Yapay Zeka Atom bombasından daha mı tehlikeli? Transhümanizm..

Mehmet Ömür

Bu sorunun kesin cevabını vermek şu an itibariyle mümkün görünmüyor. Transhümanizm, insan durumunu geliştirmek ve iyileştirmek amacıyla teknolojinin ve bilimin kullanılması fikrini merkezine alan bir düşünce akımıdır. Bu akım, genetik mühendisliği, biyoteknoloji, yapay zeka ve nöroteknoloji gibi alanlarda yapılan ilerlemelerin insanların fiziksel ve zihinsel yeteneklerini geliştirebileceğini savunur. Transhümanistler, yaşam süresinin uzatılması, hastalıkların ortadan kaldırılması, insan zekasının ve duyusal algının geliştirilmesi gibi konulara odaklanırlar.

Transhümanizmin temel amacı, insanların mevcut biyolojik sınırlamalarını aşarak daha fazla özgürlüğe, sağlığa ve genel anlamda yaşam kalitesine ulaşmalarını sağlamaktır. Bu düşünce akımı, etik ve felsefi soruları da beraberinde getirir. Transhümanizmin eleştirmenleri, bu tür teknolojik gelişmelerin insanlığın temel doğasını ve toplumsal eşitliği tehdit edebileceğini savunurken, destekçileri insan yaşamının iyileştirilmesinin önemli fırsatlar sunduğunu vurgularlar.

Atom bombasının tahrip edici etkisi ile günümüz teknolojik gelişmeleri arasında bir paralellik kurmak olası. Michel Onfray ve Eric Zemmour arasındaki münazara şeklindeki bir tartışmada, kültürel değişim yerine teknolojik ilerlemelerle yönlendirilen ‘transhüman’ bir çağın başlangıcını görüyoruz.

Michel Onfray ve Eric Zemmour arasında 2021 yılı sonlarındaki tartışma, her iki düşünürün de birçok inancı paylaşmalarına rağmen, Zemmour’un radikal tutumunun, gereken nüansı sağlama konusunda bir engel oluşturduğu bir etkileşimdi​​. Bu durum, Onfray’ın, Zemmour ile ortak bazı fikirleri paylaşmasına rağmen (kısaca; egemenlikçilik, cumhuriyetin kaybedilen bölgeleri ve İslamcılığın yükselişi gibi konular) ve onun parlaklığından etkilenmesine rağmen, Zemmour’un düşüncelerinin radikal bir biçimde sabitlendiğini fark etmesiyle herhangi bir sonuca ulaşamadı.

Bu tartışma, iki entelektüelin fikirlerinin çarpışması açısından önemli olsa da, anlamlı bir diyalogdan ziyade, farklılıkların ve karşıt görüşlerin öne çıktığı bir etkileşim oldu.

Kaliforniyalı transhümanistlerin hayallerinde insan nöronlarıyla YZ’yi birleştirme gibi hedefler vardır. Bazıları ise sanal gerçeklikler yaratma ve zenginler için ölümsüzlüğe ulaşma gibi iddialı hayalleri de akıllarından geçirmiyor değiller. İnsanlığın dünyamızı anlama ve bilgi birikimimizi ilerletme arzusu da bu hayallere dahil. Atom bombasının “babası” olarak bilinen Robert Oppenheimer bilinir. Oppenheimer’in bilimsel keşfin ahlaki sorumlulukları hakkında çok çelişkili duyguları vardır. O da başka bir yazının konusu olsun diye düşünüyorum ama buna rağmen bu konuyla ilgili bir dip notu aşağıya koyuyorum.

Transhümanizmin etik ve varoluşsal zorluklarını anlamak çok kolay.  İnsanlığın, atom bombasının yaratıldığı zamanki gibi, radikal bir şekilde insan varoluşunu ve ahlakını yeniden tanımlayabilecek bir dönemeçte olduğunu düşünülebilir.

Teknolojik ilerlemelerin olası sonuçları ve etkileri hakkında halkı bilgilendirmek gerekir diye düşünüyorum. Bence insanlığın şu anda  izlediği yol atom bombasının atıldığı dönemdeki gibi tehlikeli bir yol. Bunun farkına varmak ve yanlış yollara sapmamak adına tartışmak şarttır. Yapay zekanın insan hayatını kolaylaştıran yönleri dışında tehlikeli olabilecek taraflarını da göz ardı etmemek gerekir. Bu konudaki tartışmaları genişletebilecek ikinci bir dip da yine aşağıda eklidir.

 

PS1:

Robert Oppenheimer, atom bombasının baş mimarı olarak bilinir ve bilimsel keşfin ahlaki sorumlulukları hakkında çelişkili duyguları yaşamış bir bilim insanıdır. Bu çelişkili duygular, özellikle Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarının atılmasının ardından daha belirgin hale gelmiştir. Oppenheimer’ın bu konudaki duygularını anlamak için, onun kariyerindeki ve hayatındaki bazı önemli noktalara bakmak faydalı olacaktır:

  1. Bilimsel Başarı ve Savaşın Gerçekleri: Oppenheimer, Manhattan Projesi’nin bilimsel lideri olarak atom bombasının geliştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu, olağanüstü bir bilimsel başarıydı, ancak aynı zamanda savaşın yıkıcı sonuçlarını da beraberinde getirdi. Bombanın kullanılmasının ardından yaşanan insan kayıpları ve yıkım, Oppenheimer’da derin bir pişmanlık ve ahlaki ikilem yaratmıştır.
  2. “Ben ölümün tanrısıyım” Sözü: Ünlü bir anekdotta, Oppenheimer’ın Bhagavad Gita’dan bir alıntı yaparak “Şimdi ben ölümün tanrısıyım, dünyaları yıkan” dediği belirtilir. Bu, onun yarattığı silahın gücünün farkında oluşunu ve bu gücün ahlaki sonuçlarını derinden hissettiğini gösterir.
  3. Sonraki Yaşamı ve Nükleer Silahlar Konusundaki Tutumu: Savaş sonrası dönemde, Oppenheimer nükleer silahların kontrolü ve sınırlanması konusunda önemli bir savunucu haline gelmiştir. Bu, onun bilimsel araştırmaların ahlaki ve insani sonuçları üzerine yoğun bir şekilde düşündüğünü gösterir.
  4. Hükümetle İlişkiler ve Siyasi Görüşleri: Oppenheimer’ın savaş sonrası yıllarda ABD hükümeti ile ilişkileri gerginleşmiştir. Özellikle nükleer silahlanma yarışında daha ılımlı bir yaklaşımı savunması ve bazı siyasi görüşleri nedeniyle eleştirilere maruz kalmıştır.

Oppenheimer’ın bu çelişkili duyguları, bilimin insanlık üzerindeki etkilerini düşünen her bilim insanı için önemli bir ders niteliğindedir. Bilimin harika keşifler yapabilme gücüne karşılık, bu keşiflerin ahlaki ve etik sonuçları üzerine derin bir öz eleştiri ve sorumluluk duygusu gerektirir.

 

PS2:

Son zamanlardaki bir çok gelişmeler ve müdahaleler, insanlığın geleceğini etkileyecek önemli konuları temsil ediyor. Bu konuların etkileri karmaşık ve çok yönlüdür ve gelecek nesilleri büyük ölçüde etkileme potansiyeline sahiptir. İşte bazı olası etkiler:

  1. Sağlık ve Biyoteknoloji: CRISPR-Cas9 gibi genetik düzenleme teknolojileri, genetik hastalıkların tedavisinde büyük umutlar sunsa da, etik ve güvenlik sorunlarına yol açabilir. Genetik mühendislik, insan vücudu üzerinde potansiyel olarak kalıcı etkilere sahip olabilir. Bu teknolojilerin nasıl kullanılacağı ve düzenlenecek genetik kodun hangi amaçlarla değiştirileceği önemli bir tartışma konusudur.
  2. Yapay Zeka ve Endüstri 4.0: Otomasyon, yapay zeka ve endüstri 4.0, iş dünyasını ve işgücünü kökten değiştirebilir. Daha fazla iş otomasyonu, bazı sektörlerde iş kaybına yol açabilir, ancak yeni iş fırsatları ve verimlilik artışları da getirebilir. Bu teknolojilerin eğitim, beceri geliştirme ve işgücü hazırlığı gereksinimlerini değiştireceği önemli bir konudur.
  3. Metaverse: Sanal dünya ve metaverse kavramları, sosyal etkileşimleri ve eğlenceyi dönüştürebilir. İnsanların daha fazla zamanlarını sanal dünyalarda geçirmesi, fiziksel dünya ile sanal dünya arasında dengeyi zorlayabilir. Bu, insan ilişkileri, zihinsel sağlık ve toplumsal dinamikler üzerinde etkiler yaratabilir.
  4. Transhümanizm: Transhümanizm, insanların biyolojik sınırlarını aşma amacını taşıyan bir felsefi yaklaşımdır. Bu, insanların ömrünü uzatma, zihinsel kapasitelerini artırma ve fiziksel yeteneklerini geliştirme potansiyelini içerir. Ancak bu tür gelişmeler, eşitsizlikleri derinleştirebilir ve etik sorunlar yaratabilir.
  5. Küresel ve Dijital Dönüşüm: Küreselleşme ve dijital dönüşüm, dünya ekonomisini ve kültürel dinamikleri büyük ölçüde değiştirebilir. Bu, işbirliği ve rekabetin yeni biçimlerini ortaya çıkarabilir ve toplumsal dengeleri etkileyebilir.

