Yapay Zeka ile yatar yapay zeka ile kalkar olduk. Bu pazar günü biraz daha yapay zeka ile uğraşıp sonra yapay zeka tarafından yapılmış bir film seyrederek günümü ghüzelleştirmeye niyetlendim.

Bugün, filmlerde, kitaplarda, gazetelerde ve tabii ki internet üzerinde her yerde karşımıza yapay zeka çıkmaktadır. Görüntü üretmede, yazıların düzeltilmesinde, video üretiminde, robotlarda, sürücüsüz araçlarda, dronlarda, tıbbi ekipmanlarda, çevrimiçi satış sitelerinde ve günlük hayatımızı çeşitli şekillerde etkileyebilecek her türlü teknolojide yapay zeka yer almaktadır. Bu konuda yazan çizenler sürekli  bizi YZ hakkında (daha doğru veya yanlış) bilgilerle bombardımana tutuyorlar. Bazılarına göre YZ, ilginç küçük teknolojik başarılar yaratırken, diğerlerine göre insanlığın hayatta kalması için ciddi bir tehdit olabilir. Gerçekle sadece hayal ürünü olanı ayırt etmede zorlanıyor muyuz? YZ etrafındaki bu çılgınlık büyük ölçüde bilim insanları, girişimciler ve diğer profesyoneller tarafından beslenen aşırı ve gerçekçi olmayan beklentilerin sonucudur. Eğer bu teknoloji hakkında hiçbir şey bilmiyormuş gibi hissediyorsanız ve bu teknoloji günlük hayatınızın ayrılmaz bir parçası gibi görünüyorsa bu konuda biraz okumanız uygun olabilir.

Medyaya baktığınızda, çoğu zaman en faydalı teknolojilerin bir o kadar da  sıkıcı olduğunu fark edersiniz.  YZ de böyledir: o kadar yaygın hale geldi ki artık sıradanlaşmaya başladı.  Siz de belki farkında olmadan, çok sıradan olduğu için, bir şekilde kullanıyorsunuz. YZ’nin bu çok gerçek ve hayati kullanımlarına dikkati etmek gerekmekte olduğunu hissediyouz artık. Evdeki sıcaklığı ayarlamak için kullanılan küçük bir termostat, kendi başına bir şey idafe etmeyebilir, ama yapay zekanın  pratik bir uygulamasıdır.

YZ uygulamalarının karşılaştığı sınırlar hakkında daki  gerçekler nelerdir. YZ’nin asla üstlenemeyeceği bazı temel işler  vardır. Ancak insanın her zaman önemli olaca konusu tartışmasızdır. YZ , insanların hiç düşünmediğiniz alanlarda mükemmel olmasını sağlayacak bir  şeydir.  YZ dan yararlanmak önemlidir ama YZ çağıda  insanın daha da önemli hale geldiği söylenebilir.

Bu konuya ciddi bir şekilde devam etmeye niyetliyim. Bekleyeşlim görelim.

Dijital teknoloji kullanımı, bilişsel kapasitemizi düşürebilir. Akıllı telefonlar ve kulaklıklarımızla adeta yarı insan yarı robot haline geliyoruz. Neuralink’in piyasaya sürdüğü Telepathy adlı beyin çipi, Elon Musk’ın kurduğu bu startup’ın önemli bir başarısıdır. Bu cihazı kullanan bir kişi, düşünceleriyle bir bilgisayar faresini kontrol edebiliyor. Acaba teknolojik bağlılığımız yüzünden bilişsel yeteneklerimizin bir kısmını yitiriyor olabilir miyiz?

“Bir teknolojiye güvenmeye başladığımızda, o teknolojiyle ilgili yeteneğimizi kaybetme riskimiz var.” diye düşünenler var. Örneğin, Raphaël Gaillard, Paris Üniversitesi’nde Psikiyatri profesörü ve “Kafaya Balta Darbesi” kitabının yazarı, bu görüşü savunuyor. Gaillard, “Artırılmış İnsan, Beyinlerimizin Geleceği” adlı kitabında dijital amneziyi, “Google etkisi” olarak tanımlıyor. Harvard’da yapılan bir araştırma, bilginin saklandığını bilen beyinlerin, bu bilgiyi daha kolay unuttuğunu ortaya koydu. Bu durum, bilgiyi kaybetme riski olan öğrencilerin hatırlama yeteneklerinin daha güçlü olduğunu gösteriyor. Gaillard’a göre, bu, “Google etkisi”ne işaret ediyor ve diğer bellek yeteneklerimizin de teknoloji bağımlılığından etkilenebileceğini düşündürüyor.

2016’da gözlemlenen yer çekimi dalgaları, Einstein’ın 1916’daki teorisiyle uyumludur. Ancak, yapay zeka gözlem sonuçlarına dayanarak teoriler yerine sonuçlar üretiyor. Yapay zekaya aşırı bağlılıkla, teorileştirme yeteneğimizi kaybedebiliriz.

GPS’e alışarak yön bulma becerimizi kaybetme riskimiz var. Çocukların ormanda yol bulma yeteneklerini geliştirmek mümkün. Dil çeviri uygulamaları, yeni diller öğrenme gereksinimini azaltabilir. Böylece yabancı dil öğrenmeyle ilişkili bazı beyin bağlantıları işlevsiz hale gelebilir.

Teknolojinin bireysel bazda bazı yeteneklerimizi tamamen kaybettirme ihtimali düşük olsa da mümkün. Yabancı dil öğrenmenin asıl faydası, düşünme şeklimizi şekillendirmektir. Bir çocuğa müzik aleti öğretmek, sadece virtüözlük için değil, beyin üzerindeki olumlu etkiler için önemlidir. Öğrenmeyi bırakırsak, bilişsel yeteneklerimizin bazıları zayıflayabilir.

ChatGPT, milyonlarca sayfa edebiyat metnine erişimle “akıllı” hale gelmiş, yapay sinir ağlarına dayalı bir modeldir. Astronomik miktarda içerikten öğrenerek bağımsız yeni şeyler yaratır. ChatGPT, okumanın beyin üzerindeki etkilerinin bir kanıtıdır. Bu nedenle, teknolojiyle başa çıkmanın önemli yollarından biri okuma olabilir.

 

Paris Brexit’ten sonra ticaret merkezi haline geleceğini düşünmüştü. Ancak bunun o kadar da kolay olmadığını kısa sürede fark etti. Bazı özel alanlarda özellikle azalmakta olan  artizanal yani el emeği isteyen işlerde bir şeyler yapması gerektiğini anladı. Bu işlerden sorumlu Paris Belediye başkanı Anne Hidalgo’nun yardımcısı Nicolas Bonnet Oulaldj biz Yabancı Basın Derneği üyelerini  Plateau Fertile yani ‘Verimli Yayla’ adlı değişik ülkelerden göçmüş her türlü bilgi seviyesinden çalışmaya ihtiyacı olan insanlara istihdam yaratan atölyede ağırladı ve gezdirdi. Bu çok sayıda moda devi tarafından da desteklenen bu projeyi sizlerle paylaşmak istedim.

Yıllardır Moda’nın başkentleri arasında sayılan Paris’in epeyden beri  sürdürülebilir moda ekosistemine doğru  ilerlediği görülüyordu. Bazı markaların başkentte sorumlu ve etik modayı ön plana çıkardığı da biliniyordu.

APE (Yabancı Basın Birliği Derneği), Yeşil Moda Merkezi (Fashion Green Hub) ve Airs de Paris dergisi, Paris’in bu ekosistemini daha iyi anlamak için Paris Belediyesi Başkan Yardımcısı Nicolas Bonnet Oulaldj liderliğinde bir buluşma düzenledi.

13 Mart’ta gerçekleşen bu buluşmaya farklı ülkelerden birçok gazeteci katıldı, özellikle Imane Ayissi ve Hawa Paris gibi iki yetenekli tasarımcı da bu toplantıda hazır bulunduı.

Toplantı, yukarıda da bahsettiğim Plateau Fertile adlı etkileyici bir mekanda yapıldı.

Plateau Fertile Paris, Fashion Green Hub’ın ikinci işbirliği yaptığı Manifacture Berliner denilen bir mekan ve geri dönüşüme dayalı ve dayanışmacı moda için kurulmuş bir alan olup, tekstilin yeniden kullanımını teşvik eden ve entegrasyon işleri yaratan çok büyük bir bina.

Manufacture Berlier, sürdürülebilir tekstil üreticilerine ev sahipliği yaparak, Paris’te üretim ve zanaat etkinliklerinin yeniden yerelleştirilmesini amaçlıyor ve buna  katkıda bulunuyor.

Bu girişim, döngüsel ekonomi, ekolojik tasarım ve sürdürülebilirlik çabalarıyla uyumlu genç tasarımcıların  moda projelerini hayata geçirmelerine yardımcı olmayı amaçlayan bir ortam sunuyor.

Sürdürülebilir Moda Ekosistemi

İnsanın çevreye  etkisi nedeniyle dünya tehlikede, bu tehlike doğal kaynakları ve biyoçeşitliliği tehdit ediyor. Özellikle hızlı moda endüstrisindeki tüketim aşırılığı ve israf, çevre üzerinde önemli bir etkiye sahip.

Nicolas Bonnet Oulaldj, Paris’te sürdürülebilir moda ekosisteminin oluşturulmasında kritik bir rol oynamış. Bu toplantıda, “Made in Paris” etiketinin oluşturulma nedenini açıkladı.

Söylediğine göre, yerel üretimin teşviki iki öneme sahip. Bir yandan, ürünlerin uluslararası taşınması nedeniyle çevresel bir sorun. Diğer yandan, zanaat ve endüstriyel becerilerin korunmasına, iş yaratılmasına ve toplumsal entegrasyona katkıda bulunmaktadır.

Ayrıca Paris’in moda alanında uygun bir ekosisteme sahip olduğunu vurguladı. Paris Belediyesi, Manufacture Berlier, Caserne, Duperré Okulu ve Paris Atölyeleri gibi girişimler aracılığıyla genç tasarımcıları destekleyerek Paris Belediyesi olarak bu sektöre aktif bir şekilde yardım ettiklerini ifade etti.

Bu girişimlerin amacı Paris’i uluslararası moda başkenti olarak korumak, zanaatkarlığı desteklemek ve moda alanına sosyal olarak  dahil olmak ve girişimciliği teşvik etmektir.

Paris, Diğer Kültürlere Açık Bir Şehir

Imane Ayissi, yavaş (Slow) modaya bağlı bir tasarımcı. Teknikleri ve malzemeleri karıştırmayı seviyor. Meraklı ve cesur bir tasarımcı olarak bilinen Imane, aynı zamanda Paris Moda Haftası’nda yeni bir ekolojik hammadde olan Ecobamboo lifini kullanan ilk tasarımcıdır.

Imane toplantı sırasında Paris’te uzun yıllara dayanan yaşama deneyimini paylaştı. Temelde balet olan İmane’yi Paris kendisini cezbetmiş, sanatsal kariyerini devam ettirmek için buraya yerleşme fırsatını bulmuş. Zamanla, zarif ve ilham verici bulduğu Paris kültürünü çok sevmiş. Yıllardır vazgeçmediği Kamerun pasaportuna ve almadığı Fransız tabiyetine rağmen, kendisini Fransa’ya ve kültürüne derinden bağlı hissediyor.

Imane Ayissi’ye göre, Paris birçok etki ve kültürü bir araya getiren bir yer, bu da başka hiçbir yerde bulunmayan insanların kolayca kaynaştığı bir ortam yaratır. Imane 80’lerde Paris moda sahnesine yeni bir soluk getiren Kenzo gibi yabancı tasarımcıların Paris’e olan etkisini de vurguladı.

Paris’in diğer kültürlere açık olduğunu ve Paris’teki çeşitliliğin, onun yaratıcılığını besleyen ve işinde ilham kaynağı olan unsurlar olduğunu söyledi.

Modaya Yenilikçi Bir Yaklaşım

Nicolas Bonnet Oulaldj ile yapılan toplantının ardından, gazeteciler aynı mekanı paylaşan Hawa Paris atölyesini ziyaret ettiler. Hawa Paris, insanı, kültürel çeşitliliği ve toplumsal dahil olmayı faaliyetinin merkezine alan modaya yenilikçi bir yaklaşımı temsil ediyor.

Döngüsel bir yaklaşım ve malzemelerin yeniden kullanımını destekleyen bir yaklaşımla, sorumlu ve dayanışmacı bir moda dinamiği içinde yer alıyor.

