Edebiyat Fotoğraf ilişkisi

 

Mehmet Ömür

 

Edebiyat ve fotoğraf arasındaki ilişki her zaman dikkate değer bulunmuştur. İki sanat formu arasındaki güç dengesini ele alırsak  edebiyatın fotoğraftan önce gelmesinin kronolojik ve teknolojik olarak edebiyatı öne çıkardığı gerçeği anlaşılabilir. Fotoğrafın edebiyatla ilişkisi genellikle edebiyatçılar tarafından anlatılmış ve “edebiyat ve fotoğrafçılık” çalışmaları olarak tanımlanmıştır. Fotoğrafın edebiyatın önüne konması, bu hassas güç dengesini bozmaktadır.

Fotoğrafın icadından önceki ilişkiler nasıldı ve fotoğrafın edebiyatçıları nasıl etkiledi?. Örneğin, fotoğrafın belgesel niteliklerini fark eden Prosper Mérimée’nin 1851’de başını çektiği “Mission héliographique” örneği bilinmektedir. Burada Fransanın önemli tarihi eserleri fotoğraflama yoluyla belgelenmiştir. Ayrıca, yazarların fotoğraflanmaya başlamasıyla birlikte  yazarın imajını pekiştirmesi ve güçlendirmesi fotoğrafa önem kazandırmıştır.

Fotoğraf ve edebiyat arasındaki etkileşimlerin sistematik bir şekilde incelenmesi uzun bir süre ihmal edilmiştir. Ancak son yıllarda bu alana artan bir ilgi vardır ve eleştirel çalışmalar hızlanmıştır. Ayrıca, fotoğraf ve görsel kültür çalışmalarının gelişimiyle birlikte disiplin sınırlarının daha da belirsizleştiği ve çalışmaların disiplinler arası alana yayıldığı görülmektedir.

Son olarak, fotoğraf metin ilişkilerinde  hafıza, kimlik ve benlik temalarının yoğun bir şekilde incelendiği görülmektedir.

Edebiyatın fotoğraf ile ilişkisi ve fotoğrafın kültüre etkisi de bilinmektedir. Baudelaire’in fotoğrafa tepkisi bilinmektedir.

Charles-Pierre Baudelaire’e göre; fotoğraf sanayi, yeteneksiz ve başarısız ressamlar için bir sığınak olmuştur ve fotoğraftan esinlenerek yapılan çalışmalar Fransız sanatındaki yaratıcılığın kurumasına neden olacaktır. Fotoğraf için şöyle der; Eğer sanatın işlevlerinden herhangi birini üstlenmede fotoğrafa izin verildiyse, yığınların ahmaklığının doğal ittifakı sayesinde, çok geçmeden sanatın yerini alacak ya da onu tümüyle yozlaştıracaktır. Şu halde, gerçek görevine dönmeli, bilime ve sanata hizmet etmelidir. Yazınalanında da benzeri yaşanmıştır. Matbaa ve stenografinin ne yaratma yeteneği vardır, ne de edebiyatın yerini alabilmiştir. Beaudlaire şöyle der; “Bir çırpıda gezginin albümünü zenginleştirsin ve belleğinin sahip olmadığı şaşmazlığı gözlerine sağlasın, doğabilimcinin kitaplığını süslesin, mikroskobik hayvanları devleştirsin, hatta birtakım bilgilendirmelerle astronomun varsayımlarını güçlendirsin; nihayet, her kim mesleğinde mutlak bir maddi kesinliğe gerek duyuyorsa, gidip onun sekreteri ve not defteri olsun, buraya kadar tamamdır. Ama eskinin yıkıntılarını, zamanın kemirdiği kitapları, taş baskıları ve elyazmalarını, biçimleri yitip gidecek olan ve belleğimizin arşivlerinde bir yer açmamızı isteyen değerli şeyleri unutulmaktan kurtarsın, teşekkür ve alkışlarla karşılanacaktır. Ama eğer tutulamayanın ve imgesel olanın alanı üzerinde, salt insanın ruhundan bir şeyler kattığı için değerli olan şeyler üzerinde tepinmesine izin verilmişse, o zaman yazıklar olsun bize! (1)

Fotoğrafın edebiyat ve gerçekçilik üzerindeki etkisi, teknik olarak fotoğrafın edebiyat eserlerine nasıl dahil olduğu ve fotoğrafın on dokuzuncu yüzyılda edebiyatı nasıl şekillendirdiği üzerinde durulması gereken bir konudur. Fotoğrafın Proust’un eserindeki önemi ve fotoğrafın zaman, bellek ve kimlikle olan ilişkisi daha iyi incelenmelidir. Barthes’ın fotoğraf üzerine düşünceleri ve fotoğrafın metin-imge ilişkileri üzerindeki etkisi bu konu çok incelendiğinden artık çok iyi bilinmektedir..

Willa Cather’ın A Lost Lady (1923) romanının fotoğraf ve metin ilişkisini incelerken, romanın içinde yer alan fotoğrafların metinle nasıl etkileşimde bulunduğunu ve anlatıya nasıl katkıda bulunduğunu tartışmıştır. Bu fotoğraflar, karakterlerin geçmişlerine, ilişkilerine ve kişisel deneyimlerine işaret ederken, metnin anlatısına görsel bir boyut kazandırmaktadır. Bu tür fotoğraf ve metin ilişkileri, okuyucunun metni daha derinlemesine anlamasına yardımcı olurken, görsel imgelerin ve metnin bir araya gelerek yeni anlamlar yaratmasıyla edebi deneyimi zenginleştirebilir.

Fotoğraf ve metin ilişkilerini öne koyan işler, edebiyatın yanı sıra diğer alanlarda da yaygın olarak kullanılmaktadır. Örneğin, gazete ve dergilerde yayımlanan fotoğraflarla birlikte metinler, haberleri aktarmak, duygusal etki yaratmak veya belirli bir konuya odaklanmak için kullanılır. Ayrıca, reklamcılıkta da fotoğraf ve metin bir araya gelerek ürün veya hizmetlerin tanıtımında etkili bir iletişim aracı oluşturur.

Fotoğraf ve metin arasındaki ilişki, çağdaş sanatta da yaygın olarak kullanılan bir tema haline gelmiştir. Bir sanat eseri olarak fotoğraf metin ilişkisi, görsel imgelerin ve yazıların etkileşiminden oluşur ve izleyiciye farklı duygusal, estetik ve düşünsel katmanlar sunar. Bu tür sanat eserleri, fotoğrafın gerçekliğe işaret etmesi ve metnin soyut veya mecazi anlamlar taşıması gibi farklı sembolik dil özelliklerini bir araya getirir.

Sonuç olarak, fotoğraflar, metinler ve karma formlar arasındaki ilişki edebiyat, sanat ve iletişim alanlarında yaygın olarak kullanılan bir konudur. Fotoğraf ve metin ilişkisi, görsel ve sözel dilin etkileşiminden doğan yeni anlamların oluştuğu ve izleyici/okuyucu üzerinde derin bir etki yaratabildiği kreatif ve düşünsel bir platform sağlar. Bu tür eserler, anlatıları zenginleştirir, duygusal etkiyi artırır.

Gorrara ve Dervila Cooke, fotoğrafın modern seyahat edebiyatındaki rolünü incelerken, ötekiliğin inşasında ve kimliğin somutlaştırılmasındaki birlikteliği ve  bu süreçlere karşı nasıl çalışabileceğini ele aldılar. Fotoğrafın seyahat edebiyatında nasıl bir rol oynadığı, genellikle egzotikleştirme, stereotipleştirme ve etkileyen görsel temsil aracı olarak kullanılmasıyla ilişkilendirilir.

