James Nachtwey ve Savaş Fotoğrafçılığı
Sadece ölüler savaşın sonunu görür.. Platon
Plato dünyada savaşların hiç bitmeyeceğini daha milattan önce görmüştür.
Günümüzde ülkemizde en önemli savaş fotoğrafçısı Coşkun Aral ise dünyadaki en önemli savaş fotoğrafçısı James Nachtwey’dir. “Ben bu olaylara şahitlik ettim. Fotoğraflarım da kanıtlarıdır. Bu kaydettiklerim unutmasın ve tekrar etmesin” diyen Nachtwey’in retrospektif sergisi 29 Temmuz 20018’e  kadar  Paris’te MEP’de izlenebilecek.— Savaş fotoğrafçılığı konusunda yazdığım üçüncü yazı bu. Savaşı ve savaş fotoğrafçılığını sevdiğimden değil. Sadece savaş fotoğrafçılığının, savaşların vahşetini göstererek toplumların savaşa karşı duyarlılıklarını artırmayı arzu etmemden. 2010 yılındaki fotoğraf eğitimim sırasında Don McCullin ile başladı bu macera.https://www.mehmetomur.net/don-mccullin-ve-savas-fotografciligina-dair/Daha sonra da devam etti. Son zamanlarda ‘Bu konuyu unuttum mu?’ derken Maison Europeene de la Photographie’deki James Nachtwey’in retrospektif sergisini gezme fırsatını buldum. Hemen hemen her fotoğrafın karşısında çakılıp kaldım ve dakikalarca baktım. Çok etkileyici, insan içini sızlatan, uzun süre düşünmek zorunda bırakan görüntüler.  İnsanoğlu bu gün hala bunlara maruz kalmak durumunda mı? diye düşündüren fotoğraflar. Tabii ardından Sait Faik’in ünlü sözü geldi aklıma: “Yazmasam çıldıracaktım”. James Nachtwey 1948 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde dünya gelmiştir. Massachusetts’te sanat tarihi ve siyaset bilimleri eğitimi alır. Fotoğrafla ilgilenmesindeki tek amaç savaş fotoğrafçısı olmak içindir. Önce Time dergisinde ardından Black Star’da görev yapar. 1985’e kadar Magnum’da daha sonra kendi kurduğu VII ajansta çalışır. Mesleğe önce serbest fotoğrafçı olarak başlayan, daha sonra dünyanın çeşitli sıcak noktalarından gönderdiği fotoğraflarla bana göre asrın ve belki de  gelmiş geçmiş tüm savaş fotoğrafçıları arasında en önemli üç savaş fotoğrafçısı(diğerleri Robert Capa, Don McCullin) arasına giren Nachtwey halen New York’ta, uyuşturucu ve göçmenler gibi hassas konular üzerinde çalışıyor.Bu yazı ilginizi çeker de James Nachtwey hakkında daha çok bilgi almak isterseniz Christian Frei’nın 2001’de Oscar adayı ‘War Photographer’ filmini izleyebilirsiniz. Savaş karşıtı iseniz kesinlikle izlemelisiniz derim. https://www.imdb.com/title/tt0309061/Bu belgesel film, fotoğraf makinesi üzerine yerleştirdiği kamera aracılığı ile bize görsel olarak Nachtwey’in ne kadar büyük ve ne kadar cesur bir savaş fotoğrafçısı olduğunu göstermekte. Evlenmeyip kendini mesleğine adayan Nachtwey’in hayatı savaş alanlarında dert ve hasta insanların arasında geçmiş. Irak’ta el bombası ile yaralanmış, bir kez de kurşun sıyrığı yaşamış.11 Eylül, Sudan’daki çatışmalar, Tayland’daki siyasi gösteriler gibi en sıcak anlarda hep olay yerinde fotoğraf peşinde olmuş. Defalarca World Press ödülü, 2007’de de TED ödülünü kazanmış.“Savaş fotoğrafı neden çekilir? Tüm tarih boyunca var olmuş bir insan davranışını (savaşmak, ölmek, öldürmek) fotoğraf aracılığı ile ortadan kaldırmak mümkün müdür? Bu düşünce size komik gelebilir. Ama ben de işte tam da bu yüzden savaş fotoğrafçılığı ile uğraşıyorum” demiştir Nachtwey. “Bir kişi ölüm riskini göze alıp savaş alanlarında olup bitenleri fotoğrafları ile dünyaya duyuruyor ise barış için pazarlık yapıyor demektir” diyen de kendisidir. Çektiği fotoğraflar şehirlerimizi süsleyen saat ve moda reklamlarından çok farklıdır. Onlar kadar da ilgi çekmemektedir. Oysa her yıl dünyada savaşlarda yüz binlerce kişi yaşamını yitiriyor. İnsan “Niye” diye sormadan edemiyor. Oysa savaş kararını verenler bu fotoğraflarda hissettiğimiz; bacağı kopan insanın veya mermi saplanan insanın dayanılmaz acısını hissetse acaba savaş kararını verebilir mi?Salgado ile ilgili ‘Toprağın Tuzu’ adlı belgeseli fotoğraf dünyasına kazandıran ünlü yönetmen Wim Wenders, James Nachtwey ile ilgili olarak “İktidardakiler onun fotoğraflarını kendi amaçları için kullanamadılar” demiştir. Nacvhtwey’in fotoğrafçılığı Cap’nınkine yakındır. “Fotoğrafınız iyi değilse yeteri kadar yakın değilsiniz” sözünü kendisine düstur edinmiştir. Diğer meslektaşları uzun vokalli zoomlarla çalışırken kendisi en fazla 50 mm ile çalışmıştır. Bence başarısının temel nedeni budur. Hayatını tehlikeye atarak hep ateşin içinde olmuş ve görüntü yığılmasının önüne geçmiştir.Son yılların savaşlarının tarihi onun fotoğrafları üzerinden okunabilir. Bosna-Hersek Balkan savaşları, Çeçenistan, Güney Afrika, Endonezya, Ürdün, Salvador, Nicaragua, Afganistan, Lübnan, Vietnam, Uganda’dan gönderdiği kareler nefes kesicidir. Kardeşin kardeşi katlettiği, yüz binlerin palalarla birbirini öldürdüğü Ruanda vahşetini en iyi belgeleyen de Nachtwey’dir. Almanya’da duvarın yıkılması, açlıklar, uyuşturucu, Romanya’daki sefalet, savaş cerrahisi, savaş sonrası çekilen acılar, ruhsal ve bedensel hastalıklar (Vietnam savaşındaki portakal gazı olayları), göçmen sorunları hepsi James Nachtwey’in ilgi alanındadır. Midilli sahillerinde Irak ve Suriye göçmenlerinin felaketini de kendisi fotoğraflamıştır.Retrospektif sergisi 29 Temmuz 20018’e  kadar  Paris’te MEP’de izlenebilecek. Paris’e yolu düşenlere şiddetle öneriyoruz. Savaş fotoğrafçıları genelde savaşı çıkaranlar ve hükümetler tarafından sevilmezler çünkü gerçekleri gösterirler. Bazen savaş alanlarına sokulmazlar. Ancak cep telefonları çıkalı beri herkes savaş fotoğrafçılığı yapabilir duruma geldi. Arap ilkbaharı olaylarında tüm olaylar cep telefonlarından direkt olarak izlenebilmiştir. 2017’de dünyada 71 savaş fotoğrafçısı, 2018 yılından bugüne kadar 36 savaş fotoğrafçısı öldürüldü. Dileyelim fotoğraflar insanlardaki savaş karşıtı duyguları arttırsın ve dünyamız bu felaketlerden kurtulsun. Silahlara harcanan milyar dolarlar insan sağlığı ve mutluluğu için harcansın. İşte o zaman savaş alanlarında yaşamını kaybeden bu güzel fotoğrafçılar mezarlarında huzur içinde uyuyabilirler.
 Önerdilen savaş fotoğrafçılığı ile ilgili filmlerWar photographer 2001 Christian FreiUnder Fire (Ateş altında) 1983 Roger Spottiswoode Salvador 1986 Oliver StoneHarrison Flowers 2000 Élie ChouraquiEyes of War – Triage 2009 (Büyük gizem) Denis Tanovic


Hollandalı Vermeer’in Danimarkalı komşusu; Hammershoi

Işığın ve sessizliğin ressamı

Jacquemart-André müzesi danimarka resim sanatının ustasını ağırlıyor.