Kurucu, atölyelerinin zenginliğinin çeşitlilikte olduğunu ve farklı ülkelerden gelen çalışanlarla bu çeşitliliğin marka için gerçek bir güç olduğunu belirtti. Bu kültürel çeşitlilik, fikir alışverişini teşvik ettiğini ve benzersiz ürünlerin yaratılmasına neden olduğunu ifade etti.

Hawa Paris ayrıca, projeye göç geçmişlerinden dolayı zorluklarla karşılaşabilecek kişilerin dahil edilmesine büyük önem verdiğini de söyledi. Ayrıca atölyenin, bu bireylere iş fırsatları ve somut destek sunarak, sosyal ve mesleki entegrasyonlarına katkıda bulunduğunu iddia etti..

Yeni, Daha Sosyal ve Ekolojik Bir Moda Yaratıyoruz

Bu toplantı, benim için ve tüm katılımcılar için gerçekten etkileyici bir toplantı oldu. Üretim ve tüketim modellerini yeniden düşünmenin hayati önem taşıdığı bilkincinin yayılması gerektiğine inandır. Sürdürülebilirlik kavramı çok önemli. Cin’den kısa sürede çöpe giden ucuz giysiler mi almalı yoksa daha uzun süre severek giyceceğimiz daha pahalı ürünleri mi tercih etmeli. İngilizlkerin dediği gibi ‘Ucuız giyecek kadar zengin miyiz?’ . Miktar yerine kaliteye odaklanarak, sürdürülebilir malzemeleri ve etik üretimi teşvik etmeliyiz.

Hawa Paris, becerileri ön plana çıkararak ve değişik kültürlerden gelen insanları değerlendirerek, ekonomik fırsatlar yaratıyor ve kültürel mirası koruyor.

Birlikte, çeşitlilik, topluma dahil olmak olasıdır. Çevresel sürdürülebilirliği önemseyen daha insani ve ekolojik bir moda yaratılabilir. Moda endüstrisinde gerçek bir devrim yaratabilmek için güçlerin birleştirilmesi gerekir.

Not

APE (Yabancı Basın Birliği), 1879’da kurulan Yabancı Basın Sendikasının mirasçısıdır, Fransa’da çok önemli ve vaz geçilemez bir rol oynamaktadır. APE birçoğu Dışişleri Bakanlığı tarafından akredite edilmiş yüzlerce gazeteciyi bir araya getirmektedir.

Fashion Green Hub, daha sürdürülebilir, etik, yerel ve yenilikçi bir moda için çalışırken, yerel iş yaratma odaklı bir ekosistemi destekler. Dernek, hem bölgesel hem de ulusal düzeyde moda ve tekstil ekosistemini canlandırmaktadır.

Gastronomi dünyasının duyusal zenginliği, “küliner orgazm” kavramıyla yeni bir boyut kazanıyor. Bu benzetme, bazı insanların yemeklerle yaşadığı yoğun ve bazen ekstatik ilişkiyi anlamamıza yardımcı oluyor. Sosyal medyada rastladığımız “foodporn” terimi, göz alıcı sulu burgerlerden, damak çatlatan eriyen peynirlere, iştah kabartan tatlılara kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Bu terim, yiyeceklerin görsel ve duyusal çekiciliğine odaklanarak, adeta bir tutku yaratıyor.

Nörobilimler doktoru ve seksolog Aurore Malet Karas, zevkin yalnızca cinsel uyarımlardan kaynaklanmadığını, yiyeceklerle ilgili yoğun hazların da olabileceğini savunuyor. Karas’a göre, bu tatminin kaynağı, beynimizin enerji için şekere, enerji rezervleri ve fiziksel çaba için ise yağa olan ihtiyacından kaynaklanıyor. Bu durum, özellikle şekerli veya yağlı yiyeceklerin neden bu kadar cazip olduğunu ve sık sık oburlukla ilişkilendirildiğini açıklıyor.

Buna karşın, duyusal algı uzmanı ve nörobiyolog Gabriel Lépousez, mutfakla ilişkili orgazm kavramının aşırı olduğunu düşünüyor. Lépousez, cinsel orgazm ve yemekle ilgili orgazm sırasında beyinde meydana gelen tepkilerin farklı olduğunu belirtiyor. Bu bakış açısı, yemek yemenin cinsel bir orgazm kadar yoğun bir deneyim olmadığını öne sürüyor.

Ancak, şarap uzmanı Leslie Brochot’nun anlattığı kişisel deneyimler, mutfak deneyimlerinin de oldukça güçlü duyusal etkilere sahip olabileceğini gösteriyor. Brochot, lezzetli yemeklerin kendisini nasıl bütünüyle ele geçirdiğini, tüm duyularını yoğun bir şekilde ağız duyusuna odaklandığını ve vücudunda hoş bir ürperme hissi yarattığını anlatıyor.

Sonuç olarak, “küliner orgazm” kavramı, yoğun zevk deneyimlerini tanımlamak için kullanılan bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Bu terim, yemeğin sadece bir ihtiyaç değil, aynı zamanda zengin bir duyusal deneyim sunabileceğini gözler önüne seriyor. Cinsel bir orgazmla kıyaslandığında abartılı gibi görünse de, yiyeceklerin bize sunduğu zevk ve duyusal deneyimlerin önemini ve karmaşıklığını vurguluyor. Yemek, sadece lezzetiyle değil, aynı zamanda aroma, doku ve yemeğin bağlamsal yönleriyle de bizlere benzersiz deneyimler sunuyor. Bu deneyimler, yiyeceklerin neden bu kadar hoş olduğunu ve nasıl derin, duyusal bir tatmin sağlayabileceğini gözler önüne seriyor.

Cam Ürün Fotoğraflama Teknikleri

Mehmet Ömür

Camın kökeni, belirli bir tarihe veya kişiye atfedilemeyecek kadar eski ve karmaşıktır. Cam yapım tarihi, M.Ö. 3500’lü yıllara, hatta öncesine, Mezopotamya ve Mısır bölgelerine dayanır. Efsanelere göre, cam, Fenikeliler tarafından tesadüfen keşfedilmiştir. Bu hikayeye göre, Fenikeliler, doğal soda kaynakları bulunan plajlarda yemek pişirirken, sıcaklık ve kumun birleşimi sonucunda cam meydana gelmiştir. Ancak bu hikaye daha çok bir mit olarak kabul edilir ve gerçek cam yapımının çok daha karmaşık bir süreç olduğu düşünülür. İlk cam ürünleri, aslında kristalleşmemiş doğal cam olan obsidiyandan yapılmıştır. Yapay cam üretimi, eski uygarlıkların metal işleme teknolojilerinin gelişmesiyle paralel olarak gelişmiştir. Cam üfleme tekniğinin M.Ö. 1. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nda geliştirildiği bilinmektedir; bu da cam üretimini ve kullanımını büyük ölçüde artırmıştır.

Fotoğrafçılık açısından, cam ürünlerin fotoğraflanması, metal ürünlerle bazı benzer özellikler taşır ve her ikisi de yansımalar oluşturur. Yansıyan ışınlar, cam yüzeyinden giriş açısına bağlı olarak az veya çok polarize olabilir. Başlangıçta cam için de metal için kullanılan aydınlatma tekniklerini uygulamayı düşünebiliriz, ancak aslında bu doğru değildir. Metal aydınlatıldığında, fotoğraf makinesine bakan yüzeyine düzgün bir ışık verildiğinde, geriye ayarlanacak az sayıda detay kalır. Oysa camda, yüzeyden çok konturların nasıl göründüğü önemlidir. Konturlar net olarak tanımlanmışsa, diğer yüzeyler göz ardı edilebilir.

Cam ürünlerinin fotoğraflanmasında temel sorun, camın doğasından kaynaklanır. Cam şeffaftır ve cam ürüne ulaşan ışık, fotoğraf makinesine doğru yansımadığı için, camın birçok kısmı görünmez hale gelir. Konturlar da ya görünmez ya da çok az görünür. Bu durumda, cam ürününün şekli ve hacmi ortaya çıkamaz. Daha da kötüsü, bazı olumsuz yansımalar, yüzeyin detayları veya dokusu hakkında hiçbir bilgi vermez ve yanıltıcı olabilir.

Cam ürünlerin fotoğraflanmasındaki en önemli sorunlardan bir diğeri, cam üzerindeki doğrudan yansımalardır; bunlar genellikle sadece kompozisyonu bozar. İkinci daha ciddi sorun, camın şekil ve hacminin gösterilememesidir. Yeterli kontrast olmadan konturlar, net ve arka plandan ayrılmış olarak gösterilemez.

Peki, bu sorunlara nasıl çözümler getirilebilir? Tüm dikkat, konturların belirgin hale getirilmesi ve cam yüzeyindeki çirkin yansımaların yok edilmesine odaklanmalıdır.

Cam ürünlerin fotoğraflanmasında ideal çekim koşulları nelerdir?

Çoğu durumda, konturları iki temel teknikle ortaya çıkarabiliriz. İlk teknikte, açık arka plan siyah çizgiler şeklinde sonuç verirken, diğer teknikte koyu arka plan, açık çizgiler şeklinde bir görüntü ortaya çıkarır. Her iki aydınlatma yöntemi zıt görseller ortaya çıkarsa da, aslında aynı prensiplere dayanırlar. İkisi de cam ürünü belirginleştirir ve nesneyi çevresinden net bir şekilde ayırır.

İlk olarak, açık arka plan ve siyah konturlara bakalım!

Esasen, cam ürünün nasıl aydınlatılacağına, arka planın rengi karar verir. Açık tonlu arka plan, nesnenin konturlarında oluşabilecek tüm yansımaları ortadan kaldırmalıdır. Doğrudan yansımaları etkileyen açı da önemlidir.

Stüdyoda önce set kurulur. Işıklar yerleştirilir. En son ürün sahneye yerleştirilir. İlk olarak arka plan seçilir. Arka plan olarak genellikle beyaz bir arka plan tercih edilir. Işık kaynakları, arka planı mümkün olduğunca eşit bir şekilde aydınlatacak şekilde yerleştirilmelidir. Arka plan opak ise ön taraftan, yarı saydam (diffüzör) ise arkadan aydınlatmakta fayda vardır. Her iki yöntem de benzer sonuçlar verir ve bu seçim kişisel tercihe bağlıdır.

Eğer yarı saydam bir arka plan kullanılıyorsa ve ışık kaynağı arkadan ve alttan veriliyorsa, aydınlatma daha etkili olacaktır. Daha sonra kamera yerleştirilir. Kameranın objektifi, arka planı tam olarak kapsayacak şekilde yerleştirilmelidir. Bu adım çok önemlidir, çünkü kamera ile arka plan arasındaki mesafe böylece en iyi şekilde belirlenmiş olur. Eğer arka plan çok küçük olursa, görüntü çerçevesini dolduramayacaktır; bu istenmeyen bir durumdur. Çok büyük bir arka plan ise, tam tersine başka problemler yaratacak ve parlak yansımalar oluşacaktır. Bu parlak yansımalar, siyah çizgileri maskeleyeceğinden, istenilen mükemmel sonuca ulaşmak zorlaşacaktır. Bu durumda, arka plan yüzeyi, görüntü için istenen çerçeveden daha geniş siyah kumaşlar veya kartlarla maskelenir ve sadece gerekli olan alan aydınlatılır.