Malek Alloula’nın “Le Harem Colonial” adlı kitabında, Kuzey Afrika kimliğinin nasıl inşa edildiği edebiyat ve fotoğrafın üzerinden anlaşılır. Mary B. Vogl, Michel Tournier, Tahar Ben Jelloun ve Leïla Sebbar gibi yazarların eserlerini inceleyerek, fotoğrafın Kuzey Afrika’nın kimliğini nasıl şekillendirdiğini gösterilebilir.

Özellikle Sebbar, Fransa ile Cezayir arasında seyahat etmenin ve Fransız Cezayiri ile Cezayir Savaşı’nın mirasını müzakere etmenin ne anlama geldiğini fotoğraflardan, kartpostallardan ve diğer görsel malzemelerden yararlanarak sürekli olarak hatırlatır. Bu şekilde, fotoğrafın bellekteki ve kimlik oluşturmadaki gücünü kullanır.

Fransız Guyanası’ndan Patrick Chamoiseau ve Rodolphe Hammadi ise kolonyal tarihin karanlık yönlerini ortaya çıkarma görevini üstlenir. Bu yazarlar, metin ve görsel malzeme aracılığıyla kolonizasyonun etkilerini ve anılarını ifade etmek için çaba harcarlar.

Chamoiseau’nun Hammadi ve diğer fotoğrafçılarla yaptığı işbirliği  edebiyat ve fotoğraf arasındaki ilişkinin bir örneği olduğunu gösteriyor. Sürrealistlerin fotoğraf ve metin ilişkisini değerlendiren ve harekete geçiren ilk grup olduğu bilinmektedir. Ayrıca, sürrealizm ve fotoğraf arasındaki ilişkinin savaştan sonra Fransız fotoğrafçılığı üzerindeki etkisi ve belgesel fotoğrafçılığın kültürel ve entelektüel meşruiyetinin sağlanmasına yardımcı olan isimler ve ajanslar da vardır.

Fotoğrafçıların siyasi bağlılıklarının, yazarlarla olan işbirliklerini ve işçi sınıfı konularının bir araya geldiği örnekler de bilinmektedir. Ticari bir açıdan bakıldığında, yayıncıların edebiyat ve fotoğraf eşleştirmelerine odaklandığı ve bu birlikteliklerden elde edilen ticari fırsatları kara dönüştürdükleri de ifade ediliyor. Bu eşleştirmelerin, hümanist fotoğrafların popülerliğinden ve Fransa’nın geçmişine duyulan nostaljik bir vizyondan kaynaklandığı anlaşılıyor.

Metin ve imge arasındaki ilişkinin ideolojik ve politik gücü çok iyi bilinmektedir. Bu ilişkinin belirsizlikler, şüpheler ve çoklu anlamlılıklarla dolu olduğu ve bu durumun fotoğrafın belirsizliğiyle daha geniş bir kararsızlığı yansıttığı ifade ediliyor. Bu durum, fotoğrafın ve fotoğraf dilinin çok anlamlılığıyla edebiyatın birleştirilmesi arzusunun bizi Barthes’ın “belirsiz işaretlerin dehşeti” olarak adlandırdığı şeyle yüzleşmek zorunda bırakıyor. (2)

 

(1) Kılıç, Levend, Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi. Ankara: Dost, 2008.

(2) Edward Welch, French Studies, Volume 73, Issue 3, July 2019, Pages 434–444, 2019

Mehmet Ömür

Bu yazıyı Openai Chat GPT üretmiştir. Resimler ise Midjourney adlı yapay zeka tarafından oluşturulmuştur.

Yapay zeka ve sanatın geleceği konusunda çok sayıda tartışma ve araştırma yürütülmektedir. Bu konuda birçok düşünür, sanatçı, bilim insanı ve teknoloji uzmanı, yapay zekanın sanat alanındaki potansiyelini ve sanatın gelecekteki evrimini tartışmaktadır. Bu yazıda, yapay zekanın sanat alanındaki kullanımını, sanat eserlerinin üretimi, sergilenmesi ve izlenmesi üzerindeki etkisini ele alacağım.

Yapay Zeka ve Sanatın Geleceği

Yapay zeka, son yıllarda hızla gelişen bir teknoloji alanıdır. Bu teknoloji, özellikle derin öğrenme ve sinir ağı teknolojileri sayesinde, birçok farklı alanda kullanılmaktadır. Sanat alanında da yapay zeka, önemli bir potansiyele sahiptir. Yapay zeka algoritmaları, sanat eserleri üretmek, eski sanat eserlerini restore etmek, sanat eserleri hakkında yorumlar yapmak, sanat eserleri üzerindeki analizler yapmak ve sanat eserlerinin sergilenmesi ve dağıtımı gibi konularda kullanılmaktadır.

Sanat Eserlerinin Üretimi

Yapay zeka, sanat eserleri üretmek için kullanılan bir araç haline gelmektedir. Örneğin, GAN (Generative Adversarial Networks) adlı bir yapay zeka algoritması, sanat eserleri üretmek için kullanılabilmektedir. Bu algoritma, birbirleriyle yarışan iki sinir ağından oluşur: bir tanesi sanat eserlerinin üretimini sağlarken, diğeri üretilen eserleri eleştirir. Bu şekilde, daha gerçekçi ve orijinal sanat eserleri üretmek için algoritma, eleştirilerden ders çıkarır ve gelişir.

Benzer şekilde, derin öğrenme teknikleri kullanılarak, sanat eserlerinin çeşitli unsurları, renkleri, şekilleri ve stil özellikleri gibi öğeleri analiz edilerek, bu öğelerin sanat eserlerinin üretiminde kullanılması sağlanabilir. Bu tür bir yaklaşım, özellikle modern sanatta kullanılan soyut sanat eserleri üretmek için faydalı olabilir.

Sanat Eserlerinin Analizi

Yapay zeka, sanat eserleri üzerinde çeşitli analizler yapmak için kullanılabilmektedir. Bu analizler, eserin tarihi, stil özellikleri, kompozisyonu, renkleri ve diğer unsurları hakkında bilgi sağlar. Bu bilgi, eserlerin restorasyonu, korunması, sergilenmesi ve satılması gibi konularda önemli bir gelişme olarak kabul edilmektedir.

Sanat yapay zeka algoritmaları, son yıllarda giderek artan bir şekilde sanat eseri üretiminde kullanılmaya başlanmıştır. Bu alanda, ChatGPT 4 ve Midjourney gibi yapay zekalar da önemli bir rol oynamaktadır. Bu iki yapay zeka algoritmasının sanat eseri üretimindeki yerlerini inceleyelim:

ChatGPT 4:

ChatGPT 4, büyük bir doğal dil işleme modelidir ve GPT-3 modelinin bir varyasyonudur. ChatGPT 4, doğal dil işleme ve doğal dil üretiminde son derece etkili bir yapay zeka modelidir. Bunun yanı sıra, ChatGPT 4, son derece yaratıcı bir şekilde metin üretebilir ve bu özelliği sayesinde sanat eseri üretiminde önemli bir yer edinmiştir.