Tüm bu gelişmeler ve müdahaleler, toplumların bu yeni gerçekliklere nasıl uyum sağlayacakları, etik kuralları nasıl belirleyecekleri ve bu teknolojileri nasıl kullanacakları konularında önemli soruları gündeme getiriyor. Gelecek nesillerin etkilenmemesi düşünülemez nedenle bu konuların dikkatlice düşünülmesi ve tartışılması gerekmektedir. Bilim, teknoloji ve toplum arasındaki dengeyi koruma çabaları, bu gelişmelerin daha olumlu sonuçlar doğurmasına yardımcı olabilir.bu nedenle bu konuların dikkatlice düşünülmesi ve tartışılması gerekmektedir. Bilim, teknoloji ve toplum arasındaki dengeyi koruma çabaları, bu gelişmelerin daha olumlu sonuçlar doğurmasına yardımcı olabilir.

 

,

Bu Yazıyı Yapay Zeka Yazıdı…

 

Mehmet Ömür

 

Bu başlığı önümüzdeki dönemde çok göreceğimizi düşünüyorum.

Bu filmi yapay zeka yaptı. Bu fotoğrafı yapay zeka oluşturdu. Bu animasyonu yapay zeka yarattı ve benzerleri.

Kedisini dürüst olarak ilan etmek isteyen tüm yazarlar bu başlığı kullanmasalar bile dip not olarak bunu yazacaklardır.

Yapay zekayı yazılarımızı hazırlarken kullanmamız budan böyle doğal olacağından ben de bu yazımda ChatGPT yi kullandım Bu yazımın değerini düşürdü mü? Evet düşürdü. Bu yazı benim kalemimden dökülmemiş ve ruhumdan çıkmamış oldu. Ne oldu? Değeri düşük bir yazı oldu. Peki yararı düşük mü ? Hiç sanmıyorum. Hikaye anlatımı günümüzde hayati konulardan biri olarak karşımızda. İnsanlar hikayeler dinlemeye, hikayeleri sinemalarda seyretmeye bayılıyorlar ama onları yazmak yetenek ve çok çalışma istiyor. Bunu yapabilenler ise okuyanların binde biri.

Hikayeninin önemi konusunda küçük bir örnek verecek olursak, yazar J.K.Rowling, genç büyücü Harry Potter ile arkadaşlarının maceralarını anlatan 6 kitap  yazdı. Kitaplar, 80 dile çevrildi ve yaklaşık 500  milyon satarak 8 Milyar dolar kazandı.

Dolayısı ile ChatGPT kullanarak hikaye yazmanın püf noktalarıyla  ilgili bir hikaye olmasa da yazı yazmak bence yararlıdır. Değeri düşük yararı yüksek bir yazı. Buyrun buradan yakın.

Dramatik yapı modeli Freytag Piramidi’ne dayanan bir hikaye anlatım yöntemidir. Bu yöntem, özellikle sınav koşullarında, öğrencilerin hikayelerini verimli ve yaratıcı bir şekilde yapılandırmalarına yardımcı olması açısından eğitim ortamlarında son derece faydalıdır. Yöntemin aşamaları şu şekildedir:

  1. Giriş (Exposition): Bu aşama hikayenin sahnesini kurar. Karakterleri, mekanı ve başlangıç durumunu tanıtır.
  2. Yükselen Aksiyon: Girişten sonra, bu aşama karakterler için artan zorluklar ve karmaşıklıklarla hikayenin gelişimini içerir.
  3. Doruk Noktası (Climax): Hikayenin dönüm noktasıdır, burada gerilim ve çatışma zirveye ulaşır.
  4. Düşen Aksiyon: Doruk noktasından sonra, bu aşama çözüme doğru giden olayların gelişimini içerir. Son bir gerilim unsuru içerebilir.
  5. Çözüm (Resolution/Dénouement): Bu son aşama, hikayenin çatışmalarını ve karmaşıklıklarını çözerek anlatıya bir son verir.

Bu yapının kullanımını Külkedisi hikayesi üzerinden açıklamakta ve “Saklanacak Yer Yok” başlıklı bir örnek ile bu beş aşamayı göstermektedir:

  • Giriş: Ana karakter, birisinin evine girdiğine inanarak bir dolapta saklanmaktadır.
  • Yükselen Aksiyon: Karakter, saklandığı adımları duyar ve paniği artar.
  • Doruk Noktası: Karakter, dolaptan çıkarak kaçma adrenaliyle hareket eder.
  • Düşen Aksiyon: Karakter, daha fazla ses ve adım sesleri duyar ve evde hırsızlar olduğunu düşünür.
  • Çözüm: Aslında evde kardeşinin sürpriz bir partisi düzenlenmektedir. Karakter, hem rahatlar hem de biraz kızgındır çünkü sürprizden haberi olmamıştır.

Bu 5-Nokta Anlatı yapısı, öğrencilere sınav koşullarında iyi yapılandırılmış bir hikaye oluşturmada yardımcı olmanın yanı sıra, hikaye anlatımlarını zenginleştirecek duyusal detaylar eklemeleri için de teşvik eder. Freytag’ın modeli, hikaye yapılandırması öğretiminde uyarlanabilir ve etkili bir yöntem olarak karşımıza çıkar, hikaye yazımında mantıklı ve yaratıcı bir iskelet görevi görür.

 

Friedrich Nietzsche’nin Apollon ve Dionysos kavramları üzerinden sanat, müzik ve trajedi anlayışı önemlidir. Nietzsche, bu iki Yunan tanrısını kullanarak insan varoluşunun ve sanatsal ifadenin iki temel yönünü açıklar: Apolloncu yön, düzen, ölçü ve bireyselleşmeyi temsil ederken; Dionysosçu yön ise yaşama bağlılığı, coşkunluğu ve çoğulculuğu ifade eder.

İnsanın varoluşsal acı ve sevincini sanat ve müzik aracılığıyla nasıl ifade ettiği ve düzenlediği üzerinde düşünülmesi ana konulardan biridir. Apolloncu ve Dionysosçu yaklaşımların birliği, insanın gerçekliği ve varoluşun sürecini anlamasına yardımcı olur. Ayrıca, Lir’in Apolloncu, Üflemeli çalgılar ise Dionysosçudur .

Yunan Tragedyası, trajik korodan doğmuş ve kültür tarihinde önemli bir yer tutmuştur. Nietzsche, trajedinin, bireyin çevresiyle olan çatışmasını ve bu çatışma sonucunda yaşanan maddi ya da manevi yok oluşu ele alır. Tragedya, kahramanın yükselişi, doruğa ulaşması ve sonrasında yaşadığı düşüşü içerir. Bu süreçte, kahramanın yaşadığı deneyimler ve içsel dönüşümler ön plana çıkar.

Trajik kahramanın yükselişi ve düşüşü, roller coaster metaforu ile açıklana bilir. Kahramanın yükselişi sırasında yaşadığı coşku ve sonrasında karşılaştığı trajik gerçeklik, onun varoluşsal dönüşümünü simgeler. Bu dönüşüm, kahramanın yaşamın acı gerçekleriyle yüzleşmesi ve bu süreçte

Varoluşsal sancı, bireyin hayatındaki anlamı, değeri ve özgürlüğü sorgulamasıyla ortaya çıkabilir. Bu durum, genellikle kişinin kendini yalnız, izole ve anlamsız hissetmesine yol açabilir. Varoluşçu düşünürler arasında bu konuyu ele alan önemli isimler arasında Søren Kierkegaard, Friedrich Nietzsche, Jean-Paul Sartre ve Albert Camus bulunmaktadır.