Ardından ürün sahneye yerleştirilir ve odaklama yapılır. Aydınlatılan arka planın gerekli büyüklükte olduğu tespit edildikten sonra, cam ürün, objektife biraz yaklaştırılıp uzaklaştırılarak gerekli düzenlemeler yapılır. Nesne, objektife ne kadar yaklaşırsa konturlar o kadar belirginleşecektir. Konturların daha iyi görünmesi, sadece lensin iyice yaklaşmasından değil, aynı zamanda nesnenin arka plandan uzaklaşmasıyla da ilgilidir; bu şekilde doğrudan yansımalar daha da azalır. Cam ürüne netlik yapılır ve fotoğraf çekilir. Işık ayarlarını belirlemek için, konunun arkasındaki aydınlatılmış arka plan üzerindeki yansıyan ışıktan ölçüm yapılır. Bunu bir pozometre ile yapmak gereklidir. Pozometrenin ölçtüğü pozlama, belli durumlarda artırılıp azaltılarak arka planın parlaklığı kontrol edilebilir. Eğer arka planın orta tonda, yani yansıma faktörü %18 olmasını istiyorsanız, pozometrenin gösterdiği pozlamayı uygulamalısınız. Arka planın açık gri olmasını istiyorsanız, pozometrenin gösterdiği pozlamayı +1 veya +2 stop arttırabilirsiniz. Arka planın koyu olmasını istiyorsanız, pozometrenin gösterdiği pozlamayı bir veya iki stop düşürebilirsiniz. Bu tür bir sahne için kesinlikle doğru bir pozlama yoktur; doğru pozlama aslında bizim tercih ettiğimiz görüntüyü veren pozlamadır. Arka plan ne kadar aydınlık olursa, sahne o kadar detaylı olur ve nesnelerin konturları daha iyi tanımlanır. Beyaz bir arka plan için pozlama yapılırsa, cam üzerindeki istenmeyen yansımalar azalır; bu yansımalar, neredeyse aynı değerde olduklarından ve arka planla hemen hemen aynı değerde olduklarından görünmez olurlar. Bu yansımalar, arka plan orta gri veya daha koyu olduğunda rahatsız edici hale gelirler.

Optik yasaların bazen imkansız kıldığı durumlarla uğraşarak vakit kaybetmemenizi öneririz.

Eğer arka plan koyu renk olacaksa pozometrenin gösterdiği pozlamayı bir ila iki spot azaltabilirsiniz. Bu tür sahneler için kesinlikle doğru bir pozlama yoktur. Doğru pozlama sizin tercih ettiğiniz görüntüyü veren pozlamadır. Pozlamayı değiştirerek arka planın ton değerini istediğiniz yere getirebilirsiniz. Koyu hatlarla bir cam ürünü çekerseniz siyah bir arka planın önünde  görünen bir şey kalmaz. Ancak arka plan ne kadar aydınlık olursa sahne o kadar detaylı olur ve nesnenin konturları daha iyi tanımlanır.

Aydınlık arka plan ve koyu kontur tekniğini uygulamak için ışık kaynaklarını belirli bir acının uçlarına yerleştirmek gerekir. Böylece nesnenin istenmeyen yansımalarla kirlenmesi önlenir.

Beyaz bir arka plan için pozlama yapılırsa cam üzerinde istenmeyen yansımalar endişe verici olmaz bunlar neredeyse aynı değerde olduğundan arka plan da hemen hemen aynı değerlerde olduğundan görünmezler. Bu yansımalar arka plan orta gri ve daha koyu renkli olduğunda görünür ve rahatsız edici hale gelir. Ancak bunları da ortadan kaldırmanın yöntemleri vardır.

Şimdi koyu arka plan açık hatlar oluşturmak için yapılması gerekenleri anlatalım.

Koyu arka plan tekniği ile yukarıda anlatılan tam tersi bir etki yaratılır. Işık kaynaklarından cam üzerinde doğrudan yansımalar oluşur.

Gelin bu fotoğrafı çekmek için gerekli adımları görelim!

Önce geniş yüzeyli bir soft box olan bir ışık kaynağı yerleştirilir. Tüm konturları aydınlatmak için iki tarafta üstte ve altta iki beauty dish tipi aydınlatıcı kurmak gerekir. Yani bir tek cam ürün çekmek için dört kaynak gerekir. Tabii ki pratikte bu kurulumu sağlamak çok zahmetlidir. Dört ışık kaynağı yerine çok geniş bir soft box ı olan bir ışık kaynağıyla bu sorunu çözülebilir. Bu geniş aydınlatıcı yüzün boyutu şöyle hesaplanır; fotoğraf çekilecek cam ürünün diagonal boyutunun 10 ila 25 katı olan bir yüzey olması gerekir.

İkinci etapta ışık kaynağından daha küçük bir kara renkli arka plan kurulur. Siyah renkli bir arka plan oluşturmanın iki yolu vardır. En kolayı arkasında ışık kaynağı olan difüzör  üzerine siyah arka planı yerleştirmektir. doğrudan siyah bir fon üzerinde cam ürünü fotoğraflamamın sakıncası siyah fonun ışık nedeniyle arzu edilen kadar koyu bir siyah olmasının engellenmesidir. Bu nedenle bize göre en iyi ışık seti şu şekilde kurulmaktadır. Cam ürünün arkasına küçük bir siyah arka plan kurulur onun da arkasına daha büyük bir beyaz fon kurulur ışık kaynağı beyaz fona döndürülerek yansıyan ışıkla ürün aydınlatılır. öndeki küçük siyah arka planı hafif bir ayak üstüne yerleştirmek mümkündür veya yukardan iple asmak da uygun olabilir. Burada bahsedilen iki yöntemde birbirine benzer sonuçlar verir. Arka plandaki siyah fonun kadrajın tam içine girmesi için cam ürün uygun bir şekilde kameranın lensinden uzaklaştırılır veya yakınlaştırılır. Ancak siyah arka planın ışığın etrafından dolanmasına engel olacak kadar büyük olmaması gerekmektedir.

Bundan sonraki aşama kamerayı yerleştirmektir. Kamera kadrajın tamamen arka planla doldurulacak şekilde bir yere konumlandırılır. Aydınlık arka plan tekniği ile olduğu gibi arka plan çok büyükse doğrudan yansımalar engellenmiş olur . Bu durumda da nesnenin konturlarını beyaz hatlarla vurgulayan ışığın engellenmesine ve nesnenin siyah fon üzerinde kaybolmasına neden olur.

Ardından cam ürün kamera önüne yerleştirilir ve nesnenin boyu istenen duruma gelene kadar objektifle arka plan arasında hareket ettirilir. Kontörların tanımı nesne objektife yakın olduğunda daha da iyi olur. Nesnenin konumu belirlendikten sonra odaklama yapılır.

Fotoğraf çekilmeye hazır olduğunda pozlama yapılır. Pozlama yapılırken ‘Spot’ ölçüm çok önemlidir. Pozometre kullanmanın önemi burada ortaya çıkar. Pozometre ile yeterince güvenilir bir ölçüm yapmak mümkündür. Son zamanlarda stüdyo fotoğrafçılığı yapan fotoğrafçılar bir veya birkaç deneme çekimi yaparak elde edilen sonuçları objektif bir şekilde değerlendirip pozlama parametrelerini düzeltiyorlar ve ardından nihayet çekimlerini yapıyorlar ki bu da gayet mantıklı bir yaklaşımdır.

Işık ölçümünde nesne üzerindeki doğrudan yansımanın onu üreten kaynak kadar ışık yoğunluğuna sahip olduğu bilinmelidir.

Nesne üzerindeki yansıma bir pozometre ile ölçüldüğünde alan çok küçük olduğundan ölçümün doğrudan ışık kaynağı üzerinde yapılması uygun olur. Pozometre kaynağa yeterince yakın bir yere yerleştirilir. Pozometrenin alıcısı nesnenin konturlarında beyaz çizgiler oluşturan ışık demetini alacak şekilde yönlendirilir. Bu çizgileri iyi bir beyazlıkta olması için pozometrenin gösterdiği pozlama değerini bir kaç stop arttırmak gerekebilir. Çünkü pozometreler ölçülen aralığı %18 gri olarak yansıtmak üzere kalibre edilmiştir. Kalibrasyon saf beyaz olarak yapılmaz. Bu şekilde belirlenen pozlama cam ürün yüzeyindeki ışıkları polarize olmamış yansımaları ile birlikte mükemmel bir şekilde gösterir. Bu pozlama başlangıç noktası olarak kullanılır. İstenirse ilk pozlama 1 veya 2 spot hatta üç stop artırılarak bracketing tekniği ile de yapılabilir.

Bu arada arka planın karanlık kaldığını varsayıyoruz çünkü ışığı doğrudan oraya yönlendirmedik ve grileşmedi. Ancak daha açık bir arka plan elde etmek istersek ayrı bir kaynak kullanarak arka planı aydınlatmak uygun olabilir. Genel pozlamayı artırarak arka planı aydınlatmak konu üzerinde aşırı pozlamaya neden olacağı için uygun değildir.

Karmaşık durumları önlemek adına bu basit ışıklandırma seti bize göre daha uygun gelmektedir. Tabii bazen cam ürünün kadraj içindeki kompozisyonu daha komplike ışık seti kurmayı gerektirebilir.

Yukarıda anlattığımız bu iki teknikten en iyisi hangisidir?

Açık zemin koyu kontur ve koyu zemin açık kontur teknikleri kolayca uygulanabilir ancak bunların birlikte kullanılması zordur. Cam eşyaları fotoğraflarken karşılaşılan çoğu başarısızlık bu iki tekniğin bilerek veya bilmeyerek aynı anda kullanılmasından kaynaklanır. Cam ürünler bir çadır içinde aydınlatıldığında çevreden gelen istenmeyen yansımalar başarıyla ortadan kaldırılabilir Ancak cam nesnenin konturlarını belirleyen çizgiler de bu arada yok olurlar ki bu cam ürünlerde istenilen bir şey değildir.  Dolayısıyla cam ürünlerde çadır içi uygulamalar metal ürünler için olduğu gibi uygun değildir. Beyaz üzerine beyaz uygulama çok kötü sonuçlar verir.

Buraya kadar cam nesnelerin formlarını vurgulayan teknikleri ele aldık. Bu nesnelerin formları ve konturları ya koyu zemin üzerinde açık konturlar veya açık zemin üzerinde koyu konturlarla tanımlanmıştır. Bu iki teknik cam ve diğer şeffaf malzemelerin aydınlanmasının temelini oluşturur bununla birlikte daha çekici görüntüler yaratmak için ek tekniklere de ihtiyaç duyulabilir.

Gelin şimdi temel görüntülerde yapılabilecek iyileştirmeleri görelim.

Bunlar nelerdir:

Cam yüzeyi ortaya çıkartmak

Arka planı aydınlatmak

Ufku ortadan kaldırmak

Parlama yani flare olarak bilinen durumları ortadan kaldırmak

Parazit ışığı karşı mücadele etmek

Cam yüzey nasıl ortaya çıkartılır?

Konturları vurgulayarak formunu ve hacmini ortaya çıkaran teknikten daha fazlasının yapılmasını gerektiren bir çok şeffaf nesne vardır. Bu sorunu aşmak için nesnenin yüzeyine yansıyan yüksek ışınların kontrol edilmesi gerekir. Camın yüzey durumunu iyi bir şekilde gösterebilmek için çok ışıklı bölgelerin yeterince geniş olması gerekir.

Camın yüzeyini fotoğraflamak için doğru boyutta ve doğru yerde yüksek miktarda bir ışık yansıması oluşturmak gerekir.

Camın yüzeyinde oluşan neredeyse tüm yansımalar doğrudan yansımalardır

Amaç cam yüzeyin belirlenen bir noktasında yüksek bir ışık yansıması oluşturmaktır. Bunun için ışık kaynağının bir açı içine yerleştirilmasi gerekir. Bunu yaparken en yakın sınırla en uzak sınırı göz önünde bulundurmak gerekir en yakın sınır dağıtıcı ekran sayesinde sağlıklı bir şekilde olası noktalardan birine yerleştirilir.

Işık kaynağı ve camın üzerindeki yansımalar.

Cam ürün ön yüzeyinden aydınlatıldığında üzerinde soft box ın yansıması oluşur. Sadece soft box ın değil çevredeki diğer nesnelerin de yansımaları fotoğrafını çektiğimiz cam ürünün üzerine düşer.

Bu nedenle cam ürünün yüzeyini ortaya çıkarmak için kullanılan aydınlatma genellikle oldukça büyük boyutlu kaynaklar gerektirmektedir.

Kaynak hangi konumda olursa olsun nesneyi aynı etkide aydınlatır en uzak konumda bulunan bir kaynak en yakın konumda bulunan bir kaynağa göre birkaç kat daha büyük yüzey alanına sahip olmalıdır.

Ana ışık kaynağı ile dağıtıcı ekran (diffüzör) arasındaki mesafeyi belirlemek çok önemlidir.

Kaynağın konumu ne olursa olsun dağıtıcı ekrana opak bant şeritler yapıştırarak görüntüye daha doğal bir atmosfer kazandırmak mümkündür.

Optik yasaların bazı durumlarda imkansızlıklar yaratabileceğini ve bu tür durumlarla uğraşarak zaman kaybetmemenizi öneriyoruz.