ChatGPT 4, özellikle şiir, kısa hikaye ve şarkı sözleri gibi türlerde sanat eseri üretimi için kullanılabilmektedir. Yapay zeka algoritması, bu tür sanat eserlerini, insanların yarattığı eserler gibi yazabilmektedir. ChatGPT 4’ün yarattığı şiir, kısa hikaye veya şarkı sözleri gibi eserler, insanlar tarafından üretilenlerden ayırt edilemeyecek kadar gerçekçidir.

Midjourney:

Midjourney, sanat eseri üretimi için geliştirilmiş bir diğer yapay zeka algoritmasıdır. Bu algoritma, resimler ve videolar gibi görsel sanat eserleri üretmek için kullanılır. Midjourney, insanların yaratıcı süreçlerine benzer şekilde çalışır ve birçok farklı sanat eseri türü üretebilir.

Midjourney, özellikle dijital sanat alanında kullanılmaktadır. Yapay zeka algoritması, gerçekçi görüntüler ve animasyonlar oluşturabilir. Midjourney’in sanat eseri üretimi konusundaki en büyük avantajı, ürettiği eserlerin insana özgü duygusal ve yaratıcı özellikleri taşımasıdır. Bu özellik, yapay zeka tarafından üretilen sanat eserlerinin gerçekten özgün ve değerli olmasını sağlar.

Sonuç olarak, ChatGPT 4 ve Midjourney gibi yapay zekalar, sanat eseri üretiminde önemli bir yer edinmiştir. Her iki algoritma da, insanların yaratıcılığına benzer şekilde çalışarak, gerçekten özgün ve değerli sanat eserleri üretebilmektedir. Bu yapay zekaların sanat dünyasında giderek daha fazla kullanılması beklenmektedir.

Geçen yıl Dall-E 2, Midjourney ve Stable Difüzyon programları, metnin birkaç öğesinden görüntüler icat etme yetenekleriyle birçok insanı etkiledi ve yapay zeka ile üretilen eserler binlerce avroya satıldı. Bununla birlikte, sanat tarihçisi, Bizans ve Rönesans sanatı uzmanı ve aynı zamanda yapay zeka uzmanı Emily L. Spratt, yapay zekanın benzeri görülmemiş görüntü oluşturma yetenekleri karşısında sanat dünyasının doğru konumunu hala aradığını söylüyor.

Dall-E 2 ve benzeri araçlar, herkese yaratma gücü vererek sanatın demokratikleşmesini mümkün kılmaktadır. Ancak Spratt, bu araçların temelde “bu şirketler için elbette çok iyi olan büyük internet platformlarının kullanımını teşvik etmenin bir yolu” olduğunu düşünüyor. Ayrıca, yapay zeka gelecekte dijital görüntüler oluşturmak için tüm mimariyi tamamlayacak ve halihazırda yaygın olarak kullanılan görüntüleri manipüle etmek için diğer teknolojilerle karışacağını analiz ediyor.

Yapay zeka ile üretilen dijital işlerin zaten bir piyasası varken, bazıları onlarca, bazen yüzbinlerce dolara satılmaktadır. Spratt, yaratıcı sanatçılar arasında Alman Mario Klingemann’dan alıntı yapıyor ve sanatın yapay zeka ve daha geniş anlamda yaratıcılığın kaynakları sorununu ele aldığını söylüyor.

Fransız kolektifi “Obvious”, 2018’de Christie’s’te 400.000 avrodan fazla bir eser (“Edmond de Belamy”) satarak bir yapay zeka tarafından “yaratıldığını” açıklayarak herkesi şaşırttı. Bu satış, AI konusunda uzmanlaşmış bazı sanatçıları çok kızdırdı çünkü Obvious topluluğu, görüntüyü yaratmayı mümkün kılan algoritmanın yazarının olmadığını kabul etti. Ancak Spratt, bu satışın gerçekten sanat piyasası tarafından bir deney olarak görüldüğünü ve yapay zeka tarafından üretilen bir eserin neler sunabileceğini görmek için yapıldığını belirtiyor.

Sonuç olarak, yapay zeka ile üretilen sanat eserleri hala tartışmalı bir konu ve sanat dünyası doğru pozisyonu bulmaya çalışıyor. Ancak teknolojinin bu alanda büyük potansiyeli var ve gelecekte daha da önemli hale gelebilir.

İlgilenenlere kitap önerisi

Yann  Le Cun adlı yazarın 2019 yılında yayınlalan ‘Quand la machine apprend la révolution des neurones artificiels et de l’apprentissage profond’ adlı kitabı yani “Makine öğrendiğinde” adlı kitabı, derin öğrenme ve yapay zeka alanında öncü olan Yann Le Cun tarafından yazılmıştır. Bu kitapta yazar, makinelerin yapay sinir ağları ve derin öğrenme kullanarak karmaşık sorunları çözmeyi nasıl öğrenebileceğini açıklıyor.

Le Cun, yapay sinir ağları ve denetimli ve denetimsiz öğrenme algoritmaları dahil makine öğreniminin temel ilkelerini açıklayarak başlıyor. Ardından, makinelerin işlemeyi öğrenebileceği görüntüler, sesler ve metin gibi farklı veri türlerini keşfediyor.

Yazar ayrıca makine öğreniminin teknolojinin ve toplumun geleceği üzerindeki etkilerini tartışıyor. Makinelerin, çevre kirliliği ve hastalık gibi zamanımızın en acil sorunlarından bazılarının yanı sıra mahremiyet ve güvenlik endişelerini de çözmeye nasıl yardımcı olabileceğini açıklıyor.

Özetle, “Makine öğrendiğinde”, makine öğrenimi ve yapay zeka dünyasını keşfeden büyüleyici bir kitap. Yann Le Cun, bu gelişmekte olan teknolojilerin temel ilkelerine ve dünyamızı dönüştürme potansiyellerine ilişkin net ve erişilebilir bir genel bakış sunuyor.

 

 

 

Mehmet Ömür

 

Picasso Kadınları kullandı mı?

Dominant, egoist ve manipülatif bir sanatçı olan Picasso’nun kız arkadaşlarını sanatsal yaratımına yararlı oldukları sürece yanında tuttuğu artık çok iyi biliniyor. Bu nedenle bugün müzeler, sanatseverler ve medya, Picasso’nun sanatsal mirasına çalkantılı ve istismarcı kişiliğinin gölgesinden doğru bakıyor.

Şu sıralarda Paris’teki Picasso Müzesi’nde büyük değişiklik oluyor, müze sanki kabuk değiştiriyor. Ölümünün ellinci yıldönümünde müze, Pablo Picasso’nun etrafındaki kendisine ilham perisi yaptığı yol arkadaşlarıyla sürdürdüğü ilişkileri kritik bir biçimde yeniden değerlendiriyor. Genç nesilleri müzeye çekmek için 7 Mart – 27 Ağustos tarihleri arasında bir sergi düzenliyor. Müze, sanatçının bugün uyandırdığı tartışmalardan kaçınmayı düşünmediğini bu sergi ile kanıtlıyor. The Guardian gazetesi ‘Özel hayatının, eşlerine karşı acımasız davranışlarının, sevgilileri ve ilham perileri konularının #MeToo hareketinden bu yana genç kamuoyunu çok daha fazla ilgilendirdiğini’ düşünüyor.

Sergi de bu nedenle Amerikalı Mickalene Thomas’ın, Fransız Louise Bourgeois’nın ve Picasso’nun yol arkadaşı Dora Maar’ın yapıtlarını İspanyol dehasının yapıtlarıyla birlikte sergiliyor. İngiliz gazetesi ayrıca müzenin bu sergiyi Picasso’nun üzerinden ‘feminizm, kolonyalizm ve ırkçılık” konularının irdelenmesini istediğini vurguluyor.