Bu tür bir sancı, kişinin varoluşsal krizler yaşamasına ve hayatının anlamını yeniden değerlendirmesine neden olabilir. Bazen bu süreç, kişisel büyüme ve kendini keşfetme yolculuğuna dönüşebilirken, bazen de yoğun kaygı ve depresyona yol açabilir. Varoluşsal sancının üstesinden gelmek için bireyler genellikle felsefi veya psikolojik danışmanlık arayışına girebilirler ve sanatın önemini kavramalarıyla rahata ererler.

Son olarak, Aias’ın trajedisinden bahsetmek gerekir. Aias’ın yaşadığı yükseliş, kibir ve sonrasında yaşadığı düşüş, trajedinin temel unsurlarını yansıtır. Aias’ın hikayesi, insanın kendi içsel çatışmaları ve dış dünyayla olan ilişkisi üzerinden trajedinin evrensel boyutlarını ortaya koyar.

Nietzsche’nin sanat, müzik ve trajedi üzerine düşüncelerini derinlemesine ele aldığımızda, insan varoluşunun bu unsurlarla olan karmaşık ilişkisini ortaya çıkar.

PS1;

“Varoluşsal sancı”, genellikle bireyin varoluşunun anlamı ve amacı üzerine yoğun bir şekilde düşünmesi sonucu yaşadığı duygusal ve zihinsel rahatsızlık durumunu ifade eder. Bu terim, varoluşçu felsefeyle yakından ilişkilidir ve genellikle insanın dünyadaki yerini, yaşamın anlamını ve ölümlülüğü sorgulamasıyla ilgili derin düşünceler ve endişeleri kapsar.

Varoluşsal sancı, bireyin hayatındaki anlamı, değeri ve özgürlüğü sorgulamasıyla ortaya çıkabilir. Bu durum, genellikle kişinin kendini yalnız, izole ve anlamsız hissetmesine yol açabilir. Varoluşçu düşünürler arasında bu konuyu ele alan önemli isimler arasında Søren Kierkegaard, Friedrich Nietzsche, Jean-Paul Sartre ve Albert Camus bulunmaktadır.

Bu tür bir sancı, kişinin varoluşsal krizler yaşamasına ve hayatının anlamını yeniden değerlendirmesine neden olabilir. Bazen bu süreç, kişisel büyüme ve kendini keşfetme yolculuğuna dönüşebilirken, bazen de yoğun kaygı ve depresyona yol açabilir. Varoluşsal sancının üstesinden gelmek için bireyler genellikle felsefi veya psikolojik danışmanlık arayışına girebilirler.

PS2;

Dionysos’un müziği, Yunan mitolojisinde tanrı Dionysos ile ilişkilendirilen müzik türünü ifade eder. Dionysos, şarap, zevk, üzüm hasadı, delilik ve coşku tanrısı olarak bilinir. Bu yüzden onun müziği, genellikle coşkulu, ritmik ve bazen transa geçirici özellikler taşıyan bir müzik olarak düşünülür. Dionysos’a adanan ritüellerde kullanılan müzik, katılımcıları coşku ve trans hallerine sokacak şekilde tasarlanmıştır. Genellikle davullar, flütler ve diğer perküsyon aletleri ile zengin bir ritmik yapıya sahiptir. Dionysos kültünün etkinliklerinde müzik, dans, şiir ve tiyatro gösterileri önemli bir yer tutar. Bu tür müzik ve ritüeller, genellikle özgürlük, doğallık ve duygusal ifadenin sınırlarını zorlayan bir atmosfer yaratır. Dionysos müziği, antik Yunan kültüründe sanatsal ifade ve dini ritüellerin birleştiği bir alan olarak görülür.

PS;

  1. Büyük Aias: Truva Savaşı’nın en güçlü Yunan savaşçılarından biri olarak tanınır. Homeros’un “İlyada” eserinde, Aias, savaşta gösterdiği cesaret ve savaş becerileriyle öne çıkar. Ancak, Achilles’in ölümünden sonra onun silahlarının kimin alacağına dair yapılan yarışmada Odysseus’a kaybeder. Bu durum, Aias’ı derin bir öfke ve deliliğe sürükler. Bu delilik halinde, Yunan ordugahındaki hayvanları öldürdüğüne inanarak, sonunda kendi hayatına kıyar. Aias’ın trajedisi, ahlaki ve kişisel çatışmalarla dolu, onur ve haksızlık temalarını içerir.
  2. Küçük Aias: O da Truva Savaşı’nda savaşmış bir Yunan kahramanıdır. Küçük Aias’ın en bilinen hikayesi, Truva’nın düşüşünden sonra Kassandra’ya yapılan tecavüzle bağlantılıdır. Truva prensesi ve kâhin Kassandra’yı Athena’nın tapınağında tecavüz etmekle suçlanır. Bu olay, tanrıların öfkesine yol açar ve Küçük Aias’ın dönüş yolculuğunda denizde boğulmasıyla sonuçlanır. Küçük Aias’ın trajedisi, Tanrılara karşı işlenen bir suçun ve sonuçlarının öyküsüdür.

PS:”Varoluşsal sancı”  terimi, varoluşçu felsefeyle yakından ilişkilidir ve genellikle insanın dünyadaki yerini, yaşamın anlamını ve ölümlülüğü sorgulamasıyla ilgili derin düşünceler ve endişeleri kapsar.

https://www.academia.edu/50324430/Nietzschede_Apolloncu_Epik_Lirik_ve_Dionysos%C3%A7u_Trajik_Bilgeli%C4%9Fin_%C5%9Eiir_ve_M%C3%BCzik_Ayr%C4%B1m%C4%B1_%C3%9Czerine?email_work_card=title

 

Christer Strömholm, « España 164 B », 1958-1959 © Christer Strömholm Estate / Agence Vu’ Marin Karmitz collection Photographic reproduction Florian Kleinefenn

 

 

Mehmet Ömür

 

Fotoğraf tarihine farklı bir bakış…

 

Ulusal Modern Sanat Müzesi ve Fransız koleksiyoncu MarinKarmitz’in özel koleksiyonu gibi olağanüstü iki fotoğraf koleksiyonunu bir araya getiren “Corps à corps” sergisi, insanın fotoğrafla temsiline muhteşem bir bakış açısı sunuyor. 20. ve 21. yüzyılların portre, otoportre, nü ve hatta hümanist fotoğrafçılık gibi klasik çalışma kategorilerinin ötesine geçmek amacıyla fotoğraf tarihinin 120 önemli usta fotoğrafçısı tarafından üretilen 500’den fazla fotoğraf ve belgeyi bizlere sunuyor. Gerçek bir görsel şölen olan, nefes kesici bu serginin küratörünün Julie Jones olduğunu belirtmeliyim. İlk reaksiyonum, ben henüz bebekken açılmış olduğundan gezemediğim Edward Steichen’in 1955 yılında New York’ta düzenlediği ve kitabı, efsane fotoğraf kitapları arasında sayılan “Family of Man” sergisine benzettim. Ben yıllardır böylesi heyecanlandığımı hatırlamıyorum.

 

Bir fotoğraf yolculuğu, çok özel bir sergi olan  ve Türkçeye göğüs göğüse olarak çevrilebilecek “Corps à corps”un altı ay sürmesi planlanmış, 2024 yılının Mart ayının 25. günü sonlanacağını hatırlatmak isterim.

 

Brassaï, Dorothea Lange, Annette Messager, SMITH, Paul Strand, Zanele Muholi gibi bir çpok önemli isimden oluşturulmuş bu sergi; portre, otoportre, nü ve hümanist fotoğraf gibi klasik çalışma kategorilerinin ötesine geçiyor. Sergi, ortak takıntıları ve konulara yaklaşımları gibi sanatçılar arasındaki uyumu da gösteriyor. Bu yakınlaştırmalar bir dönemin tarihindeki  tekniklerine dikkat çektiği gibi, aksi bir şekilde zaman içinde uzak görüşlerin nasıl birbirlerine yaklaştığını gözler önüne seriyorken, fotoğraf tarihine de ışık tutmuş oluyor. Sergide yer alan görseller, aynı zamanda fotoğrafçının  sorumluluğu konusunda bizi düşünmeye de davet ediyor. Örneğin, fotoğraf, kimliklerin görünürlüğüne nasıl katkıda bulunuyor? Bunların cevaplarını da arıyoruz sergide. Ulusal Modern Sanat Müzesi koleksiyonu ile MarinKarmitz koleksiyonu, kökenleri ve doğaları farklı olmasınarağmen burada tamamlayıcı bir rol oynadıklarını da görüyoruz. Kamuya ait bir koleksiyon ile özel birkoleksiyonun, fotoğraf tarihine nasıl baktığını da gözlemliyoruz.

