığı ortada. Kitabın büyük bir bütçe ile yapıldığına hiç kuşku yok. Sanırım bir daha bu yapıda, ciddi fotoğrafçası olan bir başka kitapla, bu yaklaşımın kısa sürede aşılabilineceğini hiç düşünmüyorum. Helal olsun.

Albüme ciddi destekler bulunduğu kayıtlı. Aman ne güzel ancak bu destekleri bulabilecek başkaları da olmasına rağmen niçin ortaya bu mükemmeliyette işler çıkmıyor. Ayrıca albüm vesilesiyle bunun üzerinde de fotoğrafımız açısından düşünmek lazım!

Mehmet Ömür  1951 doğumlu, henüz üst düzey sanat uğraşısı için genç. Ancak, o yaşamı ciddiye alan tutku dolu bir kişidir. Bu yapısı ve temposuyla bakalım daha bize neler, neler gösterecek. Beynine, gözüne sağlık Mehmet Ömür, sen çok yaşa emi.

Gültekin Çizgen

Sanat Yazarı – Küratör

  Bir fotoğrafçı için en zor çalışma biçimlerinden biri seçtiği projesini devamlılığını koruyarak uzun soluklu bir şekilde sürdürebilmesidir. Bu bazen aylara bazen de Mehmet Ömür’ün yaptığı gibi yıllara yayılabilir…

  M.Ömür projesinin konusunu seçerken de ikinci bir

zorluğu göz önüne almış. Türkiye’nin ve dünyanın en önemli kültür miraslarından biri olan Kapadokya böl-

gesini fotoğraflarının nesnesi kılmıştır.Kendisinin de dile getirdiği gibi bu yöreye olan aşkı, tutkusu . bir biçimde gençlik yıllarından gelen gönül borcu bu seçime neden olmuştur. Bu fotoğrafları izleyecek fotoğraf severlerin tam da bu nedenle  sadece akıl gözüyle değil gönül gözüyle de bakmasını salık veririm.

  Kapadokya her anlamda çok ilgi çekici olduğu kadar bir çok anlamda da bir fotoğraf aşığını zorlayacak bir konudur. Yörenin çok katmanlı tarihsel, dinsel, kültürel yapısı bir doğal görüntü platformu yarattığı için  bugü-

ne kadar sayısız fotoğrafçı tarafından inanılmaz bir biçimde reklamdan, sanatsal alana kadar görüntülen- miş ve görüntülenmeye devam edilmektedir. Bu aşırı üretim ve tüketim her zaman için yeni bir projenin önünde bir biçimde fotoğrafçının en temel sorunların -dan birisidir. Özgün yaratıcılığı için çok dikkatli ve özenli olması gerekmektedir.

  M.Özer’in de tüm bu zorlukların farkında olarak Kapadokya projesine yaklaştığını görmek hiç zor değildir…

  Her şeyden önce çok uzun yıllar,  yöreye dayanan sevgisinden kaynaklanan fotoğrafik görüntüleri ısrarla üretmeye devam etmiştir. Kanımca fotoğrafik görüntüleme adeta duygularını,algılamalarını,sevgi ve tutkusunu daha da derinleştirmiştir. Ama tüm bu yıllara yayılmış görüntülemelerde hep aynı şeyin peşinde koşmuştur;aura…Özer’in aurası ise; gizemli, mistik, çok katmanlı bir geçmiş ve görüntüleme anının içe içe geçtiği, adeta sürreal bir dünyaya sürtünen fotoğrafik görüntülerinin özgün bir görsel dilini yaratmaktır.En baştan itibaren  fotoğraflarını Kapadokya’nın bir görsel kaydı olarak  ele almadığı apaçık ortadadır. Aksine varolanın görsel kaydının fotoğrafik  dil aracılığı ile bir özgün görsel metin yaratma çabası içinde olmuştur.

  Fotoğrafları izledikçe bu görsel dilin temel yapı taşının ışık kullanımındaki ustalık olduğunu görürüz.

Işık onun görsel cümlelerinin özgün tonlamasında başat unsurdur. Sonsuz exposure time(pozlama süresi)

seçenekleri içinden kendi yaratmak istediği Kapadokya uzamını gerçekleştirecek an’ı seçerek çekimlerini gerçekleştirdiği apaçık ortadır. Bu an’lar bir an’ı ölümsüzleştirmek ya da ortamın bir belgesini kayıt altına alabilmeye yönelik tercihler değildir.Bunun nedeni nesnel dünyaya ait bir uzamı (Kapadokya) kendi fotoğrafik uzamı kılabilmektir. Bu bağlamda doğal ışık M.Özer’in en önemli yardımcısı olmuştur.

 Seçtiği ışık her zaman için bu gizemli dünyanın varlığı üzerinden bir öznel uzamın ve bilinçdışının fotoğrafik gerçekliğinin hizmetkarı olmuştur.

  Işık onun istediği katmanları ortaya çıkartır. Tabiiki

renkli bir fotoğraf anlayışı yerine Siyah-beyaz, daha doğrusu bakır sepyaya yakın bir tonlamayı seçmesi onun istedği cümleleri kurabilmesinin en önemli yardımcısı olmuştur.Tam tersine,renkli bir seçimin yapılması yılların değişik mevsimlerine yayılmış fotoğrafik kayıtların  Özer’in projesinde özgün bir görsel dil’in ortaya çıkmasına engel olacaktır.

  Kapalı bir kompozisyon ve sonsuz alan derinliği anlayışı görsel metninin sayfalarını bir haz içinde çevirmemize neden olmaktadır.

  Özer’in bu prosindeki temel yapı taşlarından biri de kendisine nesne kıldığı bu dünyada yaşamın ve ölümün iç içeliğidir. Bir bakarsınız adeta geçmişin izlerini süren bir kedi ortaya çıkar. Ya da bir atlı arabanın toprak yolda ilerleyişinde yaşamın sürekliliğini,devam ettiğini yaşarsınız. Kendi özgürlükleri içindeki güvercinler size sevginin her türünü anımsatır. Turizm balonları sizi yüzyılların geçmişinden şimdiye, bugüne taşır…

Fakat bu yaşamın görünümleri Özer’in içerik üzerinden onun yarattığı görsel dile hizmet etmektedirler.Yoksa yukarıda da belirttiğim gibi onun amacı bir belgesl kayıt ortamı ortaya koymak değildir.

 Sonuç olarak söylebileceğim şey, her zaman sayfalarını çevirmekten büyük keyif alacağınız bir görsellik dünyasını ellerinizin arasında tutmakta olduğunuzdur.

                                                                 Orhan ALPTÜRK
                                                                 Ocak 2014-İzmir