Sanatçının arkasındaki adama ilgi arttıkça, yazılı basında Picasso ile ilgili yazılanların miktarı da doğru orantılı olarak artıyor. El País gazetesinde yayınlanan bir köşe yazısında sanat tarihçisi Victoria Combalía’nın Picasso’nun ‘Yol arkadaşlarına yaptığı fiziksel tacizden çok psikolojik travmalar nedeniyle suçlu görüldüğünü’ vurguluyor. Paris’teki Picasso Müzesi gibi diğer kurumların da kübizm ustası hakkında eleştirel bir okuma yapmaya başladıklarını söylüyor.

Picasso’nun her şeyden önce sanat tarihinde önemli bir yeri vardır. Sanatçının özellikle Dora Maar’a yönelik bilinen taciz olayları artık her yerde anlatılıyor.

Bazı konunun uzmanları “Picasso’nun bildiğimiz hayat hikayesini değiştirecek bir yeniden değerlendirmeye doğru gidilecek diye değerlendiriyorlar. Kınanması gereken davranışlar kataloglarda, makalelerde ve tarih kitaplarında yer alacak” diye tahmin ediliyor. Ancak geçmişi bugünkü kriterlere göre yargılamanın haksızlık olduğunu belirtilirken, bundan böyle “Picasso kadınları severdi. Bunun nesi yanlış?” gibi argümanlara da yer verilmemesi gerektiğini söylüyor Victoria Combalia.

İspanyol gazetesi El Diario, uzun süre suistimal edilen ilham perileri arasında, “terkedilmenin acısını en çok çeken kadın” olan Dora Maar’ın durumunu vurguluyor. Ona fiziksel ve psikolojik olarak kötü davranan Pablo’nun rolü büyük” diye yazılıyor. Kendisi fotoğrafçı olan Dora Maar, Pablo Picasso’dan ayrıldıktan sonra depresyona girdi ve bir psikiyatri hastanesine kapatıldı.

Gazeteci Brigitte Benkemoun, köşe yazısında “dominant, manipülatif, bencil, sahiplenici olduğunun herkes tarafından bilindiğini ancak Dora Maar’a acıvermesinin, belki de Maar’la olan sado-mazoşist ilişkisi dışında kendisine pek zevk vermediğini” yazıyor. Benkamoun şöyle devam ediyor; İspanyol sanatçının amacı “kadınların acı çektiğini görmek değildi, yalnızca sanatı önemliydi. Yaratıcılığını tetiklemedikleri hissettiği anda onları terk etti.”

El Diario sitesi şöyle düşünüyor, “bu tartışmayı açmak, sanatçının bilmediğimiz yönlerini anlamamızı sağlamak ve yeni bir gerçekliğe yol açmaktadır”. New York’ta Brooklyn Müzesi, “biyografisine bakılmaksızın sanat tarihinde temel bir rol oynamaya devam eden tarihi bir figürü mevcut prizmadan yeniden gözden geçirmeye” çalışacak feminist bir sergi hazırlıyor.

Picasso’nun ilham perilerinden yaptığı birçok portre onun kadın algısını da yansıtmaktadır. “Gelişmesini engellediği sanatçılar, hayatlarını tükettiği kadınlar eserleri üzerinde izler bırakmıştır”, diye yargılıyor El Diario. Ancak kesin olan bir şey var: Picasso, modern sanatın bir anıtı olmaya devam ediyor ve onu dışlamak tabii ki söz konusu değildir.

“20. yüzyılın şafağında Paris’e gelen genç Picasso, mümkün olduğu kadar çok satmak amacıyla çok sayıda birbirinden güzel tuval yaptı. İleri görüşlü ve yetenekli bir galeri sahibi olan Daniel-Henry Kahnweiler, Picasso’yu destekliyordu. Kübizmin icadından sonra Picassonun kotası yükseldi ve galerist, eserlerini Picassodan çok yüksek fiyatlara satın alarak geniş bir uluslararası koleksiyoner ağı oluşturdu ve fiyatları üç katına çıkardı. Galerici, bu öngörüsü sayesinde eserlerinden ayrılmak istemeyen Picasso’nun en çok beğenilen sanatçılardan biri olmasını sağladı. El Pais’in söylediğine göre, “Picasso asla ortadan kaybolmaz ve kadınlara yaptığı kötü muamelesiyle ilgili eleştirileri de pazarını etkilemesine izin vermezdi”. Ölümünden neredeyse elli yıl sonra, bazı eserleri müzayedede rekorlar kırıyor: 2015 yılında, 1955’te yaptığı bir tablosu olan ‘Cezayirli Kadınlar’ı yaklaşık 180 milyon dolara satıldı. Bu da onu o gün için dünyanın en pahalı tablosu yaptı.

Picasso’nun hayatında çok kadın vardı. Bu kadınlar, Picasso’nun farklı dönemlerindeki eserlerine modellik yaptılar ve onun sanatsal gelişimini etkilediler. Picasso’nun kadınlarla olan ilişkileri genellikle tutkulu, şiddetli ve kıskançlık doluydu. Sanatçı çoğu zaman sadakatsizdi ve birçok evlilik dışı ilişki yaşadı. Bu da kadınlarının psikolojik ve fiziksel olarak acı çekmesine neden oldu. Bazıları intihara teşebbüs etti, bazıları akıl hastanesine yattı, bazıları da alkol bağımlısı oldu. Picasso ise onlardan ayrıldığında veya öldüklerinde yeni bir kadına geçti. Gerçek bir çapkındı. İşte Picasso’nun eşleri ve sevgilileri:

Fernande Olivier (Picasso’nun ilk aşkı, 23 yaşındaydı)
Marcelle Humbert (Kadın 27, Picasso 31 yaşındaydı)
Gaby Lespinasse (34 yaşındaydı)
Olga Khokhlova (Picasso’nun ilk karısı. Tanıştıklarında Picasso 36 yaşındaydı)
Marie-Thérèse Walter (Marie 17 yaşındaydı, Picasso ise 46)
Dora Maar (Kadın 29, Picasso 55 yaşındaydı)
Françoise Gilot (Picasso’yla tanıştığı zaman 21 yaşındaydı)
Geneviève Laporte (Picasso’nun son sevgililerinden biri. Fransız model, 20’li yaşların ortalarındaydı. Picasso ise 70’lerinde!)
Jacqueline Roque (Picasso’nun ikinci eşi oldu. 27 yaşındaydı. Picasso ise 79’du.)

En büyük aşkı Marie-Therese Walter ondan çocuk yaptı ve onunla evlenemeden Picasso ile yaşadıkları evde intihar etti. Picasso hayatının en büyük aşkını yaşarken Olga ile evliydi. Olgadan hiç boşanmadı.

Picasso’yu tanımak için Türkçe kaynaklarda bolca, aşağıya bazılarını alıyorum. 

Sergi; CÉLÉBRATION PICASSO, LA COLLECTION PREND DES COULEURS !