 

Fotoğraf sanatı, 20. yüzyılın başlarından itibaren büyük bir evrim geçirdi ve bu evrimde insan bedeni ve kimliği fotoğrafçılar için önemli bir odak noktası haline geldi. İnsan bedenini yakalamak ve ifade etmek, fotoğrafçılar için büyük bir sanatsal ve duygusal zenginlik sunan bir alan oldu. Özellikle yüz görüntüleri; insanların duygusal ifadelerini, kimliklerini ve ilişkilerini yansıtmada önemli bir araç haline geldi.

 

Fotoğraf, bir kişinin yüzünü yakın çekimde görüntüleyerek insanların özgün kimliklerini ve duygusal durumlarını vurgulamada etkili bir yol sağlar. Bu portreler, bireylerin kendilerini nasıl ifade ettiklerini ve toplumla olan ilişkilerini yansıtmalarına yardımcı olurken, aynı zamanda toplumsal bağlamlardan bağımsız olarak anonim yüzler sunarak resmi çalışmaların konusu haline de gelebilir. Bu da, fotoğrafın hem kişisel hem de toplumsal hikayeleri anlatma gücünü gösterir.

 

Fotoğraf kabinleri, fotoğrafçılık dünyasında ilginç bir yere sahiptir. 1920’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkan bu otomatik ve ucuz fotoğraflama biçimi, sanatçıları büyüledi. Fotoğraf kabini, sürrealist sanatçılar için bir özgürlük ve isyan alanı haline geldi ve idari veya polis kontrolünden kaçmak için de kullanıldı. 1960’lardan günümüze kadar birçok sanatçı, fotoğraf kabini estetiğini kullanarak toplumun dayattığı kültürel ve kimlik sınırlamalarını eleştirdi. Bu kabinler, kameraya dönme, anonimlik ve tekrarlama gibi normları bazen mizahi bir şekilde ele alarak güç ilişkilerini sorguladı. Sergide bu tarz yaklaşımları da görüp bunun tarihsel önemini daha iyi anlıyoruz.

 

Fotoğraf, birçok açıdan bir aracı olarak işlev görür. Fotoğrafçı, kamerayı kullanarak dünyayı nasıl algıladığımızı gösterir. Kamera, insanların görünürlüğünü artırır ve izole eder, böylece izleyiciye kişisel bakışlar ve jestler aracılığıyla insanlar arasındaki ilişkileri sunar. Fotoğrafçılar, kalabalıklar içinde kaybolan anonim figürlere ışık tutarlar ve bu figürlerin atmosferini yakalarlar. Bu, fotoğrafın insanların görünmezliğini ortadan kaldırma ve kişisel hikayeleri anlatma gücünü yansıtır.

 

Fotoğraf, bazen bedenleri parçalara ayırarak veya bulanıklaştırarak insanları anonim nesnelere dönüştüren bir araç olarak da kullanılır. Bu görüntüler, bedenlerin kimliklerinin belirsizleştiği ve kolektif bir anatomiye dönüştüğü anları sahnelemek için kullanılır. Bu tür fotoğraflar, insan figürünün nasıl değiştiğini ve dönüştüğünü gösterirken, bazen şiddete tanıklık ederken, bazen de bir yeniden doğuşa işaret eder. Bu yaklaşım, fotoğrafın insan bedeninin karmaşıklığını ve dönüşümünü ifade etmedeki gücünü vurgular.

 

İç mekanlar ise, fotoğrafçılar için önemli bir çekim alanı sunar. Bu mekanlar, toplum içindeki farklı alanları ve izolasyonları temsil edebilen “heterotopya” olarak tanımlanabilir. Fotoğrafçılar, iç mekanlarda yaşayan bireylerin portrelerini çekerken mesafeyi korumak veya tamamen iç içe geçmek isteyebilirler. Bu görüntüler, insanların samimi alanlarını, kısıtlı bedenlerini ve toplumsal protesto anlarını açığa çıkarır. Görünmezliğe mahkum edilen kimliklerin ve deneyimlerin sesini duyurmayı amaçlayan fotoğrafçılar bu yolla kendilerini ifade ederler.

 

Sonuç olarak fotoğraf sanatı; insan bedeni, kimliği ve ilişkileri ifade etmek için güçlü bir araçtır ve fotoğrafçılar, farklı teknikler ve yaklaşımlar kullanarak insan deneyimini derinlemesine inceleyebilirler. Bu, insanların duygusal ifadelerini, kimliklerini ve toplumsal mesajlarını iletmek için fotoğrafın gücünü kullanmalarını ve göstermelerini de sağlar. Fotoğraf, insan yaşamının çeşitliliğini ve karmaşıklığını yakalamak için sürekli olarak kullanılan bir araç olarak varlığını sürdürmektedir ve her zaman da sürdürecektir.

Paris’e önümüzdeki altı ay içinde yolu düşecek fotoğraf severlere ,“Centre Pompidou” Place Georges-Pompidou75004 Paris adresinde olan bu sergiyi görmelerini şiddetle öneriyoruz…

Siyah Beyazın Güzelliği

 

Mehmet Ömür

1907’de renkli fotoğrafçılığın ortaya çıkıp popülerleşmesine rağmen, siyah beyaz fotoğrafçılık sanatsal bir önemini kaybetmedi. Teknik veya ekonomik bir zorunluluktan çok, siyah beyaz fotoğrafçılık, grafik kalitesi, şiirsel ifadesi ve evrenselliği nedeniyle sanatsal bir tercih olarak görünmektedir. Fransa Ulusal Kütüphanesi, özellikle gümüş bazlı teknikleri destekleyerek bu sanat formunun korunmasında önemli bir rol oynamıştır. Kütüphanenin bugün 8 milyon baskı fotoğrafı vardır. Bunların çok büyük kısmı siyah beyaz fotoğraftır. Pandemiden önce bu fotoğrafların Grand Palais’de sergilenmesi planlanmış ancak salgın bu planın ertelenmesine neden olmuştur. Kütüphanedeki sergi, 36 ülkeden 206 fotoğrafçının  300 kadar eserini sergileyerek, siyah beyaz fotoğrafçılığın çeşitliliğini ve zenginliğini vurgulamakta; ortak stilleri, kontrastları ve ışık-gölge oyunlarını ön plana çıkarmaktadır.

Siyah ve Beyazın kökenleri

Fotoğrafçılığın renkli hali 1907’te Lumière kardeşler tarafından icat edilmeden önce, tüm fotoğrafçılığın siyah beyaz olduğu düşünülebilir. Ancak gerçek daha karmaşık. Erken dönem fotoğrafçılık, saf siyah ve beyazlar yerine daha çok sepia tonları gibi çeşitli renk değerleriyle karakterizeydi. Fox Talbot’un 1841’de patentlediği negatif/pozitif işlem sayesinde, kağıt üzerindeki baskıların tonları çeşitlendirilebildi. Fotoğrafçılar, fiksaj banyolarının kimyasını veya kullanılan kağıtların türünü değiştirerek baskıların renklerini seçebiliyordu. Sergide bunlardan örnekleri Nadar’ın öğrencisi amatör fotoğrafçı Emile Zola’nın fotoğrafları ile göstermeye çalışmışlar.

1850’lerde bulunan ve uygulanan altın tonlama tekniği, derin siyahlar sağlamasına rağmen çok pahalıydı ve uzun ömürlü olmadı. Yüzyılın sonunda ortaya çıkan baryumlu veya platinli kağıtlar, kontrastı daha da artırmaya olanak tanıdı. Bazı çalışmalar, özellikle Bisson kardeşlerin dağ manzaraları, Gustave Le Gray’in “Büyük Dalga”sı ve amatör fotoğrafçı Blancard’ın portreleri gibi kontrast çalışmaları, kontrastlar konusunda ilerlemeleri de beraberinde getirdi.