Hammershoi (1864-1916) zamanında ünlü olmuş sonra unutulmuş ancak resim sanatında Vermeer kadar usta olduğu 1990 larda fark edilerek tekrar gündeme gelmiştir. Bu sergi son 20 yılda Paristeki ilk büyük retrospektif sergisidir.
Sergi müzenin sürekli eserlerinin sergilendiği salonlar dışındaki 8 salonuna yayılmış bulunuyor. Çeşitli müze ve kolleksiyonlardan gelen 40 eser sergileniyor.
Sergide çağdaşları ressamlardan örneğin kayınbiraderi Peter Ilsted, arkadaşı Carl Holsoe gibi ressamların eserleri ile mukayese imkanı yaratılmış. Onlarla benzerlik ve farklılıklar aracılığı ile Hammershoi’nun ustalığı ve dehası ortaya konulmaya çalışılmış.
Daha çok küçük yaşlarında resme yatkınlığı keşfedilip yeteneği desteklen Hammershoi akademiyi bitirdikten hemen sonra zamanın zevklerini bir kenara iterek kendi çizgisini yaratmaya çalışmış. Çok da başarılı olmuş.
İlk salonda karısı ve karısının iki kız kardeşi ile resmedilmiş düşünen “ Üç genç kadın” adlı eser var. Hemen yanındaki duvarda ise ünlü “ Beş portre” adlı başyapıtı var. Bu resimde de kişiler arasındaki iletişim tamamen kopuk durumda. Gözler hep başka istikametlere bakıyor. Bu resim Garip bir duygu yaratıyor insanın içinde . Chiaroscuro yani ışık/gölge ağırlıklı bu tablo sanki bir cenaze evinde çizilmiş gibi duruyor.
2 nci salon daha çok odalarda kendi hallerinde duran akrabaların resimlerine ayrılmış. Bu salonda en önemli eser çok önem verdiği annesinin örgü örerken tablosu. 
3 salonda gerçekle rüya arası manzara resimleri var. Renk sklasası oldukça sınırlı siyah beyaz ve grilerin ağır bastığı resimler daha dikkatli incelendiğinde tüm renklerin eser miktarlarda temsil edildiği anlaşılıyor. Manzara resimlerinde detayları azaltıp çok sakin huzurlu görüntüler elde ediyor.
dördüncü salonda şehir manzaraları mevcut. Bunlar zamanın sanki durduğu resimler. Bu salondaki en önemli eser Saint Pierre kilisesi.
Hammershoi un en az bir bilinen yönü nü eserleri. Bu nü eserlerde yüzler yok olmuş ve tablolarda renkler gri ağırlıklı. Salonun önemli tablosu “üç kadın nü etüdü” adlı tablo.
6. Salonda tamamen sadeleştirilmiş ev içleri salonlar odalar ve odaların resimleri görülüyor. Işığı bir fotoğrafçı gibi ustaca kullanmış Hammershoi ayrıca sanatçının fotoğraf sanatına ilgisi de biliniyor.
7 ve 8 inci salonlarda sanatçının sade sakin sessiz, huzur dolu, az renkli , güzel ışıklı ve basit konulu birbirinden güzel eserlerini izliyoruz. Hiç sıkılmadın ve durmadan ev içlerini odaları kapıları pencereleri çizmiş.
Ressamın dikkatimizi çeken diğer bir özelliği ise karısı Ilda ve kızkardeşini genellikle sırttan çizmesi veya elindeki bir şeye bakarken tasvir etmesi.
Parise yolu düşenlere uzun bilet kuyruğuna rağmen 22 Temmuz a kadar bu çok önemli danimarkalı ressamı görmelerini öneririm.

Önümüzdeki nisan ayının ilk yarısında, ilk defa İtalya’nın Verona kentindeki Vinitaly şarap fuarını ziyaret edeceğiz. Vinitaly’yi gezdikten sonra yaşadıklarımızı ve tadımlarımızı da yazıya dökmeyi arzu ederiz tabii ki. Ama öncesinde sıklıkla gittiğimiz Bordeaux’nun festival ve fuarlarından bahsedelim istedik.

Vinexpo, Bordeaux’nun resmi şarap fuarıdır. İki senede bir yapılır. 1981 yılında ticaret odası tarafından başlatılan bu fuarlar artık Shanghai ve Paris’e de taşındı. İlk açıldığı yıl 542 üreticinin katıldığı fuarda 2013’te 2400 üretici yer aldı. 148 ülkeden 50 bin ziyaretçi gezdi.

Bordeaux şehriilki 1998’de yapılan “Bordeaux şehri şarabı kutluyor” adlı  şarap bayramının 20. yıldönümünü ise geçen yıl kutladı. Bugün dünyanın en büyük Avrupa turizm ve ihracat etkinliği haline gelen bu popüler festivalde, çeşitli etkinlikler düzenlendi.

Bordeaux Metropole Arşivi sergisi, kenti ve 19. yüzyıl sonlarında şaraba dair tüm etkinlikleri incelememize olanak sağlaması açısından çok önemliydi. Belgeler, metinler, posterler, fotoğraflar, filmler sanki halkı “Bordo Ruhu”nu keşfetmeye davet ediyordu. Ayrıca günlük yaşam ve karikatür sanatı da kutlanan Bordeaux şarabının başka yönlerini de gözler önüne seriyordu.

Şarap Bordeaux’nun sembolüdür, antik çağlardan itibaren şehrin görkemine görkem katmış,  ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan onu yüceltmiştir. Orta çağlardan beri şarabın fuarların merkezinde olması da oldukça doğaldır. Yaklaşık üç yüzyıl boyunca şarap tüccarlarının belirli yerleri olmadığından, tüm tüccarlar şehrin ara sokaklarına yerleşmişlerdir. Resmi olarak 1853 yılında belediye şarap fuarlarını nehir kenarındaki Place des Quinconces’e yerleştirme kararı vermiştir.

1895’teki ilk büyük sergi, 4 ve 5 Haziran’da Cumhurbaşkanı Felix Faure tarafından açılmıştır. Bu fuar sırasında endüstri, tarım, ticaret ve kültür konulu üç geçici saray ünlü mimar Joseph Tournaire tarafından inşa edilmiştir. Şarap, fuarda baş tacı edilmiştir. Toplantılar, geziler, ziyaretler, degüstasyonlar, ziyafetler ve havai fişekler festivallerin diğer etkinlikleridir.

Bir diğer büyük başarı, 1909 tarihinde “Hasat Festivali”dir. 1872’de yayımlanmaya başlayan Petite Gironde adlı günlük gazete tarafından 11 – 13 Eylül arasında Place des Quinconces’te düzenlenmiştir. Bu festivalin de asıl amacı şarap endüstrisinde şarabı yüceltmekten başka bir şey değildir. Organizasyon komitesi iki ünlü mimar Cyprien Alfred-Duprat ve Pierre Ferret’ye görev verir. 16 bin m2 üzerine, 25 bin seyirci alabilecek antika bir tiyatro tasarlarlar. Besteci Camille Erlanger ve librettist Henri Cain’in “Bacchus’ün Zaferi” adlı eserleri çok büyük beğeni kazanır. Ulusal ve uluslararası basının bu başarıya geniş yer verir.

1934’te  düzenlenen Bordeaux 18. Uluslararası Fuarı, Cumhurbaşkanı Albert Lebrun’un varlığı ile  görkemli geçer. 14-16 Haziran tarihleri arasında gerçekleşen festivalin programı çok yoğundur. 45 delegasyonun katılır. 1971 yılında yapılan fuar ise başka bölgeye taşınır. Bordeaux Gölü’nün kenarındaki fuar alanına yerleştirilir. Interprofessionnel du vin de Bordeaux (CIVB) adlı kuruluş tarafından düzenlenen etkinlik 25 – 27 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Bu fuar üç amaca hizmet eder. Ziyaretçilere; şarabı, üzüm bağlarını ve şarap üreticilerini tanıtmıştır. Aynı zamanda 1970 yılı yüzyılın “Millesim”i kabul edildiğinden bunu kutlamak istemişlerdir. Bu festival çok farklı organize edilmiştir. Meşe fıçılar şehri dolaşmıştır. Başta Joe Dassin olmak üzere çok sayıda sanatçı katılmıştır.

Büyük festivallerin ötesinde Bordeaux’da şarap, toplumun günlük hayatında sürekli kutlanmaktadır.

Paul Margueritte şöyle yazar:

“Güzel sıvıyı, koyu yakutu büyük bir saygı ve hassasiyetle tattık..

BAKÜS DAGUERRE İLE KARŞILAŞIRSA…

Mehmet Ömür

       

 

Gelin bağlara dalıp bir salkım üzüm keselim ve zaman makinesinin içine girelim. Girelim ve öyle bir zamandan çıkalım ki, fotoğrafı bulan Nicephore Niepce  ve Louis Daguerre’i, Roma’da bir barda Baküs’le veya Atina’da bir tavernada Dionisos’la muhabbet ederken bulalım. “Bunlar aynı tarihlerde yaşamadılar ki” dediğinizi duyuyorum, ama olsun, böyle bir buluşma zaten olsa olsa zaman makinesinin garip cilvesi ve müdahalesiyle olabilir. Ya da İrvin Yalom’un romanında olduğu gibi, edebiyat yardımıyla. Gerçek hayatta hiç karşılaşmamış Nietzsche ve Freud’un kurgu sohbetlerini kim unutabilir?. Biz de öyle yapalım ve Semele’nin Zeus’tan olma oğlu, Şarap tanrısı Baküs’ü, fotoğrafı bir zeminde sabitleyip, ilk kez görüntünün kalıcı olmasını sağlayan Daguerre ile aynı masaya oturtalım. Masadaki şarabı Baküs seçsin, facebook’a eklenecek fotoğrafları da Daguerre çeksin.