7 Mart 27 Ağustos

5, Rue de Thorigny, 75003 Paris

Kaynak; 

Courrier international No 1691 sayfa 43

https://dergio.com/20220725/pablo-picassonun-hayatini-mahvettigi-7-kadin

https://www.sanatlaart.com/pablo-picasso-ve-kadinlar/

https://www.greelane.com/tr/be%C5%9Feri-bilimler/g%C3%B6rsel-sanatlar/picassos-women-183426/

http://www.leblebitozu.com/pablo-picasso-kadinlari-ve-onlarin-ilham-verdigi-tablolar/

https://www.milliyet.com.tr/molatik/galeri/pablo-picasso-hakkinda-muhtemelen-bilmediginiz-10-sey-79784/1

 

 

https://x-hall.gen.tr/TR,2592/mehmet-omur.html

 

https://x-hall.gen.tr/TR,2398/mehmet-omur.html

 

 

 

 

 

 

 

4 Elle 160 resim; Basquiat Warhol İşbirliği

 

Mehmet Ömür

 

2018 yılında Louis Vuitton Vakfı, “Jean-Michel Basquiat” solo sergisine yaklaşık 700.000 ziyaretçi çekerek büyük bir başarı elde etmişti. 2023’te ise 5 Nisan – 28 Ağustos tarihleri arasında Vakıf, Jean-Michel Basquiat’ın eserlerini daha da gözler önüne seriyor ve bu sefer Andy Warhol ile olan işbirliğine odaklanıyor. Bu işbirliği Basquiat’ın deyimiyle bir milyon resimden ancak 160 büyük tabloya dönüşüyor. Yine de iki yıla sığan muazzam bir üretimden bahsediyoruz. 2023 yılının Ağustos ayına kadar gezielebilecek olan bu sergiyi Paris’e yolunuz düşerse mutlaka gezmenizi şiddetle öneririz.

1984 ile 1985 yılları arasında Jean-Michel Basquiat (1960-1988) ve Andy Warhol (1928-1987), “dört elle” yaklaşık 160 tuval ortaya çıkardılar ve bunların bazıları kendi kariyerlerinin en büyük tablolarıydı. İkili arasındaki dostluğa, ortak çalışma şekline ve üretimlerine şahit olan Keith Haring (1958-1990), bunları “söz yerine resimle yapılan bir sohbet” ve iki zihnin “üçüncü, ayrı ve eşsiz” bir zihin yarattığı şeklinde tanımlamıştır.

Fondation Louis Vuitton, bu özel proje için “Basquiat x Warhol, à quatre mains” yani “Basquiat X Warhol Dört El” adlı çok büyük ve önemli bir sergi düzenledi. Dieter Buchhart, Anna Karina Hofbauer ve Louis Vuitton Vakfı küratörü Olivier Michelon’un birlikte hazırladıkları sergi, ortak imzalı seksen tablonun da aralarında bulunduğu üç yüzden fazla eser ve belgeyi bir araya getiriyor. Sergiyi gezerken ilkbahar neşesini hissediyoruz.

New York Şehir Merkezi’nin sanat ortamını bize yaşatmak için sergide her bir sanatçının bireysel çalışmalarının yanında diğer sanatçıların da (Michael Halsband, Keith Haring, Jenny Holzer, Kenny Scharf…) eserleri yer alıyor. 1980’li yıllara ait işleri görüyoruz, Jean-Michel Basquiat ve Andy Warhol’un 1985’te Tony Shafrazi Galerisi’nde açtıkları serginin afişini görüyoruz. Michael Halsband’ın çektiği meşhur boks eldivenli fotoğraf dizisi çok ilgi çekici bir çalışma.

Sergi, Warhol’dan Basquiat’a, Basquiat’tan Warhol’a birbirlerini resmettikleri çapraz portrelerle açılıyor. Ardından diğer işbirliği ürünleri geliyor. Galeri sahibi Bruno Bischofberger’ın önerisiyle başlayan bu çalışmalar, İtalyan ressam Francesco Clemente’nin (1952 doğumlu) katılımıyla devam ediyor. Üç bölümden oluşan on beş çalışmadan sonra Basquiat ve Warhol, neredeyse günlük bir ritimde, coşku ve ortaklıkla işbirliklerine devam ediyorlar. Sürekli değişimlerinin enerjisi ve gücü sergide göz kamaştırıyor. Sergi On Boks Torbası (Son Akşam Yemeği) veya 10 metrelik kanvas Afrika Maskesi gibi büyük boyutlu eserlerle sona eriyor.

Basquiat, Warhol’u yaşlı, sanat dünyasında önemli bir figür, yeni bir dilin öncüsü ve popüler kültürün yaratıcısı olarak görüyor ve ona hayranlık duyuyor. Warhol ise Basquiat ile çalışırken resme yeniden ilgi duymaya başlıyor. Onunla birlikte çok büyük ölçekte el ile resim yapmaya geri dönüyor. Warhol’un konuları (basın başlıkları, General Electric logoları, Paramount, Olimpiyat Oyunları) arka plan işlevi görüyor.

“Çoğu resme Andy başlıyor. Çok tanınabilir bir şey koyuyor, mesela bir marka logosu yapıyor sonra Basquiat onu bir şekilde bozuyor. Sonra Warhol onu düzeltmeye çalışıyor, “Önce çizerim, sonra Jean-Michel gibi resim yaparım. Böylece resimlerimizde kimin ne yaptığı belli olmuyor ve bu çok hoşuma gidiyor” diyor Warhol.

Sergi, bu gelgitleri, tarzlar ve biçimler arasındaki diyaloğu ortaya koyuyor ve aynı zamanda Afro-Amerikan topluluğunun, Warhol’un en büyük ikon üreticilerinden biri olduğu bir ülke olan Amerika’nın anlatısına nasıl dahil edildiği gibi önemli konulara da değiniyor. Basquiat 27 yaşında çok gençken hayatını kaybediyor. Warhol ise ondan kısa bir süre sonra 59 yaşında ölüyor. 1983-85 yılları arasında sürekli birlikte çalışıyorlar ve Factory adını verdikleri büyük atölyede uzun zaman geçiriyorlar. Çok sayıda ünlü sanatçının uğrak yeri olan bu atmosfer bu sanatçıları ayrı ayrı besliyor.

Biz de bu sergiyi gezerek kendi kendimizi besledik.

 

Aykırı sanat; Art Brut

 

Mehmet Ömür

 

 

Aykırı sanat olarak da bilinen Art Brut, 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan bir sanatsal harekettir. Bu hareket, sanatsal geleneklere bağlı kalmadan ve ham malzemeler kullanarak gerçekleştirilen işlerle karakterizedir.

Art Brut sanatı, hastanede yatan psikiyatri hastaları, mahkumlar, marjinalleştirilmiş insanlar, akıl hastalığı olan insanlar ve kendi kendini yetiştirmiş insanlar gibi toplumun marjinallerindeki insanlar tarafından üretilen sanat eserlerini toplamaya başlayan Fransız sanat koleksiyoncusu Jean Dubuffet tarafından popüler hale getirildi. Art Brut, belirli bir kendiliğindenlik ve tam yaratıcı özgürlük ile karakterize edilir ve sanatsal eğitimin veya baskın kültürün etkisi olmaksızın gerçekleştirilir.

Bugün Art Brut, yaşayan bir sanatsal hareket olmasa da, birçok çağdaş sanatçı için hala ilham kaynağı olmaktadır. Bu hareketin eserleri, dünya genelindeki galeri ve müzelerde sergilenmektedir. Ham malzemelerin kullanımı ve sanatsal geleneklerden bağımsızlığı sayesinde Art Brut eserleri, insan yaratıcılığının benzersiz ve otantik ifadeleri olarak kabul edilir.