Eğer arka plan koyu renkteyse, pozometrenin önerdiği pozlama değerini bir ila iki stop azaltabilirsiniz. Bu tür sahnelerde kesin bir pozlama değeri yoktur; doğru pozlama, istediğiniz görüntüyü elde ettiğiniz pozlamadır. Pozlamayı ayarlayarak arka planın tonunu istediğiniz seviyeye getirebilirsiniz. Koyu konturlarla bir cam  ürün çektiğinizde, siyah bir arka plan önünde ürün görünmez hale gelebilir. Ancak arka plan ne kadar aydınlık olursa, sahne o kadar detaylı olur ve nesnenin konturları daha da belirginleşir.

Aydınlık arka plan ve koyu kontur tekniği için ışık kaynaklarını belirli bir açıda konumlandırmak gerekir. Böylece nesnenin istenmeyen yansımalarla bozulması önlenir.

Beyaz bir arka plan için yapılan pozlamada, cam üzerindeki istenmeyen yansımalar çok fazla sorun olmaz. Bu yansımalar, arka plan orta gri veya daha koyu olduğunda belirginleşir ve rahatsız edici hale gelir. Ancak bunları gidermenin yöntemleri de vardır.

Şimdi koyu arka planla açık kontur oluşturmak için yapılması gerekenlere değinelim.

Koyu arka plan tekniği, yukarıda anlatılanın tam tersi bir etki yaratır. Işık kaynakları, cam üzerinde doğrudan yansımalar oluşturur.

Koyu arka plan tekniği ile bir cam ürün fotoğraf çekimi için gerekli adımları gözden geçirelim.

Öncelikle, geniş yüzeyli bir Soft Box kullanarak bir ışık kaynağı yerleştirilir. Tüm konturları aydınlatmak için iki tarafta, üstte ve altta, iki beauty dish tipi aydınlatıcı kurmak gerekir. Dört ışık kaynağı yerine, geniş bir Soft Box’ı olan tek bir ışık kaynağıyla da bu sorun çözülebilir. Bu geniş aydınlatıcının boyutu, çekilecek cam ürünün diyagonal boyutunun 10 ila 25 katı olmalıdır.

İkinci aşamada, ışık kaynağından daha küçük siyah renkli bir arka plan kurulur. Siyah arka planı oluşturmanın iki yolu vardır. En kolayı, arkasında ışık kaynağı olan bir difüzör üzerine siyah arka planı yerleştirmektir. Doğrudan siyah bir fon üzerinde fotoğraf çekmenin sakıncası, siyah fonun ışık nedeniyle yeterince koyu olmamasıdır. Bu yüzden en iyi ışık seti, cam ürünün arkasına küçük bir siyah arka plan, onun arkasına ise daha büyük bir beyaz fon yerleştirerek kurulur. Öndeki küçük siyah arka planı hafif bir ayağa yerleştirmek veya yukarıdan asmak mümkündür. Her iki yöntem de benzer sonuçlar verir. Arka plandaki siyah fonun kadraj içine tam girmesi için cam ürünün konumu lensle ayarlanır. Ancak siyah arka plan, ışığın etraftan dolanmasını engelleyecek kadar büyük olmamalıdır.

Sonraki aşama, kamerayı yerleştirmektir. Kamera, kadrajın tamamen arka planla doldurulacak şekilde konumlandırılır. Aydınlık arka plan tekniğiyle olduğu gibi, arka plan çok büyükse, doğrudan yansımalar engellenir. Bu durum, nesnenin konturlarını vurgulayan ışık demetlerinin engellenmesine ve nesnenin siyah fon üzerinde kaybolmasına neden olur.

Ardından, cam ürün kamera önüne yerleştirilir ve istenen boyuta gelene kadar objektifle arka plan arasındaki yeri ayarlanır. Konturlar, nesne objektife yakınken daha iyi olur. Nesnenin konumu belirlendikten sonra odaklama yapılır.

Fotoğraf çekmeye hazır olduğunda, pozlama yapılır. ‘Spot’ ölçüm burada çok önemlidir. Pozometre, güvenilir bir ölçüm yapmak için en iyi seçenektir. Günümüzde stüdyo fotoğrafçıları, deneme çekimleri yaparak elde edilen sonuçları değerlendirip  ona göre pozlama parametrelerini düzeltmektedir.

Işık ölçümünde, nesne üzerindeki doğrudan yansımanın, onu üreten kaynak kadar ışık yoğunluğuna sahip olduğu bilinmelidir.

Nesne üzerindeki yansıma, çok küçük bir alanda olduğundan ölçüm yapmak zor olabilir bu durumda  pozometre ile ölçüm yapmak için doğrudan ışık kaynağı üzerinden ölçüm yapılmalıdır. Pozometre, nesnenin konturlarında beyaz çizgiler oluşturan ışık demetini alacak şekilde konumlandırılır. Bu çizgilerin iyi bir beyazlıkta olması için pozometre ile belirlenen pozlama değerini birkaç stop artırmak gerekebilir. Çünkü pozometreler, ölçülen aralığı %18 gri olarak yansıtacak şekilde kalibre edilmiştir. Bu şekilde belirlenen pozlama, cam ürün yüzeyindeki yansımaları mükemmel bir şekilde gösterir. İlk pozlama, istenirse 1 veya 2 stop, hatta üç stop artırılarak bracketing tekniği ile de yapılabilir.

Arka plan siyah olduğunda, doğrudan ışığı oraya yönlendirmemek gerekir. Ancak arka plan daha açık bir tonda olsun  istenirse, ayrı bir kaynak kullanılarak arka plan aydınlatılabilir. Genel pozlamayı artırarak arka planı aydınlatmak, konu üzerinde aşırı pozlamaya neden olacağı için uygun değildir.

Karmaşık durumları önlemek adına, bu basit ışıklandırma setini kullanmak daha uygun görünmektedir. Elbette, bazen cam ürünün kadraj içindeki kompozisyonu daha karmaşık bir ışık seti kurmayı gerektirebilir.

Bu iki teknikten hangisi en iyisidir? Açık zemin koyu kontur ve koyu zemin açık kontur teknikleri kolay uygulanabilir, ancak bunların birlikte kullanılması zordur. Cam eşyaların fotoğraflanmasında karşılaşılan başarısızlıkların çoğu, bu iki tekniğin bilerek veya bilmeyerek aynı anda kullanılmasından kaynaklanır. Cam nesneler bir çadır içinde aydınlatıldığında, çevreden gelen istenmeyen yansımalar başarıyla ortadan kaldırılabilir, ancak bu durumda cam nesnenin konturları da kaybolur. Dolayısıyla cam ürünler için çadır içi uygulamalar, metal ürünler için olduğu gibi uygun değildir. Beyaz üzerine beyaz uygulama kötü sonuçlar verir.

Cam nesnelerin formlarını ve konturlarını vurgulayan bu iki teknik cam ürün fotoğraflamanın temelini oluşturur. Ancak daha çekici görüntüler yaratmak için ek tekniklere ihtiyaç duyulabilir.

Gelin şimdi temel görüntülemede yapabileceğimiz iyileştirmelere göz atalım.

İyileştirilebilecek hususlar şunlardır:

  • Cam yüzeyinin belirginleştirilmesi
  • Arka planın aydınlatılması
  • Ufuk çizgisinin ortadan kaldırılması
  • Flare denilen parazit ışığın engellenmesi
  • Parazit ışığa karşı mücadele etme

Cam Yüzeyinin Belirginleştirilmesi

Cam yüzeyini belirginleştirmek için, yüzeyine yansıyan ışıkların kontrolü önemlidir. Camın formunu ve hacmini vurgulamak için konturların öne çıkarılması ve yüzey durumlarının daha belirgin hale getirilmesi gerekir. Cam yüzeyini fotoğraflarken, doğru boyutta ve yerde yansıma oluşturmak önemlidir. Camın yüzeyindeki yansımalar genellikle doğrudan yansımalardır. Işık kaynağını doğru bir açıda yerleştirerek cam yüzeyinde belirli bir noktada yüksek ışık yansıması elde etmek mümkündür. Işık kaynağı ve cam üzerindeki yansımaların yönetimi, fotoğrafın kalitesini büyük ölçüde etkiler.

Arka Planın Aydınlatılması

Arka plan aydınlatması, cam ürün fotoğraflarında önemli bir rol oynar. Koyu zemin üzerinde açık çizgilerin vurgulanması için ışık seti dikkatlice kurulmalıdır. Siyah arka zemin üzerinde ek ışık kaynakları kullanılabilir. Ana ışık kaynağı ve dağıtıcı ekran (diffüzör) arasındaki mesafe, görüntüye doğal bir atmosfer kazandırmak için önemlidir.

Ufuk Çizgisinin Ortadan Kaldırılması

Ufuk çizgisini ortadan kaldırmak için, yatay düzlemlerin kullanımı ve geniş rulo arka plan fon kağıdı gibi yöntemler etkilidir. Açık zemin ve koyu çizgi tekniklerinde arka planın dışındaki alanların gizlenmesi gerekebilir. Kompozisyon önemliyse, ufuk çizgisini göstermemek daha iyi olabilir. Cam nesnelerin şeffaf veya aynalı yüzeylere yerleştirilmesi, ufuk çizgisinin görünürlüğünü azaltabilir.

Flare ve Parazit Işıkların Engellenmesi

Flare, genellikle objektifin dışındaki ışıklardan gelen yansımalarla oluşur. Görüntü kalitesini düşüren bu durum, ışığın engellenmesiyle çözülebilir. Objektif önünde ayarlanabilir panellerin kullanılması etkili olabilir. Cam ürünlerin çevresindeki parlak nesnelerin yansımalarını azaltmak için, ışığın doğru yönetimi ve engellenmesi gereklidir. İstenmeyen yansımaları ortadan kaldırmak için çeşitli teknikler uygulanabilir.

Çeşitli Malzemelerle Üretilmiş Cam Ürünlerin Fotoğraflanması

Cam ve diğer malzemelerin bir arada bulunduğu ürünlerin fotoğraflanması, özel teknikler gerektirir. Örneğin, bir cam şişenin üzerindeki etiket farklı bir aydınlatma ihtiyacı doğurabilir. Şeffaf bir sıvıyla dolu nesneler, görüntü oluştururken zorluklara neden olabilir. Bu durumları çözmek için arka planın boyutunun artırılması ve kameranın konuya yaklaştırılması gibi yöntemler kullanılabilir.

Optik yasalarına göre, bir sıvı ile dolu şeffaf küre veya silindir, dışa dönük bir mercek gibi işlev görebilir. Bu durumda, görüntüler oluşturulurken bazı zorluklarla karşılaşılabilir. Örneğin, boş bir bardak normal bir bakış açısından çekildiğinde, eğer arkadaki beyaz arka plan yeterince geniş değilse, camın ortasında dikdörtgen bir görüntü oluşabilir. Bu, beyaz arka planın yansıyan görüntüsüdür.

Bu sorunu engellemek adına, arka planın boyutunu artırarak konunun görüntüsünün kadraj içinde daha iyi yerleştirilmesi sağlanabilir. Bir diğer çözüm yolu ise, kamerayı konuya yaklaştırmaktır. Ancak bu durumda, uygun odak uzaklığına sahip bir objektif kullanımı gereklidir. Daha yakın bir bakış açısı ve kısa odaklı objektif kullanımı, nesnenin şeklinde hafif bozulmalara yol açabilir. Bazıları bu durumu kusur olarak görmese de, profesyonel bir fotoğrafçı için bu kabul edilemez bir durum olabilir. Özellikle, bir ürün kataloğu için çekilecek fotoğraflarda bu tür bir hata yapılmamalıdır.

Cam ürünlerin fotoğraflanmasındaki bir diğer sorun, örneğin siyah zemin üzerindeki bir bira bardağı ile ilgilidir. Şeffaf bir kap içindeki sıvı, arkasındaki zeminin rengini ve tonunu otomatik olarak alabilir. Bu nedenle, hafif sarı renkli bir bira, kahverengi bir bira gibi görünebilir. Bu sorunun çözümü, camın arkasına yerleştirilen ikinci bir beyaz veya gümüş arka plan kullanımıdır. Ancak, bu arka planın sıvının yüzeyini tamamen kaplaması ve camın sınırlarını aşmaması önemlidir.