Muhabbetlerine de kulak misafiri olalım.

Daguerre:

– Baküs, şarap Tanrım, bu seneki hasat için ne düşünüyorsun? Kuru ve sıcak bir yaz geçirdik. Sangiovese’ler yüz güldürecek mi?

Baküs:

–   Vallahi, artık şaraba su katmamaya karar verdim. Kireç, toprak, ıvır zıvır da koydurmayacağım. Halkımız üzümden gelen gerçek tatları almaya başlasın. Sizinkilerin yaptığı şişeleme işi de faydalı oldu. Askerlerin şarap istihkaklarını da iki misline çıkartıyorum. Zeus babam izim verdi. Merkür amcam da buna razı. Biliyorsun, Merkür amcam beni babamın baldırına dikmeseydi, bugün burada bu güzel ‘vin santo’yu (kutsal şarap) içemiyor olacaktık. Annemle birlikte ölmüş olacaktım. Baldırdan doğup, nefler ve satirlerin yetiştirmesi olarak biraz çakır keyf ve çapkınım. Ne yaparsın, yaradılış işte. Neyse bu yılın veriminden çok ümitliyim, artık kalite şaraplarımızı daha ucuza içeceğiz. Elimizdeki fazla ürünü de Fransa’ya ihraç etmeye karar verdim. Frenkler de mahsun kalmasın. Geçen yıl onlara yeni asmalar göndermiştim, ama henüz olgunlaşmamıştırlar. Ha, elimde kadehle bir poz fotoğrafımı çeksene. Caravaggio’ya göndereyim de bir yağlı boya tablo yapsın.

 

Louis Daguerre tripodunu kurar, Daguerrotype makinesini üzerine koyar. Baküs’ün kafasının arkasına, tam da ensesini kavrayacak şekilde ahşap bir çatalı yerleştirir. Maksat kafasının hareket etmemesidir. Yoksa fotoğraf kötü çıkar. İlk çektiği fotoğrafta, sokaktan bir sürü insan ve araba geçmesine rağmen hiçbirini görüntüleyememişti. Sadece pozlama süresince ayakkabısını boyatan adamla ayakkabı boyacısı fotoğrafta çıkmıştı. Hareketli nesnelerin hiçbiri hassas tabakada iz bırakamamıştı. Bazen zaman da öyle uçar gider işte, hiç bir iz bırakmadan. Tempus fugit…

Oysa bazı özel anlar, örneğin güzel bir dostla veya sevgiliyle içilen güzel bir şarabın eşliğinde geçen zaman beynimize öyle bir kazınır ki, yıllarca unutulmaz. En ufak ayrıntı, olur olmaz zamanlarda çıkar karşımıza gelir oturur.

Fotoğraf benzer şeyler yapmaya çalışır. O anın görüntüsünü bazı kimyasallar aracılığı ile bir kağıt üzerine işler. İlerde bakıp da “Vay be “ diyebilelim diye anı dondurur. O an durur ve biz geçeriz. Ancak bu durdurulmuş ve kağıt üzerine sabitlenmiş anların da bir ömrü vardır. Kağıdın ömrü kadar yaşarlar. Veya hayırsız bir torun yırtıp atana kadar hayatta kalırlar. O görüntüyü gören beyin hücrelerimizin de bir ömrü olduğu gibi, fotoğrafların ve şarapların da ömürleri vardır. Yüzyıldan fazla yaşayan Chateau d’Yquem’ler olduğu gibi yüzyıllarca yaşayan kağıtlar da vardır.

Şarapla fotoğrafın ortak noktası çok. Saymakla bitmez. İkisi de tutkudur, aşktır. Kendinizi bir kaptırırsanız kurtaramazsınız. Virüs girer, sizi bir güzel hasta eder. Varsa mutluluk hastalığına tutulursunuz. İkisi de dipsiz kuyudur. Bolca ayrıntı vardır. Üzüm çeşitleri gibi, fotoğraf filmi, markası, lensi ve aksesuarı da çeşit çeşittir.

Değişik şarap tekniği kadar fotoğraf işleme tekniği vardır. Farklı şaraphaneler, farklı karanlık odalar, Lightroom ve benzerleri vardır. Her ikisi de yoğun sabır ister. Mükemmele ulaşabilmek için sürekli sabır, sabır, sabır ve çok çalışmak gerekir. Bir Petrus, bir Cote d’Avanos öyle üzümü sıkmakla olmaz. Steve Mc Curry’nin Afganistan’da çektiği National Geographic’e kapak olan ve dünyada en çok bakılan fotoğraf ‘genç kız portresi’ için de sadece deklanşöre basmak yetmez. Tecrübe, sabır, bilgi ve sevgi gerekir. İyi şarap üreticisi de iyi fotoğrafçı da çok iyi gözlemci olmalıdır. Yoksa yaptıkları işler sıradan olmaktan öteye gidemez.

Her ikisi de zamanı yakalar. Birisi bir yıl içinde topraktan aldıklarını şişeye hapsederken, diğeri bir saniyenin 8 binde biri süreden bir kaç saate kadar uzayabilen süreyi hassas zemin üzerine zapteder. “Carpe diem” diyenlere önderlik ederler.

İkisi de gerçekleri söyler, ama yalan da söylerler. İn vino veritas. Biz sadece söyledikleri gerçekleri duyalım yalanlarını ise duymazdan gelelim.

Artık her ikisi de sanat olarak kabul ediliyor, buna itiraz etmek de zor gibi görünüyor.

Bu konularda son zamanlarda yaratıcılık çok prim yapıyor. Genç bir Sicilyalı firma fotoğraf-şarap ilişkisini güçlendirmek için bir proje yaptı. Fotoğraf makinesini, bağları gören uygun bir yere yerleştirdi. Kareye biraz deniz biraz da dağ girmesini sağlayarak güzel bir kompozisyon oluşturdu. Biliyorsunuz fotoğrafta kompozisyon olmazsa olmazdır. Altın oran, simetri gibi kavramlar vardır. Şaraptaki iyi kupaja veya dengeli şaraba  eş değerdir kompozisyon. İyi bir denge ve  asit-alkol-tanen üçgeni, uzun bitiş, yuvarlaklık gibi kavramlar şarabı güzelleştirmeye, kalitesini artırmaya yardım eder. Neyi, ne zaman, ne kadar yapmak gerektiğini, yaşamda olduğu gibi şarap ve fotoğrafta da iyi bilmek gerekir. Bu her zaman o kadar kolay olmaz. İtalyada bağları gören bu fotoğraf makinesi üç saatte bir bir kare çekmek üzere programlandı ve böylece doğanın değişimi ve bağların gelişimi gözler önüne serilecek. Biz de bu sayede şarap masamıza gelmeden ve kadehimize akmadan önceki en önemli adımını, yani üzümün olgunlaşmasını görmüş olacağız. Şarabı bekleyişimizin tadına varacağız.

Şarapla ve fotoğrafla uğraşmak insanlara belirli bir olgunluk, dünya bakışı kazandırır. ‘Feylesof yapar’ dersek abartmış olmayız. Hayata nereden hangi açıyla bakacağımızı bize öğretir. Hepimizin bakış açısı farklıdır. Buna bağlı olarak seçtiğimiz, sevdiğimiz, içtiğimiz şaraplar farklıdır. Çektiğimiz fotoğrafların da konuları, renk ve ışık ayarları, açıları, kompozisyonları farklılıklar gösterir. Her iki konunun da kuralları vardır ve daha iyiyi ve farklıyı bulabilmek için insanlar bu kuralları kırıp, daha ilginç ve yaratıcı sonuçlara gitmeye uğraşır.

Şarap ve fotoğrafla ilgili konuşmaya başlayınca sözler tükenmek bilmez. Ne kadar konuşursanız konuşun daha söyleyecek bir şeyiniz kalmıştır. Dünyada her gün sayıları giderek artan şarap ve fotoğraf dergileri, fuarlar, sergiler, web sayfaları ve bloglar bunun kanıtı değil mi?

Her ikisi de uğraşırken aklınızı başınızdan alabilir, bazen sarhoş bile edebilir.

Ama her ikisi için de belirli bir gusto sahibi olmak gerekir, yoksa ya bas-çek bir makine kullanırsınız veya tatmak yerine merdiven altı üretimlerini başınıza dikersiniz.