Art Brut, sanatın evrensel doğasını vurgulayan bir harekettir. Bu hareket, sanatın herhangi bir kültürel veya sosyal sınıf tarafından icra edilebileceğini ve her insanın potansiyel olarak sanatsal bir ifadeye sahip olduğunu gösterir. Bu nedenle, Art Brut, sanatın sadece profesyonel sanatçılar tarafından icra edilebileceği bir etkinlik olarak algılanan birçok insanı da etkilemiştir.

Sonuç olarak, Art Brut hareketi, sanatsal geleneklere bağlı kalmadan ve ham malzemeler kullanarak gerçekleştirilen işlerle karakterize edilen bir sanatsal harekettir. Bu hareket, insan yaratıcılığının benzersiz ve otantik ifadelerinin önemini vurgular ve dünya genelinde birçok çağdaş sanatçı için ilham kaynağı olmaya devam eder.

Montpellier’de Art Brut müzesi 250 sanatçıyı bir araya getiriyor. Müzenin 800 m2’lik alanı boyunca psikiyatri hastalarının, ötekileştirilmişlerin, mahkumların ya da hayatın zorluklarında çok hırpalanmış insanların eserlerine rastlıyoruz. Eserlerinde toplama kamplarının cehennemini çağrıştıran Alman Rosemarie Koczy veya  İkinci Dünya Savaşı’nı durduracak güce sahip olduğuna inanan Fransız medyum Fleury-Joseph Crépin hatta gözaltında tutulmuş İsviçreli Aloïse Corbet gibi bir imparatora delicesine aşık olan başka bir sanatçı. Genellikle trajik olan, ancak ziyaretçilerini çok değişik renkte ve  çok sayıda eseri keşfetmeye davet eden ve her seferinde şaşırtıcı olan bir müze bu Montpellier’deki Art Brut müzesi.

 

Palais Galliera’da 7 Mart – 16 Temmuz 2023 tarihleri arasında düzenlenen  1997 Fashion Big Bang sergisine ilgi büyük. Bunu anlamak kolay çünkü Moda denilince akla Paris,  Londra, Milano, New York geliyor. Bu sergi, çağdaş moda tarihinin dönüm noktası olan 1997 yılını anlatıyor. Bu yıl hem 1990’ların modasının zirvesi hem de yeni milenyuma geçişin eşiği oldu. 1997’de bugün bildiğimiz moda sahnesini şekillendiren koleksiyonlar, defileler, atamalar, açılışlar ve etkinliklerin hızlı bir şekilde ardı ardına geldiğini görüyoruz. Bu etki o kadar büyük ki 1997 yılı 21. yüzyıl modasının başlangıcı olarak kabul edilebilir.

Yıl, sembolik koleksiyonlarla öne çıkıyor: Comme des Garçons’un “Body Meets Dress, Dress Meets Body” koleksiyonuyla deforme edilmiş bedenler, Martin Margiela’nın “Stockman” koleksiyonuyla kavramsallaştırılmış giysiler, ya da Raf Simons’un “Black Palms” koleksiyonuyla yeniden tanımlanan erkek güzelliği standartları… Vogue Paris dergisi, 1997 ilkbahar-yaz haute couture sezonunu Paris’in ekonomik kriz ve yoğun küresel rekabet döneminde uluslararası moda başkenti olarak yerini yeniden kazanması için ihtiyaç duyduğu “Big Bang” olarak tanımlıyor. 1997 yılı gerçekten de modada iyi bir  yıldır; 1980’lerin yıldız tasarımcıları Jean Paul Gaultier ve Thierry Mugler gibi isimler haute couture’e girerken, yeni bir İngiliz tasarımcı kuşağı Alexander McQueen’in Givenchy’de ve John Galliano’nun Christian Dior’da olduğu gibi tarihi ve büyük  Fransız moda evlerinin başına geçiyorlar.

Küreselleşme fenomeni hızlanıyor, 2000’li ve 2010’lu yılları önceden gördüğü anlaşılıyor. Devrimci bir yıl diyebiliriz. Daha sonraki 20 yıla damgasını vuruyor. Genç ve o zamanlar pek tanınmayan sanat yönetmenleri ortaya çıkıyor, büyük moda evlerinin başında ya da kendi başlarına: Hedi Slimane, Stella McCartney, Nicolas Ghesquière, Olivier Theyskens… Bugünkü modayı şekillendiren isimler.

Bir dizi olay yeni bir çağın başlangıcını işaretliyor; örneğin 20 yıl boyunca modanın merkezi olan konsept mağaza Colette’in açılışı ya da Gianni Versace’nin trajik ölümüyle bir kopuş.

Kronolojik olalarak düzenlemiş olan bu sergide Palais Galliera koleksiyonlarından seçilen 50’den fazla siluet ile müzelerden, uluslararası koleksiyonerlerden ve moda evlerinden alınan ödünç parçalar var. Sergi ayrıca çok sayıda video ve eşsiz arşiv belgeleriyle zenginleştiriliyor.

“1997. Fashion Big Bang” sergisi, modanın tarihindeki bu “bomba gibi” yılın ritmini belirleyen en önemli olayları yaşamaya  davet ediyor.

r.

Fırtınadan Önce

Mehmet Ömür

Bourse de Commerce’deki “Fırtınadan Önce” sergisinin küratörü Emma Lavigne, Pinault koleksiyonunun bir bölümünü, yirmi sanatçının iklim değişikliğini konu eden eserlerini  inceleyerek bir sergi oluşturmuş. Dünyayı bekleyen çevre faktörlerine bağlı hava kirliliği ve küresel ısınma sonrası büyük yıkıntıdan önce bizleri karanlıktan aydınlığa çıkmaya çağırmak için  8 Şubat – 11 Eylül 2023 tarihleri arasında 2 rue de Viarmes 75001 Paris adresinde gezilebilecek.

Sergi, Borsa’nın yaklaşık 20 metre yüksekliğindeki kubbesini saran devasa bir resmin altında gerçekleşiyor. Bu panorama, 1889 Dünya Fuarı’nda Fransız Üçüncü Cumhuriyet’inin idealize edilmiş ticaret vizyonunu yansıtmayı amaçlıyor, ancak bu dekor artık aynı beklentileri paylaşmıyor. Sanatçıların mesajları, tavanın iddialı görsellerinden uzaklaşarak doğanın tamiri ile hayal gücünün el ele gitmesini sağlamak yönünde.

Pinault koleksiyonundaki eserler, çoğunlukla küreselleşmenin getirdiği zorluklar ve doğanın tahribatı gibi konuları ele alıyor. Ana mekanda, meşe gövdeleri ve Nasturtium çiçekleri gibi doğal unsurlar kullanılmıştır. Sergideki yaklaşık 20 kadar eser temaya uygun olarak seçilmiş ve hayli etkileyici işler. Özellikle, Tacita Dean’in “Dış Politika” ve Diana Thater’ın “White is the Color” adlı eserleri, küresel ısınmanın yol açtığı yangınların yıkıcı etkilerini göstermektedir.

Bu sergide, farklı disiplinlerden ve dünyanın dört bir yanından gelen Pinault koleksiyonuna yeni katılan bazı sanatçılar ve eserleri ile bazı sanatçıların daha önce sergilenen eserlerini yeniden yorumladıkları eserleri yer almıştır.