Siyah ve beyazın gücü, ton değişiklikleri, bir imajın algılanışını etkiler: daha fazla kontrast, gözümüz için daha okunabilir hale gelirken, daha nüanslı bir görüntü, zamanın mesafesini hissettirir.

Kontrast, kontrast, kontrast

XIX. yüzyılın sonlarından ve XX. yüzyıl boyunca, kimyasal gelişme ile yoğunlaştırılan gümüş tanelerinin derin siyahı ve endüstriyel baryumlu kağıdın neredeyse saf beyazı, fotoğrafçılık uygulamalarında hakim renkler haline geldi. 1920-1930 yıllarındaki avangardlar, bu araçlarla açık ve koyu renklerin keskin karşıtlığını ortaya koyan çeşitlemeler yarattı. 1950’lerden itibaren, renkli işlemlerin yaygınlaşmasına tepki olarak, siyah ve beyazın kontrast çalışmaları daha da ileri gitti. Bu kontrast estetiği, 1970-1980’lerde zirveye ulaştı.

Fotoğrafçılar, değer antagonizmasını kullanarak konularının hatlarını net bir şekilde ortaya çıkardı. Bu sade, çarpıcı grafik görsel, gerçekliğin algılanışını arttırıyor.

Kontrastlı bir arka plan üzerine yerleştirilen formlar, siyah üzerinde beyaz, beyaz üzerinde siyah olarak ortaya çıkıyor ve kendini sanki gözümüze sokuyor.

Ayrıca, karşıt tonlardaki motiflerin rastgele üst üste düşmesi de fotoğrafın çekiciliğini arttırıyor. Burada Ansel Adams’ın bir fotoğrafını görüyor, ister istemez ‟Zone‟ sistemi düşünüyoruz. Bir fotoğrafı güçlü kılan maddeler aklımıza geliyor. 1- Fotoğrafı ilk gördüğümüzde bizde bıraktığı etki, 2-Tekniği yani kalitesi 3-Yaratıcılık 4-Stili 5- Kompozisyonu 6- Renk dengesi 7-Punktum yani gözümüzü yakalayan küçük şey 8-Işık 9- Fotoğrafın anlattığı hikaye foptoğrafı güçlü kılıyor. Bunları düşünürken siayah beyaz fotoğrafçılığın önemli bir konusunun işlendiği bölüme geliyoruz.

Gölge ve Aydınlık 

Bu bölümde fotoğrafta ışığın önemini vurgulanıyor. Işık, negatif üzerine görüntülerin kaydedilmesi için şarttır. Fotoğrafçılar, ışığın ve etkilerinin kontrolü için çeşitli teknik ekipmanlar kullanır, örneğin reflektörler ve flaşlar. Aşırı ışık eksikse, negatif çok koyu olur ve bu da görüntünün detaylarını ve yarı tonlarını, gri tonlarını bozar. Kamera ile ışık kaynağı arasındaki farklı pozisyonlar, ters ışık hatta patlama, parlama gibi etkiler yaratabilir.

Ayrıca, ışık görüntüde motifler oluşturur, örneğin ışık huzmeleri ve haleler, resimlere dramatik bir etki katar. Bazı fotoğrafçılar, ışığı ana konu olarak seçer ve onu soyutlamaya kadar götürür. Renkli fotoğraflar dikkati dağıtmasına karşın, siyah-beyaz fotoğrafçılığın gölge ve ışık oyunları çok daha fazla etki bırakır, çünkü tek renk dikkati merkeze çeker.

Renk Şeması

Serginin bu bölümü çok ilginç, üç duvarı yanyana dolanan siyah beyaz fotoğraf serisi derin siyah tonlamalı fotoğraflarla başlıyor, orta ton grilerle devam ediyor ve üçüncü duvarda çok açık gri beyaz tonları içeren fotoğraflarla son buluyor. Siyah ve beyaz fotoğrafçılığın derinliğini ve karmaşıklığını anlatmaya çalışıyor. Bazı sanatçıların, filmlerinin pozlamasını manipüle ederek, görüntüleri soyutlamaya kadar götüren derin siyahlar veya parlak beyazlar elde etmeye çalıştıklarını gözler önüne seriyor. Bu monokrom fotoğraflar, doygun siyahtan saf beyaza kadar uzanan bir spektrumda, siyah ve beyazın geniş bir tonlar aralığının uç noktaları olduğunu gösteriyor.

Sergide 1970-1980’lerin yüksek kaliteli gümüş baskı kağıtlarının önemini de vurgulanıyor; bu kağıtlar, bu tonların sunduğu sonsuz grafik ve sanatsal olanakları keşfetmeyi mümkün kılmış. Fotoğrafçılar, bu nüansları değerlendirerek yüzeyleri ve dokuları hassas bir şekilde yeniden oluşturuyor ve gümüş tuzlarını şekillendirilebilir bir malzeme gibi kullanıyorlar.

Sergide çağdaş bir eğilimi de göze çarpıyor. Sanatçılar, siyah-beyaz konuları renkli fotoğrafçılık teknikleriyle çekmeye çalışmışlar. Bu yaklaşım, sanatçıların gerçeklikten uzaklaşmalarını ve fotoğrafçılığın temel niteliklerini vurgulamalarını sağlıyor, fotoğrafçılığı resim, mimarlık ve heykel gibi diğer sanat formlarıyla ilişkilendiriyor.

21 Ocak 2024 tarihine kadar yolu Paris’e düşen fotoğraf sevenleri bu sergiyi görmeye davet ediyoruz. 

Fransa Millî Kütüphanesi

Quai François Mauriac, 75706 Paris

 

 

 

TheFork ve NellyRodi çok taze , 2024 yılında gastronomi sektöründe yaşanacak yeme içme eğilimleri konusunda derinlemesine bir analiz yapmış.  Enflasyonun ve jeopolitik çatışmaların sosyal değişimler ve gıda endüstrisindeki tüketici davranışları üzerindeki etkisini, farklı yönleriyle ele almış. Aşağıya yazının tamamının bağlantısını da ekledim. Ana trendler ve içgörüler şu şekilde özetlenebilir:

  1. Günümüz Gastronomisi: Günümüzde yeme içme dünyası, hikaye anlatan geleneksel ve rahatsız etmeyen  yemeklere ağırlık veriyor, otantikliği ön plana çıkarıyor. Zamanın etkisine dayanan restoranlar, döner gibi özel yemekler ve yerel popüler mekanlar ön plana çıkarılıyor.
  2. İnfluential Gastronomi: İnfluential kelimesi artık iyice dilimize girdi. Maalesef mi demeli bilmiyorum. Etkileyici kelimesi bunu karşılayabilir mi? ona da emin değilim. Bu gastronomik yaklaşım unutulmaz, Instagram’lık yemek deneyimleri yaratmayı öneriyor. Yiyecek, eğlenceyle birleşiyor, pop kültürü etkileri ve gastronomi sahnesi trendler ve ünlü kişilerin etkileriyle gelişiyor.
  3. Sağlıklı Gastronomi: Bu trend, fiziksel ve zihinsel sağlık, aynı zamanda çevre için faydalı yiyeceklere olan eğilimi yansıtıyor. Koruyucu, sağlıklı mutfakları ve sağlık için faydalı olan malzemelere vurgu yapıyor.
  4. İlkeli Gastronomi: Sürdürülebilirliğe odaklanan bu eğilim, sıfır atık, yeniden kullanım, sürdürülebilir tarım ve makul fiyatlandırmayı içeriyor. Şefler ve restoranlar bu konuda, herkese  sağlıklı, lezzetli ve erdemli yiyeceklere erişim sağlama çabası gösteriyor.
  5. Etki yaratan Gastronomi: Tüketicilerin anlık tatmin, spontanlık ve güçlü duygular aradığı lezzetler ve ortamlar aradığı anlamına geliyor. Restoranlar, sadece yemek yeme yeri olmanın ötesine geçerek, yiyeceği sosyal medya, eğlence ve kültürle harmanlıyor.
  6. 2024’ü Etkileyecek Dünya Mutfakları: İtalyan, Doğu Avrupa, İngiliz, Japon, Kore ve Fransız mutfaklarının her birinin benzersiz lezzetler ve yemeklerle ön planda olduğunu ve olmaya devam edeceğini vurguluyor.