Gerektiği gibi uğraşıldığında şarabın ve fotoğrafın iyileştirici etkilerinden yararlanırsınız. Şarap, antioksidanları aracılığı ile sağlığınıza sağlık, neşenize neşe katarken, kalp rahatsızlıklarından ve kanserden sizi uzak tutar. Fotoğraf da sizi dünyanın sıkıntılarından koparır, makineyi elinize aldığınızda başka alemlere dalarsınız. Fotoğraf da aynı şarap gibi konuşur. Bir fotoğrafı elinize aldığınızda “Bana ne anlatıyor?” dersiniz. Şarabı dudağınıza götürdüğünüzde de merak içindesinizdir. Size anlatacakları nedir, sizi alıp nerelere götürecektir? Eski bir anıyı mı canlandıracaktır, yoksa  gençliğinizde Bodrum’a inerken  rüzgarın burnunuza taşıdığı kokuları mı geri getirecektir. Belki de en sevdiğiniz baharatlar veya meyveleri, bazen de güzel düşleri anımsatacaktır. Siz ona kulak, hatta burun verin, sözünü dinleyin . Sizi götürmek istediği yere gidin, asla pişman olmazsınız. Burnumuz kadar bizi hatıralarımıza taşıyan başka bir organımız yoktur. Şarap da onun sağ koludur. İkisi birlikte beynimize ve beynimizle birlikte bize çeşitli oyunlar oynar, bize de mutlu olmak kalır.

Sonuç olarak şarapla fotoğrafın çok güzel bir dostluğu vardır. Bu yazımızda Baküs’le Daguerre de iyi bir dostluk kurdular. Güzel şaraplar içtiler. Baküs muhtemelen bir Nobile di Montepulciano açtırmıştır. Ne de olsa kanında asalet var. Niecepe ve Daguerre de buna “Hayır” dememiş, Tanrıların içeceğini büyük bir keyifle yudumlamışlardır.

Şarapla ve bağlarla ilgili güzel fotoğraflar yazımıza eşlik ediyorlar. Umarım beğenmişsinizdir. Bu ikilinin dostluğu o kadar ilerlemiş durumda ki, dünyanın en önemli sitesi Flicr’e girip de “Şarap bağ” dediğinizde karşınıza yarım milyar fotoğraf çıkıyor. Çünkü bağlar, şarap şişeleri ve kadehler çok fotojenik. Güzel poz veriyorlar. Sanıyorum her yıl şerefe ve sağlığa kalkan kadeh kadar, şaraba ve bağa bakan bir lens arkasından deklanşöre basılıyor.

Dileyelim ki fotoğrafçı şaraptan, şarap da fotoğrafçısından ayrılmasın. Fotoğraf da bağları ve şarabı ölümsüzleştirsin. Sadece şaraplarımızın fotoğraflarımızın üzerine damlamamasına dikkat edelim, yoksa lekesi çıkmaz.

Hepinize bol ışıklı günler, neşenize neşe katacak lezzetli şaraplar dilerim.

Not: Bu yazı Karaf Dergisinde yayınlanmıştır.

Omurden-3

DÜNYANIN MERKEZİNE YOLCULUK

 

KBB trendin bu sayısına çok beğendiğim bir ülkeyle, İzlanda ile ilgili izlenimlerimi ve bulabildiğim bilgilerini paylaşmak istiyorum. 2010 yılında ağustos ayında gittiğim bu ülkede çok güzel fotoğraflar çektim, bir tane volkanik dağ fotoğrafım da National Gographic dergisinde yılın fotoğrafı olmaya aday gösterildi. Bu sene de bir tane var haberiniz olsun.

Otelden restorana gitmek için bindiğim 50 yaşındaki taksi şöförüne hayatı boyunca İzlanda da yaşadığı en sıcak yaın kaç derece olduğunu sordum. Cevap kısa ve netti 25.

Ateşle buz yan yana bu adada. Dev buzullar ve her an patlamaya hazır volkanlar. Yanı sıra göz alabildiğine uzanan yemyeşil topraklar. Kıyıdan bir adım uzaklıkta özgürce yüzen foklar, balinalar, sıcak su fışkırtan geyser’ler, içinde hem ruhunuzu hem bedeninizi dinlendireceğiniz mavi lagünler, simsiyah kumla kaplı plajlar, yeşil vadileri geçen siyah lav nehirleri, yüksek buhar sütünları oluşturan kaynar çamur kuyuları…

İzlanda, yani ‘buz ülkesi’, doğanın sürprizleriyle büyülüyor ziyaretçilerini, ‘Buz ülkesi’ adı bir şaşırtmaca aslında. 850 yılında adaya ilk adım atan Naddod’dur, herkes gelip yerleşmesin, fazla rağbet olmasın diye ‘Snaeland’ (Karlar ülkesi) adını vermiş bu topraklara. Adanın ikinci ziyaretçisi Gardar Svavarsson bir kışı Húsavík’te geçirmiş. Giderken adaya bıraktığı birkaç mürettebat ise İzlanda’nın ilk halkı olmuş. 860 yılında ailesiyle birlikte adaya gelen Flóki Vilgerdarson ise ‘Ísland’, (Buz ülkesi) adını uygun görmüş.İlk yerleşen olarak Norveç’ten gelen kabile reisi İngolpur Arnarson kabul ediliyor.Jules Verne ise, profesör Otto Lidenbrock’un keşfettiği büyülü yer altı dünyası için burasını hayal etmiş, dünyanın merkezine seyahat buradaki bir yanardağ kraterinden içeri girerek başlatılmış.

 

BİR YANIM AMERİKA BİR YANIM AVRUPA

 

İngiltere büyüklüğündeki adanın tam ortasından bir fay hattı geçiyor. Fayın sağ tarafı Amerika kıtasına dahil, sol yanı Avrupa’ya. Tıpkı Boğazlar’ın ülkemizi Asya ile Avrupa’dan ayırması gibi. Toprakları nisbeten  genç olduğundan her yıl bir deprem kaydediyorlar. Volkanlar beş yılda bir ‘ateş püskürüyor’. Eyyafiyataokult yanardağının iki yıl önceki kış dünyanın başına açtığı dertleri bilmeyenimiz yok. Uçak seferleri günlerce iptal oldu, kara bulutlar tepemizde dolanıp durdu. İzlandalılar alışmış bu doğal ‘öfkeye’, önceden tedbirlerini alıyor. 1973 yılındaki bir patlamada örneğin, yöre halkını başka bir yere taşımışlar ve sadece bir at ölmüş. Bu patlama sonucu denize akan lavlar yeni bir ada oluşmasına neden olmuş.

Adanın dört bir yanında lav birikintileri var. Lavların üstü 10 santim kalınlığında yosunla kaplı. Çıplak ayakla gezerseniz, süngerin üzerinde yürüyormuş hissine kapılıyorsunuz.

Nehirler iki renk akıyor. Bulanık olanlar buzullardan gelenler, berrak olanlar kaynaklardan çıkan akarsular. Adanın her tarafı akarsularla dolu ve arazi özelliklerinden dolayı bol miktarda çağlayan var. Çağlayanların çevresindeki yemyeşil arazilerde inekler, koyunlar, atlar özgürce dolaşıyor. Koyunların kulaklarında birer çip var. Eylül ayında atlı görevliler bir hafta otlaklarda dolaşıp koyunları topluyor ve sahiplerine veriyorlar. Şimdiye kadar hiç koyun hırsızlığı yaşanmamış. Sadece bir kez, kamp yapan bir turist kafilesi çok acıkıp bir koyunu kesip yemiş. Suç mahallinde kemikler bulunmuş!

Koyunların etleri lezzetli, ama halk ağırlıklı olarak balık ve deniz ürünleri ile besleniyor. Ordusu olmayan, polisin silah taşımadığı bu barışçıl ülkede, Vikinglerin soyundan gelme halk deniz işlerinden, balıkçılıktan çok iyi anlıyor. Gelirlerinin büyük kısmı da balıktan. Somon, sofraların baş tacı. Bir de ‘muffin’ ya da ‘lundi’ dedikleri, yüzü çok komik bir kuş türü ile besleniyorlar. Sebzelerini yazın kendileri yetiştiriyor, kışın İspanya’dan ithal ediyorlar.

İzlanda’da yaz bir buçuk ay sürüyor. Birkaç cesur yürek dışında denize giren pek yok.  İnsanlar havuzları ve lagün denilen, bizim Pamukkale’dekine benzer doğal sıcak göletleri tercih ediyor. Plajlar da siyah volkanik kumla kaplı. Başkent Rejkjavik yakınlarında bir tane beyaz kumlu plaj var. Ve denize sıcak su akıtılıyor. Adanın her yerinde doğal sıcak su kaynakları var. Topraktan resmen duman tütüyor. Bir de ‘gayser’ deniler su fışkıran noktalar. İklim şartları nedeniyle doğada hemen hemen hiç bir böcek bulunmuyor.