Serginin küratörü, sergiyi “bir kasırganın gözü” olarak tanımlıyor. Sergi, müzenin farklı alanlarında ziyaretçileri şaşırtan ve etkileyen enstalasyonlarla dolu. Bazı eserler, mekanın mimarisine uyum sağlarken, bazıları ise mekanla çatışarak yeni bir gerçeklik yaratıyor. Ziyaretçileri doğanın güzelliğini ve kırılganlığını fark etmeye ve insanın doğaya karşı sorumluluğunu hatırlamaya davet ediyor. Serginin başlığı, hem mevsimsel hem de metaforik bir anlam taşıyor. Sergi bize Fırtınadan Önce’nin “bir uyarı, bir çağrı, bir umut” olduğunu söylüyor.

Sergide yer alan sanatçılardan bazıları şunlar:

Hicham Berrada: Fiziksel ve kimyasal süreçleri kullanarak doğal fenomenleri taklit eden video enstalasyonlarıyla tanınan Faslı sanatçı. Sergideki eseri Présage (2018), müzenin girişinde yer alıyor ve ziyaretçileri büyüleyici bir manzara ile karşılıyor.

Danh Vo: Kültürel kimlik, tarih ve miras gibi kavramlarla ilgilenen Vietnamlı asıllı Danimarkalı sanatçı. Sergideki eseri Untitled (2015), müzenin merkezindeki Rotonde’da yer alıyor ve devasa bir altın yapraklı heykel olarak dikkat çekiyor.

Tacita Dean: Zaman, bellek ve anlatı gibi temalarla uğraşan İngiliz sanatçı. Sergideki eseri Antigone (2018), müzenin ikinci katındaki Galeri 2’de sergileniyor ve ziyaretçilere iki perdede gösterilen 35 mm film olarak sunuluyor.

Dineo Seshee Bopape: Güney Afrikalı sanatçı; toprak, su ve bitkiler gibi doğal malzemelerle çalışarak duyusal ve sembolik enstalasyonlar yaratıyor. Sergideki eseri Sedibeng (2016), müzenin üçüncü katındaki Galeri 3’te yer alıyor ve ziyaretçileri suyun akışına katılmaya davet ediyor.

Sergide beni en çok etkileyen eser İnsan Maskesi adlı video oldu. Mükemmel surround ses ile zifiri karanlık bir odada tam ekran olarak görmek başka bir şeydi. İnternette geniş çapta yayılan bu video Tsunami sonrası gerçek bir olaydan esinlenmiştir. https://www.are.na/block/11981625

Nô tiyatrosundan gönderme yapan ve Pierre Huyghe tarafından yeniden tasarlanmış bir eserdir.  Beyaz maske takan genç kız kılığına girmiş bir maymun baş roldedir, olay ışık-gölge tarzı ve yan ışıkla ışıklandırılmış bir restoranda geçer. İnsan Maskesi adlı eser 19 dakikalık video enstalasyondur ve Japonya’da bir restoranda hizmet vermek üzere eğitilmiş maymunu göstermektedir, Burada sanatçı tarafından kendi tarzında işlenen filmde derin bir insanlık hissediliyor ve hayvan ile insan arasındaki uçurumu azaltıyor.

Pierre Huyghe, 1990’ların başından beri gerçeklik ve kurgu üretimi arasındaki sınırları araştıran bir sanatçı. Huyghe, performanslar, filmler, nesneler, fotoğraflar ve çizimler gibi farklı formlar üzerinde çalışıyor.

Bilim, bilimkurgu, edebiyat, felsefe, arkeoloji, sinema, müzik, mimarlık, işle boş zaman arasındaki ilişkiyi, çağdaş topluma özgü pek çok kültürel, popüler veya akademik temayı ele alıyor. Genellikle diğer sanatçılarla, müzisyenler, mimarlar veya bilim adamlarıyla işbirlikleri yapmaya özen göstermektedir.

Emanuele Coccia’nın “Dünyadaki en kötü şey pis hava. Bu sergide toplanan eserler de buna tanıklık etmek istiyor. Sonuçta; fırtınadan önce mi, sonra mı olduğumuzu gerçekten bilmiyoruz, çünkü tüm dünya bir fırtınaya dönüştü. Ve fırtına hayatın şarkısından başka bir şey değildir.” sözleri serginin adeta bir özeti gibi durmaktadır. Ve Pinault Koleksiyonu’dan oluşturulmuş bu “Fırtınadan Önce” sergisi, çağdaş sanatın sınırlarını zorlayan, ziyaretçileri düşündüren ve yeni sezonda kaçırılmaması gereken bir sergidir bence.

 

 

 

 

Nan Goldin, ‟All the beauty and the Bloodshed”

Mehmet Ömür

Nan Goldin, Amerikalı bir fotoğrafçı. Goldin’in fotoğrafları, kendisinin ve en yakınlarının, özellikle de LGBTQ topluluğu ve eroin bağımlılığı alt kültürünün  portreleridir. Goldin’in fotoğrafları, görsel otobiyografi görevini üstlenir. Goldin’in en ünlü eseri The Ballad of Sexual Dependency (1980-1986), 1980’lerde New York’taki hayatını anlatan 700 fotoğraftan oluşan 40 dakikalık bir slayt gösterisidir. Bu slide gösterisi bir kitap halinde fotoğrafseverlere de sunulmuştur. Goldin, aynı zamanda bir aktivisttir ve Sackler ailesinin opioid krizindeki rolüne karşı mücadele etmiştir. Goldin, OxyContin bağımlılığı yaşamış ve P.A.I.N. (Prescription Addiction Intervention Now) adlı bir örgüt kurmuştur. Bu örgüt, Sackler ailesinin sanat kurumlarına yaptığı bağışları protesto etmektedir. 

All the Beauty and the Bloodshed, Laura Poitras’ın Nan Goldin’in sanatını ve aktivizmini anlatan bir belgesel filmi. Film, Goldin’in OxyContin bağımlılığı ve Sackler ailesine karşı yürüttüğü protestoları gösteriyor. Film, eleştirmenlerden olumlu yorumlar aldı. Örneğin, Rotten Tomatoes film için şöyle yazmış: “All the Beauty and the Bloodshed amacına ulaşan bir film. Goldin’in yıllar boyunca yaptığı işlerin çarpıcı bir şekilde yansıtıyor.” The Guardian’da ise film için şöyle söylemiş: Nan Goldin’in Sackler pharma ailesine karşı hesaplaşması. Film, Oscar’a aday gösterildi ve Paris’te Mart 2023’te vizyona girdi.

Film, Nan Goldin’in sanatını ve aktivizmini yedi bölüme ayırarak anlatıyor. Her bölüm, Goldin’in hayatının bir dönemine ait fotoğraflar veya arşiv görüntüleriyle var ardından P.A.I.N. (Prescription Addiction Intervention Now) adlı örgütle yaptığı protestolar ve hesaplaşmalar var. Film, Goldin’in OxyContin bağımlılığının etkilerini ve Sackler ailesine karşı verdiilen sıradışı hukuk  mücadelesini gözler önüne seriyor. Filmde, Goldin’in Met, Louvre ve Guggenheim gibi müzelerde yaptığı eylemler de yer alıyor. Filmi seyrettiğiniz sinemadan yumruk yemiş gibi çıkıyor olabilirsiniz.

All the Beauty and the Bloodshed – Movie Reviews – Rotten Tomatoes. https://www.rottentomatoes.com/m/all_the_beauty_and_the_bloodshed/reviews.