Şarap şişesi ve etiketinin fotoğraflanması söz konusu olduğunda, doğrudan ve dağılmış yansımaların birlikte mükemmel bir görsel oluşturması nadirdir. Kağıt, genellikle dağılmış yansımaları yansıtırken, cam yüzeyi doğrudan yansımalar oluşturur. Bu doğrudan yansımalar, etiketin okunabilirliğini engelleyebilir. Objektifin bakış açısını değiştirerek bu soruna iki çözüm sunulabilir. İlk olarak, ışık kaynağını yukarıya yerleştirerek kağıdın doğrudan yansımasını aşağıya yönlendirmek ve böylece objektife ulaşma riskini azaltmak mümkündür. Eğer şişe üzerindeki parlak nokta ideal konumlandırılmışsa ve ışık kaynağının yüksekliği değiştirilemiyorsa, etiket üzerindeki doğrudan yansımayı engellemek için siyah bir maske kullanılabilir. Bu maskenin konumu ve boyutları çok önemlidir; doğru yerleştirildiğinde, cam üzerine yansımayı önler ve mükemmel bir dengeye sahip son görüntüyü ortaya çıkarır. Ayrıca, objektife bir polarizasyon filtresi ekleyerek istenmeyen yansımaların parlaklığını azaltmak mümkündür, ancak bu her durumda etkili olmayabilir.

Bazen teknik yaklaşımlarla sanatsal kararları aynı anda almak zordur. Müşterinin istekleri veya kişisel tercihler farklı aydınlatma tekniklerinin kullanılmasını gerektirebilir.

Yaratıcı bir fotoğrafçı için, ışığın madde üzerindeki etkileşimini anlamak, profesyonel ve etkileyici görüntüler oluşturmanın temelidir. Cam ürünlerin fotoğraflanması, fotoğrafçılık alanında, fotoğrafçılara görmeyi öğreten klasik konulardan biridir. Bu nedenle, bu konuya uzun bir açıklama getirmek istedik.

 

https://www.instagram.com/the.anonymous.project?igsh=eTd1MGQxdWZjOGlx

 

1839 dan beri binbir surat gibi sürekli çehresi değişen fotoğrafın 1930 lu yıllardan itibaren yaşadığı slayt veya diyapozitif dönemini unutmak olası değil. Amerikaya gönderdiğimiz film bobinlerini geri dönüş yolunu hasretle beklelerdik. Şimdi bu slaytlar bit pazarlarında veya online açık arttırma sitelerinde bulunabiliyor. Hoş meraklıları için her şey bitmiş değil. Bu malzemeyi hala bulabilir ve fotoğraf çekebilirsiniz. Ortalıktan çekilmesi de öyle birdenbir olmadı.

Slayt fotoğrafçılığı dijital fotoğrafçılığın yükselişi nedeniyle zamanla yavaşça azaldı. Bu azalmanın önemli noktaları şunlardır:

  1. 1990’ların Sonları – 2000’lerin Başları: Dijital kameralar popülerlik kazanmaya başladı, anında görüntü inceleme, daha kolay görüntü düzenleme ve paylaşım yetenekleri sunarak film piyasasını etkilemeye başladı.
  2. Kodachrome’un Sonu: En önemli an, Kodak’ın ikonik Kodachrome filmini 2009 yılında durdurmasıydı. Kodachrome, zengin renkleri ve uzun ömürlülüğü ile biliniyordu ancak dijital fotoğrafçılığın büyümesiyle birlikte, Kodachrome’un da karmaşık işleme gereksinimi nedeniyle daha az uygulanabilir hale geldi.
  3. Giderek ihtiyaç azaldı: Tüm slayt türlerinin de pazarın daralmasıyla üretim ve kullanımlarında azalma gördü. Film üreticileri çeşitli film ürünlerini durdurdu ve film teknolojisine olan yatırımlarını azalttı.

Burada Kodachrome adlı filmden bahsetmeden olmaz. Bu filmi izleyenler hem son filmlerin hem de fotoğrafçının birlikte yok oluşunun hüzünlü anları hatırlayacaklardır. “Kodachrome”, Mark Raso’nun yönettiği 2017 yapımı bir drama filmidir. Filmde Ed Harris, Jason Sudeikis ve Elizabeth Olsen başrollerde yer alıyor. Hikaye, bir baba ve oğlunun, Kodak’ın son Kodachrome laboratuvarı kapılarını sonsuza dek kapatmadan önce Kansas’a doğru yaptıkları yolculuğu konu alıyor. Film, zengin renkleriyle bilinen ve 2009 yılında üretimi durdurulana kadar hem profesyonel hem de amatör fotoğrafçılıkta geniş bir şekilde kullanılan Kodachrome adlı slayt filminin  ortadan kalkışıyla ilgilidir. Film, uzlaşma temalarını, fotoğrafçılığın değişen doğasını ve analog teknolojide bir çağın sonunu işliyor.

Ancak, slayt filmin tamamen kaybolduğunu söylemek doğru olmaz. Fotoğrafçılık meraklıları ve profesyonellerinden oluşan niş bir pazar, benzersiz estetik nitelikleri için film, dahil olmak üzere reversal film kullanmaya devam etmektedir. Bazı üreticiler hala slayt filmi üretmektedir. Son yıllarda analog süreçlere ve filmin farklı görünümüne olan ilgi film fotoğrafçılığında bir miktar canlanmaya neden olmuştur. Halen (slayt) film üreten bazı üreticiler şunlardır:

  1. Kodak Alaris: Kodak, Ektachrome film serisiyle halen slaytl filmi üretmektedir. Ektachrome, zengin renk doygunluğu ve ince taneli yapısıyla bilinir.
  2. Fujifilm: Fujifilm de slayt film üretimini sürdürüyor. Özellikle, Fujichrome Velvia ve Provia serileri profesyonel fotoğrafçılar arasında popülerdir. Bu filmler, canlı renkleri ve yüksek kontrastlarıyla tanınırlar.
  3. AgfaPhoto: AgfaPhoto’nun Precisa CT 100 gibi ürünleri, hala piyasada bulunabilir ve reversal film meraklıları tarafından tercih edilmektedir.

Bu girişi neden yaptığımı anlatayım; Pariste yaşayan İngiliz Lee Shulman slaytlarla ilgili bir proje yönetiyor. Kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle konuşuyor.  “Masamın üzerinden geçen slayt sayısı bir milyona yaklaşıyor,” diyor. Paris’in arka sokaklarında, bu elli yaşındaki adam, yeni slaytları  büyüteçle incelediğinde heyecanlanıyor. Lee Shulman, “Şu küçük kutuya bak, sanki başka bir dönemin küçük bir hard diski gibi,” diyor. “Yaptığım bu proje etrafında başlı başına bir topluluk oluştu.” diyor.

Lee Shulman’ın, babasının kendisine aile slaytlarını vermesinin ardından, 1940-1980 yılları arasındaki slaytları toplama fikri, tam dijital çağla birlikte doğmuş. Bu fotoğrafların değerini, estetik ve duygusal potansiyelini anlayarak, çevrimiçi satılan slayt kutularını büyük bir tutkuyla satın almaya başlamış. O zamandan beri, “İnsanlar projeye spontane olarak resim gönderiyorlar. Bazıları da ne yapacaklarını bilmedikleri için onlardan vazgeçiyor,” diye açıklıyor. Paris’te  Samaritaine adlı alış veriş merkezinde 23 Nisan’a kadar bunları sergiliyor. Sergilemek, paylaşmak, yaymak en büyük amacı.  Instagram hesabı (@the.anonymous_project) ve 120 bine yakın takipcisi var. Eğer fotoğrafı seviyorsanız İnstagram hesabına girip fotoğrafları incelediğinizde  heyecanlanmamanız olası değil.

Lee Shulman 2017’den beri, Paris’te yaşayan bu İngiliz, slaytları satın alıyor, topluyor, sıralıyor, tarıyor, dijitalleştiriyor, katalogluyor, paylaşıyor, sergiliyor ve ‘Anonim Proje’ adını verdiği platform  aracılığıyla yayımlıyor. Lee “O dönemde  fotoğraf çekmek önemliydi, ayrıca pahalıydı,” diyor. “Bu yüzden, bu slaytlar gerçek aşk hikayeleri. İnsanlar, ‘Seni seviyorum’ demek için fotoğraf çekiyorlardı, çektiriyorlardı” diyor.

Topladığı bir milyon slayt arasından özenle seçtiği 35000 fotoğrafla geçmişe yolculuk sunan ve bunları “yaşam kapsülleri” olarak adlandıran Lee Shulman, projede başka bir hikaye de görüyor. Bir aktarım hikayesi. “Bu anonim kişiler, hayatın değeri, ailenin önemi hakkında bize bir mesaj veriyor,” diyor. “Bugün, hangi resmi göstermeliyim diye düşünüyorum: Bu sorular ilgimi çekiyor, çünkü şimdiki dünya  bu referanslara ihtiyaç duyuyor diye düşünüyorum. Bu benim savaşım,” diye açıklıyor Lee Shulman.

Arles’dan Seul’a, Londra’da, Paris’te ve yakında Venedik’te, sanatçı bu buluntularını festivallerde ve sergilerde heyecanla sergiliyor. Tek bir şeye şaşırıyor: Kimse fotoğrafta bir yakınını veya aile üyesini tanımamış. Bu da hayatta ne kadar çabuk unutulduğumuzun bir göstergesi. Oysa fotoğrafları hayatta bir iz bırakmak için çekmiyor muyuz, çektirmiyor muyuz? Peki ya selfiler ne olacak? Yoksa dijital çöplüklerde yok olup gidecek mi ? Bugüne kadar yok olan 100 milyar insanoğlu gibi?

https://www.instagram.com/the.anonymous.project?igsh=eTd1MGQxdWZjOGlx

 

 

 

Fotoğraf bulunduğundan beri ışığın yüzey üzerinde gerçekleştirdiği görüntü yaratma teknikleri de tarih boyunca değişmeye devam etti ve edeceğe de  benzer görünüyor. Geçen gün ‘Computational Photography’ tanımını duyduğumda kendimi bir an geri zekalı gibi hissettim. Wikipedia’dan öğrenmem gerektiğini anlayınca da araştırmak istedim. Analog fotoğraf, dijital fotoğraf, sentetik fotoğraf derken kompütasyonel fotoğrafa geldiğimizi anladım. Kompütasyonel ne demek derseniz google çeviri ‘Hesaplamalı’ diye tercüme ediyor. Bunun da benim gibiler için anlaşması kompütasyonelden daha kolay değil dolayısıyla ben kompütasyonel yani computer ile ilgili olarak düşünerek o şekilde  kullanmaya devam edeceğim.

 

Kompütasyonel fotoğrafçılık, bilgisayar algoritmalarını kullanarak dijital fotoğrafçılığın kapasitelerini artıran veya genişleten dijital görüntü yakalama ve işleme tekniklerini ifade eder. Bu kavram, geleneksel kameraların ve fotoğrafçılık tekniklerinin başaramadığı şeyleri gerçekleştirebilir. Kompütasyonel fotoğrafçılığın bazı önemli yönleri şunlardır:

  1. İleri Düzey İşleme: Kompütasyonel fotoğrafçılık, sadece optiklere (lens ve sensörler) dayanmak yerine, görüntüleri işlemek için gelişmiş algoritmalar kullanır. Bu algoritmalar, geleneksel fotoğrafçılık yöntemlerinden daha iyi bir şekilde görüntü kalitesini artırabilir, gürültüyü (Noise/Bruit) azaltabilir ve zorlu aydınlatma koşullarıyla başa çıkabilir.
  2. Yüksek Dinamik Aralık (HDR): Bu teknik, farklı pozlama seviyelerinde çekilen birden fazla fotoğrafı tek bir görüntüde birleştirir. Tek bir çekimle mümkün olmayan, resmin en karanlık ve en açık bölgelerindeki detayları ortaya çıkarır.
  3. Panoramik Birleştirme veya Yapıştırma (Stitch): Kompütasyonel fotoğrafçılık, tek bir çekimle kameranın lensinin yakalayabileceğinden daha geniş veya daha uzun olan panoramik bir fotoğraf oluşturmak için birden fazla görüntüyü otomatik olarak birleştirebilir.
  4. Odak Ayarlama: Bazı kompütasyonel fotoğrafçılık sistemleri, görüntü çekildikten sonra odak noktasını ayarlamanıza izin verir. Bu, farklı odak mesafelerinde birden fazla görüntü yakalayarak gerçekleştirilir.
  5. Işık Alanı Fotoğrafçılığı: Bu teknoloji, bir sahneden yayılan ışık alanı hakkında bilgi yakalar; yani, sahnedeki ışığın yoğunluğu ve ışık ışınlarının uzaydaki yolculuğunu yönüne göre çalışır. Bu, çekim sonrası odaklama, perspektifi değiştirme veya 3D görüntüler oluşturma imkanı sağlar.
  6. Yapay Zeka (AI) ve Makine Öğrenimi: AI, görüntü kalitesini artırmak, konuları tanımak, sahneye göre kamera ayarlarını optimize etmek ve hatta fotoğrafların sanatsal yönlerini arttırmak için giderek daha fazla kullanılmaktadır.
  7. Gürültü Azaltma (Noise Reduction) ve Düşük Işık Performansı (Low Light) : Düşük ışık koşullarında gürültüyü azaltmak için hesaplamalı teknikler kullanılır, bu da karanlıkta flaş kullanmadan daha net görüntüler yakalanmasını sağlar.
  8. Bokeh Etkileri: Alan derinliği efektleri, bulanık arka planlar gibi, geleneksel olarak belirli lens ayarları ve mesafeler gerektirir. Kompütasyonel fotoğrafçılık, görüntü yakalandıktan sonra bu efektleri simüle edebilir.