 

Ada nüfusu 300 bin. Kilometre kareye üç kişi düşüyor.Bu hüzünlü adada insanlar pek neşeli değil. Güneşe hasret olmalarından belki. Ya da ekonomik krizden. Ülke, çok fazla gelir kaynağı olmadığından, Merkez Bankasındaki paraları ABD’de faize koyup, Murdoch’a global krizde kaptıralı beri, maddi durumları pek iyi değil. Yine de ulusal gurur gereği, ekonomik krizden çok durumun psikolojik olduğundan dem vuruyorlar. Aslında haklı oldukları yönler var. 150 milyon ton petrol karşılığı doğal enerjinin üzerinde oturuyorlar. Toprağın neresine bir boru soksalar 60 derece sıcak su fışkırıyor. Yani ısınmak için doğal gaza, petrole ihtiyaçlar yok. Bu enerjilerine de ‘yeşil’ diyorlar. Rengarenk binalar, havaya sinmiş efkarı biraz olsun hafifletiyor. Sarı ve kırmızı en sık kullanılan renkler. Otobüsler, evler, trafik işaretleri, hemen her şey ‘Galatasaraylı’.  Ve kent inanılmaz huzurlu. Ne trafik keşmekeşi, ne korna sesi, ne tartışan insanlar. Metropol stresinden bunalanlar için izlandaca “Dumanlı Köy” demek olan başkent Rejkjavik ilaç gibi. İzlanda basın özgürlüğünde dünyanın birinci ülkesi seçilmiş durumda. Yine kişisel gelişmişlikte de başta geliyor.

 

EFSANELERDEN EFSANE BEĞEN

İzlandalıların en önemli özelliklerinden biri fal ve efsane (saga) merakı. Turistlere anlatacak pek çok gizemli hikayeleri var. Falcıları, hayaletli evleri de cabası. Kalbinizin sağlamlığına güveniyorsanız, bu büyülü evlerden birinde konaklayıp, hayaletin çığlıklarına tanık olabilirsiniz.

Aslında adada yapacağınız başka çılgınlıklar da var.

. Evlilik töreninizi ‘blue lagoon’ denilen jeotermal kaplıcalarda yapabilirsiniz örneğin.

. Pamuk kıvamındaki yosunlar üzerinde açık havada eşinizle uyuyabilirsiniz. Ada tenha olduğundan sizi gören de olmaz. Olsa da zaten rahatsız etmez. Özel hayata çok değer veren, okuma oranı yüzde 100’e yakın, entellüktüel insanların yaşadığı bir ülkedesiniz.

. Husavik kentindeki ‘Phallological’ müzesine cinsel organınızı bağışlayabilirsiniz. Müzede  300 değişik cinsel organ sergileniyor. 170 santimlik balina penisi de burada küçücük bir hamsterin penisi de.

. Fayın üstünde, iki kıta arasında yürüyüp yüzebilirsiniz.

. Dışarıda hava eksinin altındayken, başkentten yarım saat uzaklıktaki Mavi Lagün’in sıcak kükürtlü sularında yüzebilirsiniz.

. Kıyıdan balinaları izleyebilirsiniz.

–         Geleceğinizi öğrenmek için fal baktırabilirsiniz.

–         Çamur banyosu ile güzelleşebilirsiniz.

–         Karda golf oynayabilirsiniz.

–         Çamurda top koşturabilirsiniz.

–         Çağlayanların altında yıkanabilirsiniz.

 

NEREDE YENİR?

Jonathan Livington Mavur

Traggvagata 4-6

Naust

Vesturgata 6-8

 

Galeri Restaurant

Bergstaoaestaeti 37

NEREDE EĞLENİLİR?

101, Reykjavik’in en trendi semti.  101 aynı zamanda bu semtde geçen ilginç bir filmin de adı. En gözde mağazalar, restoranlar, barlar, tiyatro ve sanat galerileri burada. Cuma ve cumartesi akşamları çok hareketli.

 

101 Hotel Bar. Hverfisgata, 10. Rejkjavik

Tjarnabio. Tjarmargata, 10

 

NEREDE KALINIR?

RADİSSON SAS HOTEL ISLAND

Alışveriş merkezi Kringlan’a 15 dakikaka yürüme mesafesinde konforlu bir otel.

CENTERHOTEL PLAZA

Adalstraeti 4, 101 Reykjavik

Kent merkesinde Ingólfstorg Meydanı’nda, şık bir otel. Çevresinde birçok restoran, gece kulübü ve dükkan var

HOTEL BORG

Posthusstraeti 11, Reykjavik

Tarihi Asuturvollur Meydanı’nda art deco stili, şık bir otel.

HOTEL HOLT

Bergstaoaestraeti 37, Reykjavik 101

Omurden

ÇABUK, ÇABUK…. BYSTRO… BİSTROT
Tad ve koku alma duyusu birbirinden ayrılamıyor. Bu köşemiz ise
derginin bilimsel kısmından ayrılıyor ve daha çok gezme-tozma,
yeme-içme işlerine bakıyor. Bu yazımızda da bu nedenle tad ve koku
alma fizyolojisinden çok Fransa’nın ve Paris’in gastronomik
faaliyetlere değineceğiz. Sonuçta tad ve koku alma organlarından
mesul doktorlar değil miyiz? Lezzetli yemeklerden kimseye zarar
gelmez, haydi başlayalım…
Bistro, brasserie, şarap barı yani bar a vin, café, crêperie, guinguettes,
restaurant, yerel mutfaklar… Romantik rotaların kraliçesi, sanatın
merkezi, moda ikonu Paris her anlamda tadına varılması gereken bir
şehir ve damak tadı konusunda sunduğu seçenekler de sınırsız. Haute
ya da nouvelle cuisine’in en alengirli tatlarının servis edildiği
Michelin yıldızlı restoranlardan, ayak üstü atıştırabileceğiniz café’lere,
çeşitli bölgelerin geleneksel tariflerinden etnik mutfaklara, yok yok…
Seçenek çok olunca tuzağa düşme, kötü deneyimler yaşama olasılığı
da artıyor. Paris’e giderseniz önerimiz fazla turistik bölgelerdeki
restoranlardan kaçınmanız, yerel halkın gittiği bistroları tespit etmeye
çalışmanız, Paris’te yaşayan ya da yaşamış birini tanıyorsanız,
tavsiyelerine kulak vermeniz.
Önce Fransız mutfağı hakkında birkaç bilgi vereyim. Monarşi
yıllarının lüksünden, Fransız devriminden , koloni döneminden ve
komşu ülkelerinin kültüründen etkilenen Fransız mutfağı, yemek
pişirmenin sanatsal yönünü ön plana çıkaran, zenginliği ve
çeşitliliğiyle ünlü. Bir rivayete göre Floransalı ünlü Medici ailesinin
ferdi Prenses Caterina de Medici’nin bu mutfağın gelişmesinde katkısı
büyük. Kral II. Henry’e eş seçilen Caterina de Medici çeyiziyle
birlikte Fransa’ya Toscana mutfağının geleneğini, sofra adabını ve
aşçılarını da götürmüş. İtalyan aşçılar Fransız hanedanına çatal ve
peçete kullanmayı da öğretmişler. Sonraki yüzyıllarda Paris Avrupa’da
görkemin, lüksün, gösterişin merkezi olmuş ve kraliyet sofraları
zenginlikte, mücevherler, giysiler ve dekorlarla aşık atmış. Fransız
devrimi geçici bir duraklama dönemini başlatsa da kimileri devrimi
mutfağın demokratikleşmesi ve modern restoranların doğuşuna vesile
olarak görür: asillerin işsiz kalan aşçıları ve hatta giyotinden
kurtulmuş bazı asilzadeler restoran açmış ya da aşçılık dersi vermeye
başlamış.