All the Beauty and the Bloodshed review – The Guardian. https://www.theguardian.com/film/2023/jan/28/all-the-beauty-and-the-bloodshed-review-nan-goldin-sackler-pharma-family-laura-poitras-documentary-oscar-nominated.

‘All the Beauty and the Bloodshed’ Review: Nan Goldin’s Art and …. https://www.nytimes.com/2022/11/22/movies/all-the-beauty-and-the-bloodshed-review-nan-goldin.html.

 All the Beauty and the Bloodshed – Wikipedia. https://en.wikipedia.org/wiki/All_the_Beauty_and_the_Bloodshed.

All the Beauty and the Bloodshed Is a Must-See Oscar Movie. https://time.com/6261100/all-the-beauty-and-the-bloodshed-review/.

All the Beauty and the Bloodshed Reviews – Metacritic. https://www.metacritic.com/movie/all-the-beauty-and-the-bloodshed.

ALL THE BEAUTY AND THE BLOODSHED : STREAM IT OR SKIP IT?. https://decider.com/2023/03/20/all-the-beauty-and-the-bloodshed-hbo-max-review/.Nan Goldin ve

Paris’te bir Amerikalı

“Aslında fotoğraflarımda hümanizma olduğunu söylemek, şimdiye kadar aldığım en büyük iltifat. » Elliott Erwitt

Mehmet Ömür

Belki bu şehirde doğduğundan o Paris’i, Paris’te Elliott Erwitt i çok sever. Sık sık onun retrospektif sergilerini açar. Hümanist bir Magnum  fotoğrafçısı, Amerikalı Doisneau olarak da anılan Elliott Erwitt 2010 da MEP Avrupa Fotoğraf Evinde sonra da 2012 de L’elephant Paname’da Personal Best/Personal Choise adlı kitabının lansmanı için sergiler açmıştı. Bu kez ise bugüne kadar yapılmış en büyük sergisini Musee Maillol da açtı. Sergi 23 Mart 20923 den 15 Ağustos 2023 e kadar devam edecek. Ancak New York ta yaşayan Erwitt yaşı nedeniyle bu uzun yolculuğu göze alamadı.

İzis, Doisneau, Ronis, Riboud, HCB (Henri Cartier Bresson), hümanist akımın öncüsü isimler… Sokaklarda dolaşırken, ellerinde genellikle bir Leica, dünyaya insancıl bir bakışla bakıp, hassas kağıt üzerine kayıt geçen ustalar. Çoğu İkinci Dünya Savaşı sonrası Paris sokaklarını, banliyölerini fotoğraflayan Fransızlar … ‘Instant decisif’ yani ‘karar anı’ denilen kavramı ortaya atanlar…
Bu Fransızların bazılarından yazılarımızda söz ettik. Bu kez Paris’te sergisini yakaladığımız, bu akımın Amerikalı bir temsilcisi Elliott Erwitt.

Elliott Erwitt dünyaya siyah beyaz ve gri tonlarından bakan, ama bakmakla kalmayıp ikon fotoğraflarını da fotoğraf tarihine bırakan önemli bir fotoğrafçı.
Paris’te Rus anne babadan doğup çok küçük yaşta Amerika’ya göçen Erwitt önce karanlık odada çalışır. Daha sonra Los Angeles ve New York’ta fotoğraf ve sinema eğitimi alır. 1948’den itibaren dönemin en önemli fotoğrafçılarıyla yan yana durur. Fotoğraf akımı yaratan Edward Steichen, Robert Capa ve Roy Striker, Erwitt’in ilk fotoğraflarına hayran kalır ve onu kanatları altına alırlar. Fotoğraf tarihinde önemli yer tutan ve ünlü fotoğrafçıların içinde bulunduğu ‘Farm Security Administration’ organizasyonunda çalışır. 1949’da Fransa ve İtalya’yı turlar. Ardından 1951’de askerlik görevi için yeniden Almanya ve Fransa’ya gider. Askerde fotoğrafçı olarak görev yapar. En güvendiği makinesi orta format Rolleiflex’dir. Kariyeri uzun ve çok verimli olur. Capa ile Magnum ajansına girer. Yıl 1953’tür. 1968’e kadar üç dönem Magnumun yöneticiliğini üstlenir. Bu yıllar Magnum’un Magnum olduğu yıllarıdır. Yaşamı boyunca belgesel, foto röportaj ve reklam alanlarında dolaşır durur ve 20 kitaba imza atar. 84 yaşına geldiğinde hala aktiftir, fotoğrafa hizmet etmektedir. Fotoğrafları dünyayı dolaşır durur. Che Guevera’yı, J.F Kennedy’yi, Jackie Kennedy’yi, Cassius Clay’in ünlü boks maçlarını çeker. İkon fotoğrafları arasında Marilyn Monroe’ninkileri de unutmamak gerekir. Köpek fotoğrafları ise onun imzası sayılabilir.

HÜZÜN VE MUTLULUK

Ewitt’e göre hüzün ve mutluluk birbirine benzer. Belki de bu nedenle Erwitt’in fotoğrafları bu kadar şaşırtıyor insanı. Bu kadar naif bir fotoğrafla bu kadar düşündürücü ve derin anlamlar taşıyan bir fotoğrafı yan yana görmek heyecan yaratıyor. Birçok fotoğraf insanın yüzünde gülümseme bırakıyor. Erwitt yaşamla dalga mı geçiyor?
Çoğu fotoğrafı şiirsel, insanı derin rüyalara daldırıyor ve hiç tartışmasız bu fotoğraf dehası ve görsel yaratıcı insana şapka çıkartıyoruz.
Elliott Erwitt’in teNeues yayınlarından çıkan ‘Personal Best’ adlı eserinde fotoğraflarından çok çeşitli ve güzel örnekler var.

DERİN İÇERİK

İnsan ustanın fotoğraflarına bakmaya doyamıyor. Erwitt’in her yıl sergisi açılsa insan sıkılmadan gidip tekrar tekrar hayranlıkla seyredebilir, diye düşünmeden edemiyorum.
“İyi fotoğraf nedir? Güzel fotoğraf nedir?” soruları da aklım sokan kişidir Erwitt. O konuya bir kaç eğildik geçmişte. Şimdi burada Erwitt’in sanatına baktığımızda zarif, ironik, melankolik zaman zaman da komik yaklaşımlarını fark ediyoruz. Mizah ve duyguyu harmanlayarak, sadece kendisine ait bir bakışla günlük hayatın anlarını ölümsüzleştiren bir tarzı var. Daha da öteye gidiyoruz. Değişik sanat alanlarında olduğu gibi, Picasso’nun resimlerine, Giacometti’nin heykellerine nasıl bakıyorsak Erwitt’in fotoğraflarına da öyle bakıyoruz. Her fotoğrafında yakalanmış derin bir içerik var, derin bir “Şey” var. Özellikle renkli çekimlerinde, Charles de Gaulle, Ernesto “Che” Guevara, Alfred Hitchcock, Nikita Kruşçev ve daha bir çok önemli şahsiyet değişik atmosferlerde bize görünüyor..
1970’li yıllarda sinema dünyasına geçen Erwitt birçok belgesel filme de imza atmıştır. Sergide karşıt cinsiyetler, çocuklar, köpekler, şehirler  ve plaj adlı bölümler var. Tüm sergide 3 katta 215 siyah beyaz ve renkli fotoğraf sergileniyor.  Sergi, işlenen konuların çeşitliliğini ve işin derin bütünlüğünü yansıtıyor.

Musée Maillol, 59-61 rue de Grenelle  75007, Paris