Kompütasyonel fotoğrafçılık, AI ve makine öğrenimindeki ilerlemelerle hızla gelişmektedir ve akıllı telefonlar ve dijital kameralarda standart bir özellik haline gelmekte olup, fotoğrafçılıkta yaratıcı olanakları önemli ölçüde genişletmektedir. Şimdi biz de bu yoldan ilerleyelim Yaşasın Kompütasyonel yada Hesaplamalı fotoğrafçılık.

Devrimin Gözü

Mehmet Ömür

Musee de Jeu de Paume Paris’in en iyi fotoğraf müzelerindendir. Geçtiğimiz hafta 2024 yılının şubat ayı başında iki kadın fotoğrafçının sergisini aynı anda açtı. Bunlardan birincisi artık yaşamayan Tina Modotti adlı devrimci bir fotoğrafçı diğeri genç kadın fotoğrafçı Bertille Bak’tı. Bu sayıda sizlere bu Tina Modetti ve sergisini tanıtmayı planladım. Bu müze sıradışı fotoğraf sanatçıları bulup çıkarışı ile, politik yaklaşımları ve devrimci duruşuyla anılır. 13 Şubatta başlayan Tina Modotti bu tarz fotoğraf sanatçılarından bir tanesi. Modotti1980 lere kadar fotoğraf tarihinde hiç bilinmeyen bir fotoğrafçıydı. Edward Weston’un öğrencisi bu kadın fotoğrafçının fotoğraf yolculuğu oldukça ilginç. Gelin Tina Modotti’yi biraz daha yakından tanıyalım ve Jeu de Paume müzesindeki bu sergisini de değerlendirelim.

Tina Modotti’nin İtalya’nın Udine kentinde 1896 da  doğmuş  ve yaşamı, yirminci yüzyılın ilk yarısının en önemli tarihi olaylarının içinde geçmiştir. Avrupalıların Amerika’ya göç etmiş, Amerika Birleşik Devletleri’nin batı kıyısında sessiz sinemanın doğuşuna şahit olmuş, Meksika’da post-devrimci tarım hareketlerine karışmış, politik duvar resimlerinin yükselişini görmüş ve fotoğraflamış, Meksika yerli kültürünün savunmuş, kadınların kamusal alanda özgürleşmesine destek vermiş, 1917 Rus devrimi sonrası Stalinistler ile Troçkistler arasındaki çatışmayı ve İspanyol İç Savaşını yaşamıştır. Tina Modotti 1920’lerde fotoğrafa büyük katkıda bulunmuştur.  Bugüne kadar yaklaşık dört yüz fotoğrafının bulunmuş olması ve fotoğraf ve sanat sahnesinde bilinmiyor olması onun suçu değildir. Bunu bu sergi sayesinde anlıyoruz.

Tina Modotti, Manuel Álvarez Bravo’dan Graciela Iturbide’ye kadar ardından gelen Meksikalı fotoğrafçıları çok etkilemiştir. Modotti, fotoğrafçılığa Edward Weston ile başlamış, ancak kendi kişisel vizyonunu geliştirerek Weston’un katı fotoğraf öğretisinin ötesine geçmiştir. İtalya’nın Udine kentinden göçmen olarak San Francisco ve ardından Los Angeles’a taşındıktan sonra, Meksika’da “Meksika Rönesansı”na ve post-devrimci kültürel dönüşüme katılır. Yerel sanatçı ve duvar ressamlarının arasında da adı anılan  Modotti, Weston’un katı fotoğraf anlayışını “somutlaştırılmış fotoğrafla” birleştirme başarısını göstermiştir. Mütevazı bir ailede doğmuş olmak, ayrıca göçmen bir kadın olmak onun bakış açısını çok şekillendirmiştir. Bu karakteri onu sosyal eşitsizliklere karşı özellikle duyarlı kılmıştır. 1927’den itibaren Meksika Komünist Partisi’nin bir militanı olarak, fotoğraf makinesiyle yoksulların durumunu ortaya koymaya çalışmıştır. Meksikalı kadınlara yeni bir imaj  çizmek için yoğun çaba vermiştir.  1930’da, komünist  olduğu için Meksika’dan sınır dışı edilir. Sovyetler Birliği’nde yaşarken politik aktivist olur. Kendini tamamen politikaya vermek adına fotoğrafçılığı bırakır. 1930’ların ortalarında Sovyet Komünist Partisi tarafından İspanya’ya gönderilir. İspanyol İç Savaşı sırasında, Uluslararası Kızıl Yardım (SRI) koordinasyonunu üstlenir.  “Savaş çocuklarının” tahliyesinde rol oynar. Askeri hastanelerin yönetiminde rol alır ve propaganda görevlerini başarıyla yürütür. 1939’da Cumhuriyetçilerin yenilgisinin ardından, binlerce İspanyolla birlikte Pirene Dağları’nı geçerek Fransa’ya sürgün gelir. İspanya Savaşında yaşadığı hayal kırıklığından sonra ümitsizce Avrupa’yı  terk eder. 1942’de Meksika şehrinde hayatını kaybeder.

Sergiyi altı bölümde geziyoruz; Birinci bölüm ilk Yıllarla ilgili: Udine’den Los Angeles’a gidiş

Tina Modotti, 16 Ağustos 1896’da İtalya Udine’de, mütevazi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Önce bir süre  babası Giuseppe’nin makine ustası olarak çalıştığı Avusturya’da yaşar. 1905’te Udine’ye döndükten sonra babası, ailesini daha sonra ABD’ye getirmek niyetiyle Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eder. 1913’te, henüz 16 yaşındayken, Tina Modotti, San Francisco’da yaşayan babasının yanına gider.  Tekstil sektöründe çalışmaya başlar, sonra amatör tiyatro ile uğraşmaya başlar. 1915’te, Roubaix de l’Abrie Richey, yani “Robo” ile tanışır. İkisi birlikte, kültürel ve entelektüel açıdan zengin Los Angeles’a taşınırlar. Burada, 1920’den itibaren düzenli poz verdiği fotoğrafçı Edward Weston ile iş birliği yapar. Bu sıralarda aynı zamanda  ilk şiirlerini yazar ve yayınlar ve sinemada şansını dener; aile fotoğraflarında dansçı veya pantolon giymiş kadın pozuyla “yeni kadın”ın bağımsızlığını sergiler. Bu dönemde üç filmde rol alır. The Tiger’s Coat filminde, bir Meksikalı kadını canlandırır. Akdeniz teni ve kara saçlarıyla, Kuzey Amerikalıların o dönemde Latin kadına atfettiği egzotik, romantik ve haşin bir kimlik üzerine giydirilir.

2

Meksika: Objektifin Diğer Tarafı

1923’te, Tina Modotti, Weston ile birlikte Meksika’ya gider ve burada bir portre stüdyosu açarlar. Aynı zamanda, ülkeyi dolaşarak fotoğraf çekerler. Tepotzotlán Manastırı, Meksika veya Zuno’nun Evi’nin çekimlerini yapar. Bu sergideki diğer bazı eserlerde olduğu gibi, hangi eserin tam olarak kime ait olduğu belirsizdir. Bu nedenle bazı eserlerde her iki fotoğrafçının ismi yer alıyor. Bu bölüm, iki fotoğrafçının çeşitli motif ve modellere farklı bakış açılarını karşılaştırmalı olarak da sunuyor. Sirk çadırı, antropolog Anita Brenner ve Nahuatl’ın savunucusu Luz Jiménez gibi fotoğraflar bunlar arasında izleniyor.

Post-devrim süresince Meksika’da yaşanan “sanatsal ve kültürel rönesans” döneminde, Modotti ülkede önemli bir kişilik haline gelir ve o dönem Meksika fotoğrafçılığının çehresini değiştirir. Weston’dan öğrendiği klasik ekol mükemmelliğine, yaşamı kendi çerçevesinden algılama ve gözlemleme yeteneği ile  farklı bir bakış ekler; bu da insana olan duyarlılığını ve sosyal adaletsizlikleri kınama dürtüsünü bize  göstermektedir.

3

Meksika Rönesansı

Meksika’daki ilk yıllarında, Modotti, çoğunlukla zambak, sardunya, gül ve kaktüsleri temsil eden natürmortlar üzerinde çalışır, ancak dönemin resimli dergilerinde, kültürel yerli köklere sahip bir Meksikalılığın sembolü olaran portreler de çeker. Aynı zamanda, Diego Rivera ve José Clemente Orozco gibi Meksikalı duvar ressamlarının çalışmalarını fotoğraflar. Anita Brenner’in Idols Behind Altars adlı eserini [Sunaklar Arkasındaki İdoller] ve Ernestine Evans’ın Rivera’ya adanmış monografisi ile Mexican Folkways dergisini fotoğraflarıyla süsler.

1926 sonunda, Edward Weston Amerika Birleşik Devletleri’ne döner. O yıl, Modotti, San Francisco’da hafif bir Graflex marka bir fotoğraf makinesi satın alır Meksika’ya döner, sokaklara çıkar, Meksika’yı ve artık vatandaşı olarak gördüğü Meksikalıları fotoğraflar.

4

Fotoğrafçılık ve Politik sorumluluk

1927’de Komünist Parti’ye katıldıktan sonra, Tina Modotti’nin politik sorumluluğu artar. Uluslararası Kızıl Yardım örgütüne katılır ve El Machettmekteydi. Gösterilere katılır, bol bol fotoğraf çeker ve Manos Fuera de Nicaragua [Nicaragua’ya Dokunma] gibi politik derneklerin içinde çalışır. Modellerini poz vermeye zorlamadan, gerçekçi bir şekilde fotoğraflar. Bu fotoğraflar arasında şunlar var; eşyalarını rehin bırakmak için sıraya giren vatandaşlar, tarım okullarında eğitim gören çiftçiler, tortilla, lahana, şapka satıcıları, mısır ve odun taşıyan hamallar, Tehuantepec’in çamaşırcıları, çocuklarını taşıyan anneler, La Bolsa mahallesinin yoksul çocukları, halk festivalleri… Bu fotoğraflardan bazıları El Machete gibi gazetelerde ve çoğunlukla komünist eğilimli yabancı dergilerde yayınlanmıştır.

5

Politik Alegoriler

Modotti, kimliğin temsilinin ikilemiyle karşı karşıya kalır: estetik ilkeleri göz ardı etmeden halka hitap edecek bir görsel dil nasıl bulunur? Tina bu sağlayabilmek adına, sembolik ve alegorik bir fotoğrafçılık yapar: Woman with Flag [Bayraklı Kadın] sadece komünizmin bir resmi değildir, aynı zamanda insanların kendi iradelerinin gücü ve politik idealleri sayesinde bağımsızlık kazanma güçlerini gösterir. Modotti ayrıca, toprağın işlenmesi gibi komünist ideallerden ve özgürleşmiş halkı simgeleyen soyut kavramlardan yola çıkarak, yan yana yerleştirilmiş unsurlarla natürmortlar da çekmiştir.  Örneğin [Orak, kartuş kılıfı ve mısır koçanı] veya [Gitar sapı, kartuş kılıfı ve mısır koçanı] gibi objeleri bir arada çekmiştir. 1929 da Meksika Ulusal Kütüphanesinde sergi açtığında bir fotoğraf manifestosu da yayınlamış, Ara güler usulu ‘Ben sanatçı değil, fotoğrafçıyım’ diye deklarasyonda bulunmuştur.  Modotti, yaratıcı hayal gücünün varlığını reddeder.