20’inci yüzyıl ise, özellikle 1970’li yıllarda Fransa’da Nouvelle
Cuisine’nin doğuşuna sahne oldu. Dünya gastronomi dünyasını
etkileyen bu akıma imzasını atan Gault ve Millau, o güne kadar
Fransız haute cuisine’nin kurallarını tamamen değiştirdi: yeni tarifler,
yeni sunumlar, malzemeleri yeni ele alış biçimi, porsiyonlarda
değişiklik; hatta pişirme yöntemine bile farklılık geldi.
Yöresel mutfağa gelince: Fransa yüzölçümü geniş bir ülke.
Korsika’dan Akdeniz’in ılımlı kıyılarına, kuzeyin sert ikliminden
Atlantik kıyılarına, her bölgenin lezzetleri de farklı. Perigord, örneğin,
ördek ve kaz eti yemekleri ile tanınıyor, özellikle de tüm dünyada
bilinen foie gras yani kaz ciğeriyle. Bretanya bir diğer ünlü lezzetin
crepe’in doğum yeri. Ama midyesi ve kabuklu deniz ürünleri de
meşhur. Loire vadisinin koyun eti, av etleri, mantar çeşitleri ve keçi
peyniri; Champagne, Alsace ve Lorraine bölgelerinin jambon ve av
etleri ünlü. Picardie, Normandiya, Bretanya ve Nord-Pas-de-
Calais’ninse balık ve kabuklu deniz ürünleri. Bunların hepsini Paris’te
bistrolarda ve yerel mutfak restoranlarında tadabilirsiniz. Korsika ve
Provence denilen güney Fransa’nın tatları ve kokularından Alsaz
bölgesinin ve Bretanya’nın tatlarına.
ORDÖVR OLARAK NE ALIRSINIZ?
En önemli öğeleri şarap ve peynir olan Fransız mutfağında menü üç
ana bölümden oluşur: hors d'oeuvre ya da entrees, plat ve desert; yani
antre, ana yemek ve arkalık.
En yaygın ördövler; keçi peyniri veya jambonla hazırlanan salata, otlu
omlet ve soğan çorbası (soupe a l'oignon), et suyu (consommé) veya
pırasa ve patates çorbası (potage parisien), istridye (huitres), kabuklu
deniz ürünleri (crustaces) ve deniz ürünleri (fruites de mer).
Ana yemek (plat); et veya balık, yanında garnitür olarak sebze veya
pilav ve Fransız mutfağının olmazsa olmazı soslar önde giden
yemeklerdir.
Entrecote Bercy (beyaz şarap soslu et), Chateaubriand, andouillettes
(ızgara işkembe sosisi), canard à l'orange (portakallı ördek) tadılması
gereken lezzetler arasında sayılabilir.
Arkalık ve tatlılar; çikolatalı St Honoré, crème caramel, değişik
krepler ve genelde bol krem şantiyli tatlılar ve peynirler. Fransa bir
peynir cenneti. Yüzlerce çeşit var ama en bilinenleri camembert, brie,

roquefort, otlu peynir ve keçi peyniri. Peynirler, ana yemekten sonra
arkalık ve tatlılardan önce servis edilirler.
HER BÜTÇEYE UYGUN MEKAN
Fransız kültüründe birçok değişik lokanta çeşidi var:
Restaurant: Kalitesine göre çeşitli fiyatlarda yemekler sunan bu tür
lokantalar genellikle günün belirli saatlerinde açılır, belirli saatlerde
kapanırlar. Haftanın bir günü çoğu iki günü de kepenkleri iniktir.
Pazar ve pazartesi günleri restoranların çoğu kapalıdır. Genellikle fiks
menü seçeneği sunarlar. Saat 15:00’te öğle servisini kapatan bir
restoranda 15:15’te yemek yeme teşebüsünde bulunmamanızı tavsiye
ederim. Büyük bir olasılıkla reddedileceksinizdir.
Bistro: restorandan daha küçüktür. Menüler bazen kapının önündeki
bir tahtaya tebeşirle yazılır. Genellikle daha basit ve çabuk
hazırlanabilen yemekler sunarlar. Zengin şarap menüsü, rahat ve
sempatik servis, makul hesap, bistroların en önemli özelliklerindendir.
Burada bir ara verip başlığa dönelim ve Bistrot’larla ilgili bilgilerimizi
biraz daha genişletelim. Bistrot adının rusçada Bystro kelimesinden
geldiği söylenir. 1814 yılında 100 gün Paris’i işgal eden Rus askerler
gizlice Cabaret’leri ziyaret ederlerken işlerini bir an önce bitirip bir
tek atıp kışlalarına dönebilmek için “Çabuk, çabuk.. Bystro, bystro..”
dedikleri için bu ad cabaret’lerin üzerine yapışıp kalmıştır. Uzun barın
üzerine kolunuzu atıp kahvenizi veya içeceğinizi yudumladığınız bir
ortamdır. Daha sonraları aristokrasinin rağbet ettiği bistrot’ların en
eskisi “Procope”dur. Bir köşesinde Voltaire’in masasının hala durduğu
ve Fransız devriminin hazırlandığı bu bistrot halen Saint Germain’de
aynı yerde hizmet vermektedir. Ama daha çok turistlere tabii ki..
Bu yıllarda bistrot’ların ardından birahane anlamına Brasserie’ler
türer. 1860 da Phyloxera denilen parazitlerin bağları yoketmesinin
ardından şarap fiyatları yükselir. Bira baştacı edilir.
Alsace-Lorraine bölgesinden gelen göçmenler tarafından 1870'lerde
açılmıştır. Bugün biranın yanısıra Riesling, Sylvaner ve
Gewürztraminer gibi Alsace yöresine ait şaraplar da servis ederler. En
yaygın yemekler lahana ile yapılan choucroute ve deniz ürünleridir.
Brasserie bütün gün açıktır. En ünlüleri Montparnasse semtindedir.
Bunların başında da La Coupole gelir. Opera seviyorsanız Paris
Operası’nda bir eser dinledikten sonra Bastille Meydanı’ndaki
Bofinger Brasserie’sinde yemek yiyebilirsiniz. Bizde brasserie var mı,

diyenlere ise İstanbul’da Mim Kemal Öke caddesindeki “La Brise”i
önerebilirim.
Şarap Barları: Franız şarabının türlü türlüsünü, peynir ve kuru etler
eşliğinde tadabilirsiniz.Guinguettes: Yeme içmeyi ama özellikle de
dans etmeyi sevenler için, Marn nehrine bakan büyük terasları olan
cafe restoranlardır. Daha çok pazarları ailece gidilir ve akordeon
eşliğinde dans edilir.
Café: Paris kafe dolu. Adım başı var. Sabahları kahve ve kurvasan
önerilir. Haberiniz olsun sanatçı takımı St-Germain-des-Prés’deki
kafelere takılır.Boulangerie: Fırın. baguette, croissant, croque
monsieur alabilirsiniz..Vaktiniz ve bütçeniz kısıtlıysa ideal bir
seçimdir.
Fransa’da yeme içme bir şölendir. Ukala garsonlara kafayı
takmazsanız herşey güzel gider. Fransız mutfağının dünyanın en iyi
mutfakları arasında sayılması boşa değildir. Fırıncılık, pastacılık ve
gastronomi okulları ile yüzyıllardır dünyanın en iyi mutfağını
yaratmak için uğraşır dururlar ama bir türlü analı kızlıyı veya
yuvalamayı bulabilmiş değillerdir, etli ekmek haberleri bile yoktur.
Hepinize sevgiler…

LÜTFEN AŞAĞIDAKİ LİNKİ TIKLAYIN

 

Omurden24-26

Omurden24-26

Omurden_e

Omurden-2

San Fransisco da “ Sevgililer günü” ve biraz da müzik…
KBB’de Trent dergisi 11. sayısına gelmiş. Zaman ne çabuk geçiyor. Ülkemizde
istikrarlı dergilerin sayısının her geçen gün artması sevindirici. Dergi çıkartmanın ne
kadar güç lduğunu çok iyi bilenlerdenim. KBB Postasını yaşatmak için çok gayret
göstermiştik ama o da bir çoğu gibi sizlere ömür oldu. Elde kalanların son
örneklerini yok olmadan KBB Vakfına teslim ettik.
Bu sayının yazısını bir “Sevgililer Günü”nde San Fransisco’dan yazıyorum. Onun
için bu yazı karamsar bir dergilerin günümüzdeki durumu yazısısından çok bir gezi
ve sevgi yazısı olacak.
“18th Annual Advances in Diagnosis and Treatment of Sleep Apnea and Snoring”
simpozyumuna katılmak üzere geldiğim bu şehrin güzelliklerini buraya aktarmaya
niyetliyim. Toplantı tutanaklarını ise toplantı sonrasında herzaman yaptığım gibi
KBB Kanala göndereceğim.
Bugün “Sevgililer Günü” heryerde kırmızı kırmızı kalpler cirit atıyor. “Happy Valentin
Day” caddeleri, dükkanların vitrinlerini süslüyor. Magazalardan birinin kapısında
“İnsanlar birbirlerine ait olduklarını unuttuklarından beri barış sağlanamıyor”
yazıyor.Bu etkileyici sözü kim söylemişse doğu söylemiş. Adem ve Havvadan
geldiğimize göre tüm insanlar sonuçta birbirleriyle kardeş… İşte bu nedenle kardeş
kardeş yaşayıp birbirimizi sevmeliyiz. Bugünkü “Sevgililer Günü” kardeş sevgisine
atıfta bulunmuyor tabii ki… Hele San Francisco’da hiç değil.. Restoanlarda mum
ışığında baş başa romantik yemek yiyen erkeklerin kardeş olmadıkları pek belli..
San Francisco eşcinsellerin dünyada en yoğun olduğu şehir. Sean Penn’in ödül
kazandığı “Milk” adlı filmin hikayesi de bu şehirde geçer. Eşcinsel özgürlüğünün
başladığı noktanın hikayesidir bu hikaye..
Bu gece Tonny Bennett Nikko Hotelde bir konser verecek. Biletler çoktan tükenmiş.
Şarkıcı “I Left My Heart in San Francisco” adlı ünlü şarkısını kalbini sevgilisinde
bırakanlar için söyleyecek bu gece. Müzik Ve San Francisco deyince akla hemen
“Hotel California” ve “California Dreaming” geliyor her nedense.. San Francisco
California eyaletinin en önemli kenti ama Hotel California nın birçok farklı hikayesi
var. Biz romantik bir aşk üzerine olanı sevip beğeniyoruz. 19 milyon satıp 1978 de
yılın albümü ödülünü alan Eagles’ın bu albümü 3 yıl önce de internetten 1.000.000
uncu defa indirilmesini kutladı.
California Dreaming ise bizi bir on sene daha önceye götürüyor. Monterey
Festivalinde Scott Kenzie’nin söylediği parça büyük sükse yapar. Tam 7 milyon
satar ve çoğumuzun hatırlayacağı “Graduate” ve “ Forest Gump” filmlerinde ilm
müzüiği olur. Parça &0 lı yıllarda binlerce insanı buraya çekmişti bugünde bize
nostalji yaptırıyor. Ben de bugün Monterey Körfezinde kışa rağmen tişörtle dolaşıp
bahar çiçekleri arasında bu şarkıyı dinliyorum. İk satırlar şöyle diyor:
If you are going to San FranciscoBe sure to wear some flowers in your hairIf you are going to San FranciscoYou are
gonna meet some gentle people thereFor those who come to San FranciscoSummertime will be a love-in there
Eğer san Francisco’ya gidersen, şaçlarına çiçekler takmayı ihmal etme, gidersen
orada kibar insanlarla tanışacaksın ve buraya gelenlere yaz mevsimi aşk mevsimi
olacak. Şarkılar insanlar aşık olunca mı daha etkili olur bilinmez, bir şarkının peşine
düşüp onca yollara düşenler sadece filmlerde mi olur o da bilinmez. Ama bilinen her