TheFork Fransa’daki verileri de göz önüne almış.  Rezervasyon sayıları ve eğilimlerdeki değişiklikler, tüketici tercihleri ve restoran seçimlerindeki kaymaları değerlendirilmiş. 2024 eğilimleri, bir yandan otantiklik ve çevresel sürdürülebilirlik arzusu, diğer yandan eğlence ve uluslararası etkiler arasında bir denge olduğunu gösteriyor.

 

 

 

 

THEFORK – 2023-11_CP Tendances food 2024_BD

Ray K. Metzker, Kayak, Frankfurt – 1961 – © Estate of Ray K. Metzker, Courtesy Howard Greenberg Gallery, New York

 

 

Siyah Beyaz Fotoğrafçılığın Sanatsal ve Teknik Boyutları

Mehmet Ömür

Fransız Milli Kütüphanesinde 21 Ocak 2024  tarihine kadar çok önemli bir sergi var. Sergi Fransız Milli Kütüphanesi BnF’nin fotoğraf koleksiyonlarının zenginliğini gösteriyor. Yaklaşık altı milyon baskıyla dünyanın en zenginleri arasında yer alan bu baskılar, özellikle siyah beyaz fotoğrafçılığın zengin tarihini temsil ediyor. Bu sergide Man Ray, Ansel Adams, Ralph Gibson, Mario Giacomelli veya Valérie Belin gibi sanatsal fotoğraf yaklaşımlarını siyah beyazda yoğunlaştıran ve sistematize eden, olanaklarını ve sınırlarını deneyen ve bunu fotoğraflarının tam konusu haline getiren fotoğrafçılara vurgu yapılmış. Görüntü oluşturma yöntemlerine vurgu yapılmış.  Estetik, biçimsel, kontrastların plastik ve grafik efektleri, gölge ve ışık oyunları, siyahtan beyaza kadar tüm değerler incelenmiş ve   malzemelerin nasıl işlendiği konusu irdelenmiş. Baskıların kalitesine, tekniklerin ve fotoğraf kağıtlarının çeşitliliğine,  siyah-beyaz baskıya, kitap ve dergilerin uzun süredir fotoğraf ın önemini  halka anlaten en önemli aracı olduğuna dikkat çekilmiş.

Siyah beyaz fotoğrafçılık, fotoğraf sanatının en temel ve etkileyici formlarından biridir. Renklerin olmadığı bu siyah beyaz dünyasında, ışık ve gölgenin dansı, şekillerin ve doku detaylarının ön plana çıkması, fotoğrafçılara ve izleyicilere derin bir duygusal ve estetik duygular yaşatırr. Bu yazıda siyah beyaz fotoğrafçılığın tarihçesi, teknik özellikleri, estetik değeri ve çağdaş fotoğrafçılıktaki yerini  inceledik.

Siyah Beyaz Fotoğrafçılığın Tarihçesi

Siyah beyaz fotoğrafçılık, fotoğrafın Joseph Niecephore Niepce tarafından icadıyla birlikte doğmuş ve uzun yıllar boyunca fotoğraf sanatının tek ifade biçimini olmuşturmuştur. 19. yüzyılın ortalarında  fotoğraf adlı bu serüven başladı.  Fotoğrafçılığın ilk günlerinde teknolojik sınırlamalar nedeniyle başarılamayan renkli fotoğrafların olmaması ise siyah beyaz fotoğrafçılığı önemli  yerlere taşıdı.

İlk Dönemler

  • Niepce ve Daguerre: Fotoğrafçılığın babaları olarak kabul edilen Nicéphore Niépce ve Louis Daguerre, siyah beyaz fotoğrafçılığın temellerini attılar. Niépce, 1826’da “View from the Window at Le Gras” adlı ilk kalıcı fotoğrafı çekti.
  • Fox Talbot: William Henry Fox Talbot, negatif-pozitif süreci geliştirerek fotoğrafçılıkta çığır açan bir adım attı. Bu sayede fotoğrafların çoğaltılması mümkün hale geldi.

20. Yüzyıl ve Sonrası

  • Sanatsal Akımlar: 20. yüzyılın başlarında, Pictorialism ve Düz Fotoğrafçılık gibi akımlar siyah beyaz fotoğrafçılığı sanatsal bir ifade aracı olarak konumlandırdı.
  • Büyük Ustalar: Ansel Adams, Henri Cartier-Bresson, Robert Capa, Man Ray, Ralph Gibson, Sebastião Salgado, Dorothea Lange, Diane Arbus gibi ustalar, siyah beyaz fotoğrafçılığın sadece bir teknik değil, aynı zamanda güçlü bir sanatsal ifade aracı olduğunu kanıtladılar.

Teknik Özellikler

Siyah beyaz fotoğrafçılık, renkli fotoğrafçılıktan farklı teknik ve estetik yaklaşımlar gerektirir.

Işık ve Kontrast

  • Işık: Siyah beyaz fotoğrafçılıkta ışık, fotoğrafın ruhunu oluşturur. Işık ve gölge arasındaki kontrast, derinlik ve duygusal yoğunluk yaratır.
  • Ton Değerleri: Siyah, beyaz ve gri tonlarının kullanımı, kompozisyonun temelini oluşturur.

Kompozisyon ve Doku

  • Kompozisyon: Renklerin olmaması, şekillerin ve çizgilerin ön plana çıkmasını sağlar. Bu, daha soyut ve grafik bir ifadeye yol açar.
  • Doku: Detayların ve dokuların vurgulanması, siyah beyaz fotoğraflara karakteristik bir derinlik ve gerçekçilik katar.

Estetik ve Duygusal Boyut

Siyah beyaz fotoğrafçılık, izleyicilere renklerin ötesinde bir deneyim sunar. Bu form, zamansızlık hissi, melankoli, dramatik etki ve minimalizm gibi unsurlarla zenginleşir.

Zamansızlık

  • Evrensel Anlatı: Siyah beyaz fotoğraflar, zaman ve mekan sınırlarını aşan bir evrensellik sunar. Bu durum, fotoğrafların tarihsel ve kültürel sınırları aşmasını sağlar.

Duygusal Etki

  • Melankoli ve Dram: Siyah beyaz fotoğraflar, melankolik ve dramatik bir atmosfer yaratır. Bu, ışık ve gölgenin kullanımıyla güçlendirilir.

Çağdaş Uygulamalar

Dijital çağ, siyah beyaz fotoğrafçılığa yeni bir nefes getirdi. Analog fotoğrafçılığın yanı sıra, dijital teknolojiler ve yazılımlar, fotoğrafçılara daha fazla kontrol ve yaratıcılık imkanı sunuyor.

Dijital Dönüşüm

  • Dijital Fotoğrafçılık: Dijital fotoğraf makineleri ve yazılımlar, siyah beyaz fotoğrafçılığı daha erişilebilir ve çeşitli hale getirdi.
  • Yaratıcılık: Fotoğrafçılar, dijital işleme teknikleriyle siyah beyaz fotoğraflarını daha da sanatsal bir düzeye taşımaya başladılar.

Sanatsal İfade ve Yenilik

  • Sanatsal Projeler: Çağdaş sanatçılar, siyah beyaz fotoğrafçılığı kullanarak artık çok güçlü sanatsal projeler ve sergiler oluşturmaya başladılar.
  • Yenilikçi Yaklaşımlar: Geleneksel tekniklerle modern teknolojilerin birleştirilmesi, günümüzde yeni ifade biçimlerinin doğmasına olanak tanıdı.

Sonuç

Siyah beyaz fotoğrafçılık, sanatın ve teknolojinin birleştiği, duygusal ve estetik bir zenginlik sunan bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Gerek tarih boyunca gerekse çağdaş uygulamalarda, siyah beyaz fotoğrafçılık kendini sürekli yenileyerek sanat dünyasında önemli bir yer tutmaya devam etmektedir. Renklerin olmadığı bir dünyada, siyah ve beyaz gri renkleri de yanına alarak ışık, gölge, şekil ve doku lar aracılığıyla hikayeler anlatır ve izleyicileri etkileyici bir yolculuğa çıkarır.

Paris Photo  2023: 26. sayı, 4. bölüm; Gönül çelenler

 

Mehmet Ömür

Bu yazı bu yılın Paris Photo fuarı ile ilgil son yazım. Bu yazımda beni etkileyen 3 galeriyi ve onun fotoğrafçılarını ve yaklaşımlarını yazmaya çalışacağım.

İlk olarak sergi resmi rehberinin bizi götürdüğü iki galerinin ortak çalışması, adı ”Light-Years”.