6

Fotoğrafçılıktan Sonrası: Fotoğraf ve Politik Eylem; 1930-1942 yılları

1930’da, Tina Modotti, Meksika’dan sınır dışı edilir. Pascual Ortiz Rubio’ya yönelik bir suikast girişimine katıldığı iddiası vardır ve  Avrupa’ya geri döner. Kısa bir süre Berlin’de kalır, fotoğrafçılık yapmaya çalışır ancak işler istediği gibi gitmez. Sovyetler Birliği’ne gider. Uluslararası Kızıl Yardım (SRI) üyesi olarak çalışmalara odaklanır. Bu tarihten sonra Modotti’nin profesyonel bir fotoğrafçı olarak faaliyet gösterdiğine dair bir iz bulunmamaktadır.

Sovyet Komünist Partisi, onu Cumhuriyetçi İspanya’ya gönderir. İç Savaş sırasında, SRI’yi koordine eder: Madrid’deki Maudes hastanesinin yeniden düzenlenmesinde görev alır.  Yaralı milisler yardımcı olur. SRI’nin gazetesi olan Ayuda’yı denetler ve burada “María”, “Carmen Ruiz” ve “Vera Martini” gibi çeşitli takma adlarla birkaç makale yazar. Bir taraftan da propaganda sorumlusudur. Komünist Parti’ye bağlı olan SRI, o sırada politik mahkumlar ve aileleri için yardım ve destek sağlayan ana organizasyondur.

1937’de katılımcıları arasında André Malraux, Anna Seghers, Ernest Hemingway, Alexis Tolstoy, Octavio Paz, Elena Garro, Rafael Alberti, María Teresa León, Robert Capa ve Gerda Taro’nun bulunduğu II. Uluslararası Yazarlar Kültür Kongresi’nde görev alır. 1939’da, o zamanlar yaşam arkadaşı olan İtalyan gizli ajan ve komünist politikacı Vittorio Vidali ile birlikte Meksika’ya döner. 1942’de, erken yaşta kalp krizinden hayatını kaybeder. Ölümünden sonra Meksikalı arkadaşları ve sürgündeki İspanyol Cumhuriyetçiler tarafından Meksika şehrinde onuruna bir anma düzenlenir. Zamanla unutulan eserleri, 1970’lerden itibaren yeniden sergilenmeye ve incelenmeye başlar.

Zamanının önemli bir gözünü, Susan Meiselas gibi devrimci bir fotoğrafçı kadını tanımak istiyorsanız bu sergiyi görmenizi öneririm. Sergi 12 Mayıs’a kadar 1, Place de la Concorde 75001 Paris adresinde devam edecek.

DD-MODOTTI-BAK-WEB-1

 

Sinema ve görsel sanatlarının çeşitli yönlerini tartışan çevrimiçi seminerler serisi olan ve Caner Fidaner tarafından yürütülen ve yönetilen  “Bakma ve Görme Biçimleri çevrimiçi atölye”nin haftalık film tartışmaları bünyesinde 7 Şubat 2024 tarihinde önemli bir sunum izledik.

“Derya Özkan: Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi ” başlıklı bir sunum yaptı. Derya Özkan İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde sinema profesörüdür. Sunum, Céline Sciamma’nın 2019’da yönettiği “Portrait de la jeune fille en feu” (Ateşte Bir Genç Kızın Portresi) filmi üzerine odaklanmaktaydı. Bu sunumu, Şu linkten videoyu izleyebilirsiniz. https://youtu.be/njrIhmPQWR8

Özkan sunumunda genelde, “kadın sineması” kavramına giriyor, sinemada kadınların temsilini ve kadın deneyimleri ve perspektiflerine odaklanan filmleri inceliyor. Erkek yönetmen Ridley Scott tarafından yönetilen “Thelma ve Louise” filmini, kadın deneyimlerine odaklanan bir kadın sineması filmi olarak örnek gösteriyor.

Daha sonra, sinemada “bakış” kavramını tartışıyor, özellikle bakma ve bakılma dinamiklerini ve bu dinamikte yer alan güç ilişkilerini ele alıyor. Özkan, bu dinamiklerin, özellikle cinsiyet açısından, filmlerde nasıl işlediğinin anlaşılmasının önemini vurguluyor.

Bu sunum, cinsiyet ve sinema üzerine  geniş bir tartışma ve analiz içeriyor ve Özkan’ın içgörüleri konu hakkında  zihin açıklığına yol açıyor. Çeşitli teoriler ve sinema tarihinden örneklerle dolu kapsamlı bir akademik yaklaşımı ortaya koyuyor.

Konuşmasında, Derya Özkan, sinemada “bakış” kavramına yoğun olarak odaklanıyor, konunun özellikle cinsiyet dinamikleriyle nasıl ilişkili içinde olduğunu açıklıyor. Anlatı sinemasında erkek bakışının hakim olduğunu, burada kadınların çoğunlukla erkek arzusunun nesneleri olarak tasvir edildiğini belirtiyor. Bu temsilin evrensel olmadığını, ancak Laura Mulvey’nin 1975 tarihli temel çalışmasında açıklanan bu ana akımın sinemada yaygın olduğunu belirtiyor.

Özkan, bu güç dinamiklerinin ve filmlerde kadınların sıklıkla nesneleştirilmesinin sorunlu doğasını tartışıyor. Bu dinamikleri analiz etmek için psikanalitik araçlar kullanıyor, film izlemenin gözetleme ve seyircinin arzularının tatmin edilmesini sağlamaya yönelik olduğun gösteren  kavramlardan scopophilia ve voyeuristik kavramlara değiniyor.

1940’larda film noir’da femme fatale’lerin tasvirinden örnekler veriyor, bunların genellikle tehlikeli ve cinsel olarak çekici kadınlar olarak tasvir edildiğini, ancak algılanan tehditler nedeniyle genellikle ölümcül bir sona bittklerini söylüyor. Erkek bakışının sinemada nasıl kullanıldığına dair bir örnek olarak, kameranın erkek karakterin perspektifini taklit ettiği, kadın vücudunu taradığı “The Postman Always Rings Twice” filmindeki bir sahneyi aktarıyor.

Özkan, ayrıca, seyircinin öznel bir erkek perspektifinden görmesini sağlayan  erkek bakışını pekiştiren sinematik kurallara değiniyor. Bu kuralların nasıl kullanıldığını göstermek için Alfred Hitchcock’un “Rear Window ” filminden örnekler veriyor, burada kadınların görünümlerini artırmak için yumuşak ışıklandırıldıklarını, böylece nesneleştirmelerini pekiştirdiklerini açıklıyor.

Özetle, Özkan, sinemada hakim bakışın cinsiyetlendirildiğini, kadınların pasif nesneler olarak tasvir edildiğini ve erkek perspektifinin seyircide, gerçek cinsiyetlerinden bağımsız olarak pekiştirildiğini savunuyor.

Tartışmanın devamında, Derya Özkan, sinemada kadınların tasviri üzerine odaklanıyor, özellikle filmlerde kadınların ya bakıcı rollerde ya da baştan çıkarıcılar olarak görüldüğü ikilemini ele alıyor. Bu “madonna-fahişe” karmaşası sineması, kadınları ya bakıcı, ya ahlaki figür ya da tehlikeli ve çekici karakterler olarak sınıflandıran kısıtlayıcı rollere yerleştiriyor. Özkan, bazı  örnekler dışında, filmlerin bu zıt yönleri tek bir kadın karakter içinde entegre etmesinin nadir olduğunu, “The Love Witch” gibi örneklerin istisna olduğunu belirtiyor.

Özkan, daha sonra sinematik kurallar “konvansiyonlar” kavramını tartışıyor, bunlar özellikle Hollywood ve ana akım sinemasında film yapımcıları tarafından geliştirilmiş ve tekrar tekrar kullanılan teknikler olduklarını söylüyor. Bu kurallar, seyircinin filmi nasıl algıladığını belirliyor ve genellikle erkek bakışıyla uyum sağlıyor.

Daha sonra konuşmasında, Céline Sciamma’nın yönettiği “Ateşte Bir Genç Kızın Portresi” adlı filme geçiyor. Özkan, filmin temalarını anlatıyor, bunlar arasında aşk, sanat, güç dinamikleri, erotizm, arzu, görsel temsil, ses ve yazarlık konularına değiniyor. Sciamma’nın cinsiyet kimliği ve  cinsellik üzerine odaklanmasını, özellikle ergenlik ve genç yetişkinlik bağlamında vurguluyor. “Girlhood” ve “Tomboy” gibi filmler, Sciamma’nın bu temaları keşfettiği örnekler olarak belirtiliyor.

Özkan, Sciamma’nın film yapımına yaklaşımı üzerinde duruyor. Sciamma’nın yaklaşımı geleneksel erkek bakışından kaçınmak ve çeşitli tekniklerle bu hakim perspektifi kırmak için arayış içerisinde olduğunu söylüyor. Bu yaklaşım, Sciamma’nın filmlerinde  cinselliklere ve farklı perspektiflere olan ilgisini  gösteriyor.

Analizinin devamında, Derya Özkan, Céline Sciamma’nın “Ateşte Bir Genç Kızın Portresi” filminde sinemada geleneksel erkek bakışına nasıl meydan okuduğuna odaklanıyor. Sciamma’nın yaklaşımı, hakim ve dikey olan erkek bakışına karşı ‘yatay’ bir bakış geliştirmek olarak tanımlıyor. Bu yatay bakış, toplumun marjinlerinde var olan ancak göz ardı edilen ancak önemli ve canlı karakterleri ve anlatıları betimlemeyi amaçlıyor.

Özkan, Sciamma’nın, filmlerini toplumun kenarlarındaki gizli anlar ve karakterler hakkında yapma ilgisini dile getiren sözlerini alıntılıyor. Sciamma, filmlerini hem karakterler hem de seyirciler için kendilerini özgürce bulup ifade edebilecekleri güvenli bir alan olarak görüyor.

Özkan, Sciamma’nın filmografisine dalarak, cinsiyet kimliği, akıcı cinsellik ve ergenlik ve genç yetişkinlik deneyimleri üzerine odaklanmasını vurguluyor. “Girlhood,” “Tomboy,” ve “Water Lilies” gibi filmler, bu temaları keşfettiği için belirtiliyor.

Sciamma’nın sinemasında ele aldığı en önemli  alan, Özkan ‘ın biz göstermeye çalıştığı gibi, filmlerinde bir ‘kadın bakışı’ yaratmasıdır. Bu bakış, hegemonik olmayan, hiyerarşik olmayan ve geleneksel erkek perspektifinden farklı bir bakış açısı olarak karakterize ediliyor. Erkek bakışını kadın perspektifleriyle değiştirerek, Sciamma sadece geleneksel sinemayı sorgulamakla kalmıyor, aynı zamanda heteronormatif yapıları eleştiriyor.

Özkan, queer sinemanın yükselişine rağmen, bu filmlerin hepsinin heteronormatif düzeni sorgulamadığını, birçoğunun hala queer ilişkilerde bile bir erkek bakışına bağlı kaldığını belirtiyor. Sciamma’nın çalışması bu bağlamda öne çıkıyor, sinemada lezbiyen ilişkilerin ve cinselliğin normatif tasvirlerine bir karşı anlatı sunuyor.

Özkan’ın sunumunda, Sciamma’nın filmlerinin, özellikle cinsiyet ve cinsellik açısından, geleneksel sinematik anlatılara ve temsillere nasıl meydan okuduğunu ve  yeniden tanımladığını söylüyor.

Tartışmanın devamında, Derya Özkan, Céline Sciamma’nın “Ateşte Bir Genç Kızın Portresi” filminde zaman ve mekan kavramını tartışıyor. Feminist yazar Julia Kristeva’nın “kadınların zamanı” kavramına atıfta bulunuyor, bu zaman lineer olmayan, daha dairesel ve erkek egemen zaman anlayışıyla çelişen bir kavramdır. Özkan, Sciamma’nın bu kavramı filmde etkili bir şekilde yakaladığına inanıyor.

Filmin erkek karakterlerin çok az  dahil edilmesi, Özkan’a göre, hakim erkek perspektifini dışlamak ve kadınlara odaklanan bir alan yaratmak için bilinçli bir seçim. Bu karar, kadın dayanışmasının , erkek hegemonyasından bağımsız görülmesini sağlıyor.