aşkın bir şarkısı vardır, güfteye besteye dönüşmüş veya sadece “ bu bizim
parçamız” diye gönüllere gömülmüş bir şarkıdır bu.
San Francisco kafelerinde restoranlarında sürekli bu müzikler çalıyor. 60 lı 70 li
yılların müzikleri, rock müzik veya country müzik kulakları okşuyor. Jazz müzik
dinlemek isterseniz de zencilerin yoğun olduğu bölgelerdeki kadar çok olmasa da
Jazz Bar’lar a gitmelisiniz.
San Francisco zencilerin azbulunduğu daha çok beyazların ve meksika kökenlilerin
yaşadığı bir bölge. Zengin bir bölge en eski arabalar bir yaşında. Bölge pasifik
okyanusunun o büyük dalgalarının vurduğu göz alabildiğine uzanan plajlarıyla
süslü. Bu mevsimde srf yapanlara rastlıyoruz . Her ne kadar deniz girenler henüz
yok gibi oşsa da muhtemelen “karpuzun kabuğunu” bekliyorlardır. Hava pırıl pırıl
güneşli ve temiz, insanlar tişörlerle… İlkbahar havası ve ruhu kışın ortasında gelmiş
bile..
2 gün önce Dünyanın en önemli müzik yarışması yapıldı eyalette. Geçen seneki
Oscar töreninden daha çok insanı 39 milyon kişiyi TV lerinin önüne kitledi. Bir
taraftan o gün ölen Ünlü şarkıcı Withney Huston’u yı anma törenine dönüşen bu
yarışma diğer taraftan 4 ay önce nodül ameliyatı olup da 6 ödül toplayarak
Madonnayı tahtından eden 23 yaşındaki Adale’nin ses ameliyaının dünyanın sonu
olmadığını ses kısıklığının da utanılacak bir durum olmadığını dünya aleme
gösterdiği bir yarışma oldu.
San Francisconun güneyi sarmısak ve enginar bölgesi. Kuzeyi de bağlar ve
şarpçılık bölgesi. Napa ve Sonoma vadileri özel mikroklimalarıyla 100 yıl içinde
dünyanın en önemli şarap üretici bölgesi oldular. Amerikanın şarap tüketiminin %
90 ı bu nölgeden karşılanıyor. Bu bölgede günde birkaç ke yağmur yağıp güneş
açabiliyor.
San Francisconun şarap sevgisini bir kenara bırakıp bizim anladığımız anlamdaki
sevgiye bakalım istedim. İnternetin ansiklopedisi “Sevgi” kelimesini çok kıa
özetlemiş: Sevgi türkçede yaygın bir bayan adıdır. örnek olarak da Koç ailesinin bir
ferdi Sevgi Gönül (1938) vermiş. Allahtan diğer diller imdada yetişiyor.
Sevgiyi bilmek için ansiklopediye mi ihyiyaç olurmuş dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Haklısınız tabii ki benimki biraz tanım takıntısından geliyor.Yani sevgi aşk bağlantısı
nedir? Bilimsel temelleri var mıdır? Kimyası nedir ? Fizik ve matematkle ilişkili midir
gibi sorulara cevap aramak istemiştim. Yoksa “ Aşkın tesadüfleri sever” biliyoruz.
Müslim Gürses davudi sesiyle radyolarda söylüyor. Ama gözü kör etmesi, yıldırım
tarzında geleni, almızın yazısı olup olmadığı hepsi araştırılması tartışılması gerek
konular. Bunlara da tabii ki tanımından başlamak gerek. Burada gördüğümüz
plajlara sevgililer günü nedeniyle olsa gerek yüzlerce “I Love (kalp sembolü
şeklinde çizilenler çoğunlukta) you” lar bir kaç gün içinde silinip gidecek ama
sevginin ansiklopedilerde kalıcı tanımlamaları olmalı bir bayan adından öte.
Ansiklopedilerden de daha kalıcı olmaları gereken yeri kalplerimiz olmalı tabii ki.
Her nekadar kalplerimiz sadece bir emme basma tulumba olup sevgi ve aşkla
doğrudan bir ilişkisi olmsa d yine de sembolik olarak kalp organımızın bu konuda
sembol olarak seçilmiş olması güzel ve anlamlı. Düşünsenize böbrek veya dalak
aşkı temsil etseydi nasıl olurdu. Aslında beyin seçilmeliymiş ama bizim organlarımız
bile aşka böbrekten daha yakın. Aşık olunca daha çok miksiyon ihtiyacı doğuyor mu
bilemiyorum ama sevgilinin amber gibi mis gibi kokusu burundan, kadife gibi sesi
kulağımızdan alınıyor. Aşk başımızı periferik vestibüler sistem etkisi ile döndürmesi

bile kulağımızı çınlattığında kimin andığını biliyoruz. Sevgiliden çalınan bir buseye
oral kavite, dudaklar ve korda timpani aracılık etmekte.
Yazımızın sonuna yaklaşırken sevgi ile ilgili mesleki deformasyonu bir kenara
bırakıp inişli çıkışlı caddeleri, yüksek gökdelenler, rıhtımdaki balıkçı ve deniz
mahsülleri lokantaları, döndürmek için elle itilen tramwayları, Alkadraz kuşcusu”
filminin çekildiği alkadraz hapisahane adası, ünlü kırmızı şehrin sembolü “Golden
Gate” köprüsü ve Sausolito banliyösüyle ile görülesi bu şehre gelirseniz, bu şehri
seversiniz diye düşünüyorum.
Hepinize sevgi dolu günler…