Hans P. Kraus Jr.’un New York City’de ve Jean-Kenta Gauthier’in Paris’te, Paris Photo 2023 fuarı nedeniyle bir araya gelerek sundukları  ilginç bir projedir. Bu işbirliği projesi, 19. yüzyıl fotoğraf ustalarının eserlerini çağdaş sanatçıların eserleriyle yan yana getirerek düşündürücü bir deneyim yaratmayı amaçlıyor.

Projenin temel amacı, bu tarihi ve çağdaş fotoğraf eserleri arasında hem kelime hem de kavramsal olarak diyaloglar başlatmaktır. Bu şekilde, tarihsel fotoğraf malzemelerinin içindeki çağdaş öğeleri ortaya çıkarmayı ve aynı zamanda çağdaş fotoğraf pratiğinin tarihsel bağlamını kurmayı hedefler. Temelde, “Light-Years,” fotoğrafın başlangıcından bu yana ortaya çıkan değişimi ve gelişimi yorumlayan bir sergidir.

Bu proje, yan yana düzenlenmiş bir kaç sergiyi bize gösteriyor, böylece izleyiciler iki dönem arasındaki görsel ve tematik bağlantıları anlama fırsatı yakalayabiliyorlar. İzleyicilere, fotoğrafın tekniklerini gösteriyor, tarzların ve sanatsal yaklaşımların nasıl evrildiğini ve çağdaş sanatçıların öncüllerinden nasıl ilham aldığını düşünme olanağı sunuyor.

“Light-Years” böylece geçmişle şimdi arasında bir köprü görevi görüyor ve fotoğrafın sanat olarak kalıcı ilgi ve uyarlanabilirliğini aydınlatırken aynı zamanda yıllar içinde nasıl dönüştüğünü vurguluyor. Bu, hem sanat tutkunları hem de fotoğrafçılar için fotoğrafın zengin tarihine ve çağdaş ifadelerine bakma şansı veriyor. Bu iki galerinin ortasına çekilmiş tül perdenin üzerine fotoğrafı ilk bulan Niepce’in köyünün bir görüntüsü düşüyor. Bu da bize sanki ‘Haydi artık Niepce’in köyüne gidin oradaki Niepce’e adanmış fotoğraf müzesini gezin diyor.

 

 

Paris Photo’ya açık olduğu 4 günde de gittim. Rehberle gezmenin iyi bir yaklaşım olduğuna kanaat getirdim. Çünkü rehberler fotoğraf tarihi konusunda ihtisaslaşmış, günceli de takip eden sanat tarihçileri. Dolayısı ile sizin boşa zaman kaybetmeden 191 galerideki 800 fotoğrafçının en önemlilerini gösteriyorlar. Bu da boşa dolaşmayıp, önemli sergileri görmeye ve anlamaya yararlı oluyor. İkinci rehberim katılanlara ‘Önümüzdeki günlerde Afganistana veya Türkiyeye gidecek olan var mı?’ diye sorduğunda ben ‘ Türkiyeye gideceğim’ dediğimde grubu LOOCK galerisinde sergilenen Sabiha Çimen sergisine götürdü. Onaylandı mı bil miyorum ama Sabiha Çimen şu anda Magnum fotoğrafçıları arasın seçilmiş durumda. Sanıyorum çıkardığı işlere göre kontratı kesinleşecek veya ilişkileri sona erecek. Çimen geçen yıl Paris Photo’da Aperture Photobook Award kazanmıştı. Kendisi  yatılı kuran kurslarında okumuştu.  4 yıl boyunca da kendisi kurankurslarında ders gören  o kursların kız öğrencilerini, Hafız’larını fotoğraflamıştı. Bu yıl bu seriden 2-3 fotoğrafla galerinin duvarlarında yerini almış. Fuarda o kadar saat geçirmeme karşın 2 kez türkçe konuşan kimselere rastladım ve İstanbul’dan gelen Martch Galerideki türk fotoğraf sanatçılarını izledim. Sonuç olarak dünyanın en büyük fotoğraf fuarı Paris Photo Türk fotoğrafçılığı açısından çöl rolü oynamaya devam ediyor.

Benim gönlümü doğal olarak çelen başka bir galeri, fotoğrafçı Albert Garcia Alix i sergileyen Albarran Bourdais galerisi oldu. Madrid yerleşimli galeri benim de kendisiyle bir hafta çalışma fırsatı bulduğum, kendisine devlet sanatçısı ünvanı verilmiş ‘Anarşinin Çocuğu’ arkadaşlarının % 80 ini uyuşturucuya kurban vermiş Alert Garcia Alix. Kendisini nasıl bilirsin diye sorarsanız: 

Alberto García-Alix, sert ama bir taraftan da zarif tarzıyla uluslararası sanat sahnesinin önde gelen portre fotoğrafçılarından biri olarak kabul edilir. Yaratıcılığını aşırılıklardan ve kaygılarından besleyerek, fotoğrafları zaman yolculuğuna dönüşür. Paris Photo daki sergisinde sanatçı, en önemli eserleri ile Museo del Prado’da çektiği yeni fotoğrafları arasında karşılaştırmalar sunuyor. Böylece sanatındaki eskiyi ve yaniyi birleştiriyor. Alberto Garcia Alix, siyah beyaz fotoğraf kullanarak kariyerinin tamamını 1980’lerden günümüze kadar İspanya’nın toplumsal gerçekliğini belgelemeye adamıştır. Son çalışmasında da Alix, analog fotoğrafçılığına devam etmiş.  Çift pozlama tekniği ile Hasselblad’ındaki filmin aynı karesine iki görüntü düşürerek tesadüfü araç olarak kullanmış ve çarpıcı bir dizi etkileyici eser yaratmış. Bu çağdaş bakış açısıyla tarihi figürleri bir şekilde  canlandırmış diyebilirim.

Üçüncü beğendiğim galeri Alexandra de Viveiros oldu. galeri sayesinde daha önce tanışma şansım olmayan Kharkic okulu fotoğrafçılarını tanımış oldum. Bu galeri, 1970’lerden beri Ukrayna’da faaliyet gösteren Kharkiv Okulu fotoğrafçılarına odaklanmış. Kharkiv okulu, fotoğrafçılığa deneysel olarak yaklaşıyor. Khirkov okulu fotoğrafçıları ayrıca farklı kişisel estetik yaklaşımlar sergiliyorlar. Sergide O. Suprun’un 1974-1997 yılları arasında oluşturduğu analog kolajlarını izleme fırsatı bulmaktan dolayı çok mutlu oldum. Suprun Sovyet ikonografisinin tipik konularını ele alırken, sokaklardaki savunmasız yaşlıları ve çocukları sıklıkla ele alarak bu konuları sorgulamıştır. Suprun’un kolajları orijinaldir ve teknik olarak zoru seçmeyi yeğlemiş olduğu anlaşılıyor.

Kochetov, geleneksel haber fotoğrafçısı olmayı reddetmiş farklı bir tarz yaratmıştır. Günlük yaşamın olağan sahnelerini yakalarken, bilinçli bir şekilde naif renklendirme teknikleri kullanmıştır. Shilo fotoğrafta değişik  prosedürler kullanmış. Kendi yapımı taş baskı tekniği var ve eski kağıt üzerine baskı yapmıştır.  Anakronik teknikler kullanmıştır. Sanatçılar, fotoğrafçılığın malzemeselliği konusunda çok çalışmışlar ve medyanın sınırlarını zorlamışlar.

Sergi, Kharkiv Okulu hareketindeki içindeki  fotoğrafçıların farklı ve yenilikçi yaklaşımlarını sergilemektedir. Sergi, deneysel fotoğrafçılığı Sovyet ikonografisini, günlük yaşam ve fotoğrafın malzemeselliği gibi konulara değinmekte ve fotoğrafçıların orijinal yaklaşımlarını bize göstermektedir

 

Her yıl olduğu gibi bu yıl da Paris Photo’yu alışılagelmiş bakış açısıyla tanıtmaya başladım. Kaç galeri, kaç fotoğrafçı katılıyor. Fuarda hangi bölümler var vs şeklinde yazmaya başladım. İlk bölüm olarak böyle yazdım. Ancak bu yıl bu tarz içime sinmedi, beni yüreğimden yakalayan galerileri ve bünyelerindeki fotoğraf sanatçılarını, söylemek istedikleri sözleri de anlatmaya çalışarak konuyu ele almaya karar verdim. Bu yazı da bu farklı bakışın ilk yazısı olsun.