Özkan’ın vurguladığı bir diğer önemli yön, filmin bir portre oluşturma süreciyle görsellik sağlamaya  çalışmasıdır. Film, iki kadının aşk hikayesini, bir portre oluşturma hikayesiyle iç içe geçirerek, gözlemci ve gözlemlenenin geleneksel güç dinamiklerine meydan okuyor. Gözlemci (tipik olarak erkek) daha fazla güce sahip olan alışılmış dinamiğin aksine, “Ateşte Bir Genç Kızın Portresi” ressam (Marianne) ve modeli (Héloïse) arasında daha dengeli bir ilişki sunuyor.

Özkan, bu dengenin, tipik dinamikleri tersine çevirerek elde edildiğini belirtiyor: Héloïse, konu olarak, diğer ressamlar için poz vermekten başlangıçta kaçınıyor ve kendi temsilini kontrol etmeyi sürdürüyor. Bu güç dinamiklerini değiştiriyor ve gözlemlenenin gözlemci kadar güç sahibi olduğunu farklı bir şekildi anlatıyor.

Sciamma’nın filminin, özellikle bakış, cinsiyet ve kimlik konuları etrafında, sinemada geleneksel anlatılara ve güç yapılarına nasıl meydan okuduğunu anlıyoruz. Film, sinemada kadın perspektiflerinin ve kadın sinema yönetmenlerinin seslerinin  tartışılmasına önemli bir katkı olarak görülüyor.

Derya Özkan analizine devam ederek, “Ateşte Bir Genç Kızın Portresi” filminde sanatçı (Marianne) ile modeli (Héloïse) arasındaki dinamikleri dikkatimizi çekiyor. Héloïse resmedilmesine rağmen, asla pasif bir rol üstlenmiyor. Bunun yerine, kendi imajının yaratılmasına aktif olarak katılıyor, sanatta modellerin geleneksel pasif rollerine de böylece karşı çıkmış oluyor. Bu aktif katılım, Marianne ve Héloïse arasında resim süreci sırasında gerçekleşen bir diyalog sahnesinde öne plana çıkıyor ve Héloïse’nin kendi tasvirini şekillendirmedeki  rolünü ciddi bir şekilde gözler önüne seriyor.

Özkan, sanatta ve edebiyatta pasif ‘ilham’ kavramını tartışıyor. Erkek yaratıcının veya yazarın genellikle ilham kaynağı olarak gösterdiği ancak  yaratıcı güçten yoksun olduğu anlaşılan ilham kaynagını bu film tersine çeviriyor. Héloïse’ı pasif bir ilham kaynağı değil, kendi imajının ortaya çıkmasında aktif bir şekilde devreye girerek, ortak bir  yaratıcı olarak görüyoruz.

Ayrıca, Özkan filmdeki yazarlık temasını araştırıyor. Filmdeki portrenin yaratılmasının yalnızca Marianne’a atfedilemeyeceğini, filmin bağlamının Marianne ve Héloïse arasında işbirlikçi bir süreç önerdiğini savunuyor. Bu yön, sanatta ve sinemada tek bir yazar anlayışını sorguluyor.

Gerçek hayattaki örneklerle paralellik çizeren Derya Özkan, erkek sanatçıların veya yazarların eşleri veya asistanları olan kadınların, genellikle hak ettikleri tanınırlığa ulaşamadan erkeklerin çalışmalarına önemli katkılarda bulunduklarının da altını çiziyor. Örnek olarak, yazma sürecinde yardımcı olduğu halde hiçbir zaman tanınmayan Leo Tolstoy’un karısını anıyor. Benzer şekilde, Dziga Vertov’a tek başına yaptığı düşünlen “The Man with a Movie Camera” filmini “Montaj Masasındaki Kadın” olarak yeniden adlandırmayı öneriyor, burada Elizaveta Svilova’nın montajdaki kritik rolüne dikkat çekiyor.

Derya Özkan sunumunun devamında, “Ateşte Bir Genç Kızın Portresi” filminde ses ve müzik kullanımını ele alıyor. Filmde müziğin cimri bir şekilde kullanıldığını, sadece hikayedeki karakterlerin de duyabileceği zamanlarda diegetic sesleri  kullanıldığını belirtiyor. Bu seçim, izleyicilerin duygularını manipüle etmek için ana akım sinemanın sıkça kullandığı diegetic olmayan müziğin kullanımıyla çelişiyor. Film bunun yerine doğal seslere, örneğin ayak seslerine, çıtırtılı ateşe ve dalgalara odaklanıyor, bu da seyircinin duyusal deneyimini artırıyor.

Özkan, filmin, özellikle Laura Mulvey’nin teorilerinde tartışılan bakışla ilişkili güç dinamiklerine meydan okuyarak, sinemada görselliğin hakimiyetine meydan okuyan bir yaklaşım olarak, seyircinin duyularını sadece görme dışına da taşıdığını vurguluyor.

Daha sonra filmdeki iki önemli müzik performansını tanımlıyor. İlki Marianne’nin klavsen çalması, ikincisi ise kadınların birlikte şarkı söylediği bir ateş başı sahnesidir. Ateş başı sahnesi, özellikle hikayenin anlatısı ve iki ana karakter arasındaki ilişkinin gelişimi açısından filmin doruk noktası olarak tanımlanıyor. Bu sahne aynı zamanda resmin yaratılmasındaki dönüm noktasına işaret ediyor.

Özkan, ayrıca, filmdeki iletişimin büyük ölçüde sözlü diyaloglara dayanmadığını belirtiyor. Bunun yerine, film, anlatıyı ve duyguları eylemler ve sözsüz iletişim yoluyla iletiyor. Bu stilistik seçim, hikaye anlatımında sözsüz unsurların önemini vurguluyor ve geleneksel sinemanın diyaloga olan bağımlılığına da karşı çıkıyor.

Özkan sunumunda, Céline Sciamma’nın “Ateşte Bir Genç Kızın Portresi” filmindeki film yapım tekniklerini derinliğine ortaya koyuyor, özellikle ses, müzik ve sözsüz iletişim kullanımıyla zengin, çok duyusal bir sinematik deneyim yaratma konusunda bu filmin çok zengin bir film olduğunu vurguluyor.

Derya Özkan analizine, “Ateşte Bir Genç Kızın Portresi” filminde kadın sesi ve sessizliğin kullanımına odaklanarak devam ediyor. Filmde kadın sesinin, ve  doğal seslerin en yaygın işitsel unsurlar olduğunu, bu seslerin ve doğal ses kullanımının filme samimiyet getirdiğini söylüyor. Özkan, sessizliğin ve dinlemenin diyalogdan daha önemli bir rol oynadığını vurguluyor, bu da zaman zaman görseli arka plana itiyor ve diğer duyuları ön plana çıkarıyor.

Ateş başı sahnesi, kadınlar topluluğunu ve kız kardeşler birliğini temsil eden dönüm noktası olarak vurgulanıyor. Özkan, bu sahneyi, kadınlar topluluğunu hayal gücüyle yaratma girişimi olarak yorumluyor, yükselen bir coşku duygusu uyandırıyor diyor. Tarihsel cadılık referanslarına bağlıyor ve cadıların, genellikle iyileştiriciler veya ebelik yapanlar olduğunu, ortaya çıkan modern, laik dünyaya bir tehdit olarak temsil edildiğini belirtiyor. Filmde, bu sahne kadınların dayanışması ve cadılığa bir gönderme yapıyor, bu tarihsel temalara da değinmiş oluyor.

Filmde duyusal yaklaşım, Marianne’nin klavsen çalması ve opera’da  gerçekleşen  müzikal performans üzerinden  daha da vurgulanmış oluyor. Bu diegetic müzik örnekleri, anlatıya entegre ediliyor, duyusal deneyimi güçlendiriyor ancak bunu baskın hale getirmiyor.

Eylemler ve sözsüz ipuçları, sözlerden daha etkili oluyor, böylece seyircinin hissettiklerini  görselden öteye taşıyor.

Özkan, filmi, kadın deneyimlerini ve duygularını derinlemesine inceleyen zengin, duyusal  sinematik deneyim yaratan bir “duygu arkeolojisi” olarak nitelendirerek sonuca bağlıyor.

Bu sunum filmi geleneksel hikaye anlatım yöntemlerinin ötesine geçen zengin, duyusal bir sinematik deneyim yaratma konusundaki etkinliğini ve özellikle kadın deneyimleri ve duygularının dışa vurumu konusundaki önemini vurguluyor.

Derya Özkan konuşmasına, “Ateşte Bir Genç Kızın Portresi” filminde gözlem ve iletişim temaları ile devam ediyor. Filmde, çıplaklık içeren sahnelerde bile, kadın bedenlerinin nesneleştirilmediğini, bunun yerine filmin karakterlerin duyusal deneyimlerine ve duygularına odaklandığını vurguluyor.

Özkan, ayrıca filmin, diyalog sahnelerinde kullanılan geleneksel çekim-karşı çekim tekniklerinden farklı olarak yatay bir yaklaşımı tercih ettiğini belirtiyor. Bu yaklaşım, karakterler arasındaki etkileşimlerde eşitlik ve doğrudanlık duygusu sağlıyor. Filmin görsel stili, özellikle chiaroscuro (ışık ve gölge kontrastı) kullanımı, zengin, dokulu bir görünüm olarak katkıda bulunuyor ve klasik resimleri anımsatıyor.

Özkan, “Nazar” teriminin (Osmanlı Türkçesinde ‘bakış’ anlamına gelir) Laura Mulvey’nin teorileri bağlamında tartışılan erkek bakışı kavramına kültürel bir eşdeğer olarak kullanıldığını ve benzer güç dinamiklerini ima ettiğini belirtiyor.

Özkan’ın dile getirdiği önemli bir nokta ise, filmde sanatta erkek yazarlığı meselesinin nasıl ele alındığıdır. Özkan, aslında kadın karakter tarafından yaratılan bir resmi yaptığını iddia eden erkek bir karaktere atıfta bulunuyor. Bu sahne, sanatta ve tarihte kadınların katkılarının sıklıkla gölgede kaldığını veya erkekler tarafından sahiplenildiği için bir metafor olarak sunuyor.

Özkan sunumunu, “Ateşte Bir Genç Kızın Portresi” filminin duyguların ve duyusal deneyimlerin arkeolojisine derinlemesine dalan ve geleneksel sinemanın görselliğe ve erkek egemen anlatılara odaklanmasına meydan okuyan bir film olduğunu tekrarlayarak bitiriyor.

Özkan, Marianne ve Héloïse arasındaki dinamikleri ve duygusal derinliği ortaya çıkaran sahneleri özellikle belirtiyor.

Özkan ayrıca, sinematik ilkenin “göster, söyleme” olduğunu belirtiyor ve Céline Sciamma’nın bu kavramı filmde nasıl yücelttiğini not ediyor. Yönetmen, anlatıyı ve duyguları iletmek için yoğun bir şekilde diyaloga güvenmek yerine, duyusal deneyimler ve ince jestler kullanıyor. Bu yaklaşım, hikaye anlatımını zenginleştiriyor ve filmi görsel ve duyusal sinemanın çarpıcı bir örneği haline getiriyor.

Özkan konuşmasını, özellikle cinsiyet konusu açısından sinema tarihinde “Ateşte Bir Genç Kızın Portresi”nin önemini vurgulayarak sonuçlandırıyor. Özkan, cinsiyet ve cinsellik konularını araştıran kadın yönetmenlerin filmlerinin giderek daha fazlalaşmasına da dikkatimizi çekiyor, Chantal Akerman’ın “Jeanne Dielman” filmini bu bağlamda başka bir önemli film olarak gösteriyor.

Özkan’ın bu kapsamlı analizi, “Ateşte Bir Genç Kızın Portresi”nin ve çağdaş sinemada özellikle hikaye anlatımındaki yenilikçi yaklaşımı ve kadın perspektiflerinin anlaşılması açısından çok önemli ve bu konuyu derinlemesine anlamamızı sağlıyor. Önce filmi seyretmenizi sonra da Derya Özkan’ın you tube da bulacağınız sunumunu dinlemenizi öneriyoruz.

Filmle ilgili genel bilgiler için ayrıca IMDB ye bakabilirsiniz  https://www.imdb.com/title/tt0117364/?ref_=nv_sr_srsg_3_tt_7_nm_1_q_a%2520portrait%2520of%2520a