Tıpda En Önemli 10 Buluş ve Gelecek
Yaşamlarını insan sağlığına adamış Amerikalı 2 doktorun yazdığı Tıbbın en büyük 10
buluşu adlı kitaptan yola çıkarak önümüzdeki yüzyılda bu on buluşu geçebilecek kadar
önemli bir araştırma olacak mı diye düşündük. İnternette biraz gezip sağlıkla ilgili dergilere
göz attık. Gen mühendisliği iyiye kullanıldığında, önemli buluşlar ortaya çıkabilir izlenimi
uyandı. Önce California’dan Friedman ve Standford tan Friedland’a göre tıpta en önemli
on buluş neymiş onlara bir göz atalım isterseniz …
Sonrada önümüzdeki yüzyılda bizi bekliyen yeniliklere bakarız. Yazarlar nelerin en önemli
on buluş olduğuna, yaptıkları bir ankete göre karar vermişler. En önemli buluş olarak
fizyolojinin babası olarak nitelendirdikleri William Harvey inkan dolaşımı buluşunu kabul
ediyorlar. Kronolojik olarak bakıldığında ilk önemli buluş Andre Vesalius un anatomi
çalışmaları. Vesaliusun kısaca Fabrica Tıpda En Önemli 10 Buluş ve Gelecek olarak bilinen De humanis corporis fabrica adlı büyük kitabında yayımladığı bilgiler asırlardır uykuda olan tıp dünyasını uyandırmaya
yetiyor.
Diğer buluşlar arasında Antoine Van Leeuwenhoek in bakterileri buluşu var. Tabii ki Robert
Koch ve Louis Pasteur ün bu buluşa katkılarından söz etmeden geçmek olası değil. Aynı
Alexander Fleming in antibiotiği buluşuna, Howard Florey ve Ernst Chain in katkıları gibi.
Bilim en güzel taraflarından biri de bu olsa gerek; yardımlaşma ve yararlanma. İnsülin ve
kortizonun bulunması Nobel ödülü ile ödüllendirilmesine karşın en önemli on buluş arasına
girememiş. Çünkü, örneğin anestezinin bulunması kadar geniş etki yaratmamışlar tıp
dünyasında. Oysa Crawford Long un anesteziyi buluşu tamamen raslantı sonucu olmuş.
Bir eter partisinin ertesi sabahı kırılmış bardakların sağını solunu kestiğini ama hiç acı
duymadığını farketmiş. Edward Jenner in aşıyı, James Watson ve Francis Crickin DNA
yı, Wilhelm Röntgenin röntgeni, Ross Harrisonun doku kültürünü ve Nicolai Anichlov un
kolesterolü bulmaları da tıpta en önemli on buluş arasında sayılmış. Buluşların ortak
yönleri Bu buluşların ortak yönlerine baktığımızda anestezi dışında antibiyotik, bakteriler
ve röntgen tesadüfen bulunmuş. Ancak bu rastlantıların hiçbiri tamamen rastlantı değil.
Leeuwenhoek günlerce gecelerce gözünü kırpmadan mikroskobunun başında durmasaydı
bakterilerin çoğaldığını farkedebilirmiydi acaba? Yine Pasteurün ünlü sözüne geliyoruz
Şans ancak yetişmiş kafalara yardım eder". Buluşların sosyal taraflarına baktığımızda
yarısı demokratik ortamlardan çıkarken diğer yarısı krallıklarda olmuş.
En önemli on buluş arasında 4 İngiliz ve 1 Rus buluşu varken Amerika Birleşik
Devletlerinde ve Hollanda da 2, Almanyada da 1 buluş yapılmış. Buluşları yapanların
hiçbirinin sponsoru olmamış. Leeuwenhoek, Jenner ve Long buluşlarını akademik
ortamların dışında yapmışlar. Hiçbiri dahi değil! Buluşları yapanların karakterlerini
incelendiğimizde hiçbirinin dahi olmadığı görülüyor. Yani Beethoven in 5. Senfonisi gibi
veya Leonardo da Vinci nin La Jaconde u gibi entelektüel yapıdaki bir kişiye bir ilham
sonrası mucize tarzında gelmiyor. Buluşları yapanlar da entelektüel yapıda insanlar ama
izledikleri düşünce yolu tamamen normal bir yol. Ortak özellikleri arasında korkunç bir
merak, çok iyi bir metod anlayışı ve araştırma tutkusunu görüyoruz. Yukarda bahsettiğimiz
dünya tıbbının akışını değiştiren buluşlarını yaptıktan hemen sonra başka konularla
ilgilenmeye başlıyorlar. Eşleri ve çocuklarıyla pek ilgilenmiyorlar. Hepsi yaşamlarında
emeklerinin karşılığını alıyorlar (Nobel vs). Ama hiçbirinin aradığı şan şöhret para değil.
Hepsi genç. Yaş ortalamaları 32. Sadece Röntgen 50 yaşın üstünde. 3 tanesi 30 yaşın
altında. Jenner ve Long un neşeli ve uyumlu kişilikleri dışında hepsi sert ve birlikte
seyahat edilemiyecek kadar egoist.
Bu şekilde bu güne kadar tıp alanında yapılmış en önemli buluşların özetini yaptıktan
sonra gelelim önümüzdeki yüzyılda bizi bekleyen yeniliklere. Sağlığımızı ilgilendiren hangi
konularda ne gibi araştırmalar yapılıyor, acaba bunlardan herhangi birinin yukardaki
önemli buluşlar gibi tıbbın akışını değiştirmeye gücü olabilecek mi ? Son yıllarda yapılan
sağlığımızı doğrudan ilgilendirebilecek araştırmaların önemli bir kısmı gen mühendisliği

tarafından yapılıyor. Örneğin hücre içine genler sokularak hemofilide olduğu gibi bozuk
genler düzeltilmeye çalışılıyor. Muz, domates veya patates içine gen enjekte edilerek bu
meyve ve sebzelere mikroplara karşı koruyucu proteinler ürettirilmeye çalışılıyor. Bakalım
çocuk reçetelerine muz yazıldığını görebilecekmiyiz? Yine genetik manipülasyonlarla bazı
sinekler tifoya karşı, bazı tahta kuruları ise Chagas hastalığına karşı immün sistemi
kuvvetlendirebiliyorlar. Koyuna verilen bir gen sütünden albümin elde edilmesini
sağlıyabiliyor. Transgen hayvan denilen bu koyunlar sayesinde yanık hastalarının tedavisi
kolaylaşabilecek.
Gen mühendisliğinin yardımıyla. Bu koyunları klonlayarak mucize süt veren bir sürüye
sahip olmak da söz konusu olabilecek yakın gelecekte. Domuzlarda insan vucudunun
reddetmiyeceği organların üretilmesi projesi rüya gibi gelse de üzerinde çalışılan
konulardan. İleri teknolojiler insan sağlığı için çok önemli tanı ve tedavi araçlarının
gelişmesini sağlamaya devam edecek önümüzdeki yüzyılda. Bilgisayar teknolojisi sanal
endoskopiye şu anda bile olanak sağlıyor. Hekim bir aracın içindeymişcesine insanın hava
borusunda veya bağırsaklarında dolaşıp tanı koyabiliyor. DNA mikroçipleri yardımıyla
genetik araştırmalar 1000 kat daha hızlı yapılabilecek. Bu sayede anomaliler ortaya daha
kolay çıkabilecek, kanser genlerinin nasıl çalıştığı anlaşılacak. Genetik testlerle kişinin
kansere, kalb-damar hastalığına veya diabete yatkınlığı saptanabilecek. Bu durum
hastalığa karşı önlem ve erken tedavi şansını getirirken, psikolojik sıkıntıları ve sigorta
şirketleri ve işverenlerin kişilere bakışlarındaki önyargıyı da beraberinde getirecek. Bir saç
telinden veya vücuttaki bir kıldan zehirlendiğimiz, vitamin yetmezliğimiz veya kansere
yakalanmış olduğumuz anlaşılabilecek önümüzdeki yüzyılda.
Tedavide de yenilikler bizi bekliyor.
İlaçların veriliş şekilleri kolaylaşıyor ve vücuttaki seyirleri takip edilebiliyor. Buruna
yapıştırılan zamk gibi bir madde, damar içinde dolaşan binlerce bölmesi olan ve dışardan
kumanda ile istenilen ilacın, istenilen bölgeye bırakılmasını sağlayan mikroçipler
neredeyse piyasaya sürülme aşamasında. Elektronik ticaretten sonra elektronik ilaçlarda
hayatımıza girmek üzere. Prototip Bostonda yapıldı bile. Halen menapoz ve bazı kalp
hastalıklarında kullanılan yapıştırma bantları hafif bir akım eklenerek daha etkili duruma
getirilecek. Daha değişik maddelerin daha fazla dozlarda deriden verilmesi böylece
mümkün olacak. Farmakogenomik bilim dalı yardımıyla hangi ilaçları tolere
edemiyeceğimiz veya hangi ilaçların bizde etkisiz kalacağı önceden bilinecek. Bize verilen
ilaçlar buna göre düzenlenecek veya yeni ilaçlar geliştirilecek. Alzeimer gibi dejeneratif
hastalıkların tedavisinde doku bankaları kullanılacak. Teknik açıdan büyük güçlükler ve
etik kaygılar olmasına karşın insan embrio hücre kültürleri bu konuda büyük ümitler
veriyor.
Tütünden insan hemoglobülini üretilip bitkisel kan emrimize girecek. İnsan elinden daha
hassas hareket eden uzaktan kumandalı robot cerrahi aletlerle çok daha başarılı
ameliyatlar gerçekleştirilmeye başlandı bile. Hem de cerrah Antalyada hasta Zonguldakta
olduğu halde. Bütün bunlar hayal mi yoksa önümüzdeki yüzyılda tıptaki en önemli
buluşlardan biri olmaya aday projelerden biri mi bilmiyoruz. Bunu zaman gösterecek.
Dileriz önümüzdeki yüzyılda insan tarihindeki en önemli buluşlar gerçekleşir. İnsanlar daha
sağlıklı ve mutlu yaşarlar ve huzur içinde ölürler. Çünkü hiçbir buluşun insanı
ölümsüzleştirmeyeceğini biliyoruz. Aynı filozofun dediği gibi " mors certa hora incerta", yani
ölüm kesin saati belirsizdir.
(*) Friedman M., Friedland G.W.; Medecin’s 10 Greatest Discoveries. Yale University,
1998.

Ömürden_24-25