“FOTOĞRAF’sız FOTOĞRAF

Görüntünün dijitalleşmesi, konunun dijitalleşmesi, gerçekle gerçek olmayan arasındaki geçirgenlik artık iyice artmaya dolayısı ile fotoğrafın  sınırları da genişlemeye ve şekil değiştirmeye başladı.  NFT’lerin ve YZ’lerin yaygınlaşmasıyla birlikte, fotoğrafçılar kendi sanatsal dünyalarını buna göre biçimlendirmeye başladılar ve fotoğraf tarihinin başından beri yaptıkları gibi görüntünün sınırlarını keşfetmeye çalışıyorlar, hatta fotoğrafın yok oluşunu görmeye kadar ileriye de gidiyorlar.

Görüntünün maddesizliği eski bir tartışmadır. Esteban Radiszcz, 2010 tarihli ‘Destin des images et déréalisation de l’objet. À propos de la dématérialisation dans l’art contemporain’ yani ‘İmgelerin kaderi ve nesnenin gerçekdışılaşması. Çağdaş sanatta maddesizleşme hakkında’ adlı denemesinde, maddesizleşme kavramının 1967 yılında Lucy Lippard ve John Chandler tarafından ‘aşırı kavramsal’ olarak ortaya atıldığını öne sürer. Bunu da 1960’ların sanatını tanımlamak için kullanırlar. Maddesizleşmenin, çağdaş sanat üretimi söz konusu olduğunda merkezi bir kavram olduğunu öne sürerler. Biraz araştırıldığında, bunun yalnızca 1960 ve 1970’lerdeki bazı sanatsal çalışmaların özel alanı olmadığı anlaşılıyor. Aksine, günümüzde birçok çağdaş sanat eserinde maddesizleşme estetiği ciddi bir biçimde ve yepyeni bir enerji ile devam ettiğini görüyoruz. 2010 yılında Guggenheim Müzesi, Tino Sehgal’in This Progress adlı eserinde müzeyi tamamen boşaltmış: obje, tanıtım metinleri, katalogları kaldırmış, açılış yapmamış, fotoğraf çekmeyi de yasaklayarak radikal maddesiz bir eser ortaya koyup sunmuştu.

Martha Langford ve Vincent Lavoie’nin ‘Utopies et anxiétés de la photographie en régime numérique’ yani ‘Dijital fotoğrafçılığın ütopyaları ve kaygıları’ adlı çalışmalarında, ‘ikinci dijital devrim’ kavramını ‘fotoğrafik üretimin kitleselleşmesi, görsel içeriklerin yaygınlaşması, fotoğrafların maddesizleşmesi ve yeniden kullanılarak çoğalması ile ilişkilendirdiler. Eser maddesizleştiği zaman toplumsal tepki artıyor farklı bir sanatsal yaratı ortaya çıkıyor. Bu fenomenin, Web3’ün hüküm sürdüğü ve görsel üreten YZ’lerin ve NFT’lerin patlamasıyla daha da arttığı görülmektedir.

Paris Photo bu yeni konsepti göz ardı etmemiş. Bu nedenle dijital çağda fotoğrafçılığa adanmış tamamen yeni bir sektör, dijital bölümü başlatma kararı aldı. Nina Roehrs’ün küratörlüğünde, bu ilk baskı maddesizleşme ve görüntünün silinmesi üzerine birkaç deneysel proje tesbit etti. Bunlardan bir tanesi, benim de en sevdiğim yukarıda da bahsettiğim beni gönülden yakalayan Jean-Kenta Gauthier Galerisinin sergilediği bir sanatsal proje. Bu projesinde David Horvitz çektiği fotoğrafları önce bir dakika izleyicilere gösteriyor ardından Delete tuşuna basarak sonsuza dek yok ediyor. O fotoğrafı tanımlıyor, örneğin ‘Nevada’da gün batımı’ yazıp kayda geçiyor. Siz de esere bakarken yok edilen görüntünün ne olduğunu kısa cümleler halinde okuyorsunuz. Görüntü yok olmuş yerine tanımı gelmiş durumda. Doğrusunu isterseniz buna artık fotoğraf demeyelim ama çağdaş sanat eseri diyelim işte bu eser beni oldukça etkiledi. Ben bunu çağdaş sanat eseri olarak kabul edip beğendiğimi ifade etmeliyim. İnsan beyninin yaratıcılığı karşısında hayranlık duymadım desem yalan olur. Amerikalı sanatçının, bunu çok fazla görüntü yarattığımızı düşündüğü için yarattığını anlıyoruz. Fotoğraf arşivini silme ve sadece yazılı bir iz bırakma önerisi, görüntünün yok oluşunu çok uzağa taşıyor. Fotoğrafçı David Horvitz ve onun “Nostalgia” isimli projesi Paris Photo’nun fotoğrafsız fotoğraf sergisi olarak tarihe geçti. Kulağımıza bile garip geliyor. Horvitz, dijital çağda fotoğrafların fazlalığı ve bunun getirdiği sorunları ele alıyor.  Bu süreçte, fotoğrafın geçici doğasını ve dijital çağda dikkat sürelerinin kısalığını vurguluyor. Ayrıca, Horvitz bu projeye eşlik eden bir de kitap yapmış. Bu kitapta, silinen her fotoğraf için kısa bir cümle yazmış ve bu cümleler, fotoğrafın bir açıklamasını yapıyor.

İrlandalı fotoğrafçı Kevin Abosch’un Paris Photo’da sergilenen eserleri, çağdaş fotoğrafçılıkta maddesizleşme eğiliminin getirdiği bir paradoksu yakalıyor. Bazı sanatçıların, fotoğrafın aşırı maddesizleşmesine tepki olarak, görselleri üç boyutlu ve mekansal biçimlerde yeniden materyalize etme eğiliminde oldukları belirtiliyor. Bu, dijital çağda fotoğrafın nasıl yeniden tanımlandığını ve sanatçıların bu değişime nasıl tepki verdiğini gösteriyor.

Ayrıca, Bigaignon galerisinin düzenlediği “Perspectives radicales” sergisi var. Bu sergi, on beş eserle, geleneksel olarak kabul edilen fotoğraf tanımını sorguluyor. Galeri, özellikle Light & Space, minimalizm, soyut sanat, beton fotoğrafçılık ve konstrüktivizm gibi avangart sanat hareketlerini göstermeyi hedefliyor. Sergide, Sloven sanatçı Aleksandra Vajd’ın eserleri gibi, fotoğrafın tanımını ve sınırlarını sorgulayan, geleneksel anlayışları alt üst eden işler de var. Bu tür çalışmalar, fotoğrafın sadece dünyanın bir temsili olmadığını, aynı zamanda sanatsal ifadenin ve teknolojinin etkileşimiyle nasıl yeniden tanımlanabileceğini gösteriyor. Sanatçılar, fotoğrafçılığın dijitalleşmesi ve maddesizleşmesi ile klasik fotoğrafçılık anlayışının ötesine geçerek, bu medyumun sınırlarını yeniden keşfediyorlar.

Thomas Paquet’ın “L’Observatoire” adlı dijital eseri, fotoğrafın temel özelliklerini -ışık, mekan ve zaman- sorguluyor. Vincent Ballard’ın diptiği ise, bir fotoğrafı dematerialize edip, doğasını bozarak, onu en temel tanımına kadar parçalıyor ve böylece izleyicinin bakış açısını bu temel tanıma yönlendiriyor. Marie Auger gibi sanat tarihçileri, fotoğrafın bu yeni biçimlerini analiz ederek, foto-objeler, foto-heykeller ve diğer fotoğrafik kurulumları incelemek için yeni bir tarihsel ve teorik çerçeve öneriyor. Bu, fotoğrafın web üzerinde yaygın olarak dolaştığı bir dönemde, sanatçıların akışkan görüntülerin karşısına somut, elle tutulur görüntüler koyma çabasını gösteriyor. Böylece, fotoğrafın silinmesinin ötesine geçerek, post-dijital fotoğrafçılığın yolu açılmış oluyor.

Bu tartışmalar, fotoğrafın sadece bir temsil aracı olmanın ötesine geçtiğini ve giderek daha çok, sanatın kendisine özgü bir ifade biçimi olarak görüldüğünü gösteriyor. Bu süreç, fotoğrafın hem maddesizleşmesini hem de yeniden materyalize edilmesini kapsayan karmaşık bir dinamik içeriyor.” Devamı gelecek…