Bourdelle Muzesi Paris’deki en önemli heykel müzelerinden bir tanesidir. Diğerleri tahmin edeceğiniz gibi Rodin’in müzesi, Orsay ve Maillol müzesidir. Sonuncusu adı daha az bilinen Saint Germain’de küçük ama çok sevimli bir müzedir. Adını da Aristide Maillol adlı heykeltraşdan alır. Maillol’ün eserlerinin yanında zaman zaman Giacometti, Douanier veya Fujita gibi önemli sanatçıların sergilerini de görebilirsiniz. Ama benim bu yazıda sizler anlatacağım danimarkalı önemli bir heykeltraş Niels Hansen Jacobsen. Bu santçının yeni açılacan sergisi Bourdelle müzesinde. Yazımızda tabii ayrıca  Danimarkalı heykeltraş Niels Hansen Jacobsen’in kuzey mitlerinin etkisiyle yaptığı masalsı heykellerinden de bahsedeceğiz.

Montparnasse’taki Bourdelle müzesi, XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın başında Bourdelle adlı heykeltraşın yaşadığı, çalıştığı ve heykel dersleri verdiği geniş bir mekan. Théâtre des Champs-Elysées’deki heykelleri yapan heykeltıraş Bourdelle, 1885’ten 1929’da ölümüne kadar burada yaşadı, yarattı ve öğretti. Antoine Bourdelle’in çalışmaları, eskizleri, modeller, çalışmanın gelişimine katkıda bulunan her şeyi burada görebilirsiniz. Heykel seven birisi Paris’e gelip sadece Rodin’in müzesini görüp dönmemeli diye düşünüyorum. 1961 yılında inşa edilen Büyük Salon ve bahçelde devasa heykelleri sergilerken, Christian de Portzamparc tarafından 1992’de inşa edilen uzantı geçici sergilere ev sahipliği yapıyor. Atölyelerde Bourdelle’in işlerini görüyoruz. Çeşitli heykeller, çizim, fotoğraflardan oluşan bir arşiv burada sizi bekliyor. Müze size başka bir sürpriz daha hazırlamış. Bourdelle’nin bitişiğindeki ressam Eugène Carrière’in atölyesi var. Onun eserlerini de görebiliyorsunuz.

Gelelim geçici Jacobsen sergisine. Fransa’daki Niels Hansen Jacobsen’e (1861-1941) adanmış bu ilk sergi. Bu sergi sizi Antoine Bourdelle’in (1861-1929) çağdaşı olan Danimarkalı heykeltıraş ve seramikçinin rüyaya benzeyen dünyasına girmeye davet ediyor. Sergi bizi Jacobsen’in Paris’te yaşadığı yıllara ,1892 den 1902 ye kadar olan dönemine götürüyor.  Jacobsen Paris’te bir kaç sanatçı arkadaşıyla birlikte Viyana Secession döneminden çok daha önce sembolist bir akıma katkıda bulunuyor. Avrupa’nın dört bir yanından yazarlar, müzisyenler ve sanatçılar Hansen Jacobsen’in, Arago Bulvarı 65 numaradaki stüdyosunu akımın merkezi ilan ediyorlar. Bu sanat mabedinde Hansen Jacobsen’in dışında seramikçi Paul Jeanneney, heykeltıraş ve seramikçi Jean Carriès, illüstratör ve afiş sanatçısı Eugène Grasset’e var.

Hansen Jacobsen’in çalışmalarını, Sigmund Freud’un dediği gibi garip, belirsiz, hatta “rahatsız edici tuhaflık” olarak adlandırmak olası. Heykellerde, kuzey ülkeleri folklorunun özgün mitlerini  ve Andersen’ın fantastik hikayelerini buluyoruz. Akademik katılıklardan uzak bu eserler, o zamanının en cesur plastik araştırmalarından örnekler olarak algılanabilir. 1900 Evrensel Sergisine de katılan Hansen Jacobsen, Art Nouveau’nun ortaya çıkmasını ve sembolizmin yayılmasına katkıda bulunan sanatçılardan biri olarak kabul ediliyor. Hansen Jacobsen ve Bourdelle , Gustave Moreau ve Paul Gauguin’den sonra sembolizme katkıda bulunmakta. Ayrıca Art Nouveau’nun süslemelerinin de bir parçası olarak görülebilir.

Sergide bronz ve seramik işleriyle Jean Carriès dışında  Paul Gauguin, Jeanneney, Eugène Grasset, Carlos Schwabe, Odilon Redon, Frantisek Kupka, Georges de Feure, Jens Lund, Gustave Moreau’nun tabloları, Boleslas Biegas’ın heykelleri, çizimler, heykeller ve fotoğrafları ile Bourdelle’in işlerini de görmek de bize çok hoş geldi. Paris’e gelen bir heykel severin yolunu mutlaka , Montparnasse’a düşürmesinde yarar var. Böylece sanat sever hem Bourdelle müzesini hem de Jacobsen’in masalımsı heykellerini tanımış olacaktır. Sergi 29 Ocaktan 31 Mayıs’a kadar devam ediyor.

Jacobsen’in portresi; Hanriette Hahn-Brinckmann 1990 lü yıllar.

Hristiyan kanına susamış yaratık; Niels hansen Jacobsen 1896

Anne ve Ölüm; Niels hansen Jacobsen1892 

Jacobsen’in sır paleti

Medüz başı  

  Küçük deniz kızı1901 

Patrick Suskind’in yazdığı, orijinal adı “Das Parfum” olan kitabın filmi sinemalarda gösterime gireli çok oldu. Filmin adı Türkçeye “Koku” olarak çevrilmişti. Koku kelimesinin anlamı parfüm kelimesinin anlamını tam olarak karşılamıyor. Parfüm güzel koku, esans ve güzel kokuların karıştırıldığı bir ürün olarak Türkçeye tercüme edilebilir. Koku yabancı dillerde smell, odor, odeur, geruch veya duft gibi kelimelerle ifade edilir. Ama ben filmin adını yanlış tercüme yerine tamamen değiştirip “Burun”  demeyi yeğlerdim. Çünkü filme burnu olağanüstü çalışan ama kendi bedeni kokmayan bir insanın koku tutkusu anlatılıyor. İyi bir burun, kokuyla ilgili bir işi olan özellikle de şarap seven, yemek seven herkese gereklidir. Ancak, maalesef demek gerekir sanırım, herkesin koku alma yeteneği aynı değildir. İnsanların % 50’si orta derecede koku alırken, % 25’i çok az, % 25’i ise mükemmel koku alırlar. Siz bu üç gruptan hangisine girersiniz bilmiyorum ama ”Koku” filmindeki Jean Baptiste Grenouille’un hepimizi kıskandıracak derecede koku alma özelliklerine sahip bir burnu vardı. Böyle bir burunu olsun diye insan neler vermez ki? Her ne kadar bilim yapay burun yapmaya çalışıyorsa da insanın koku alma duyusuyla rekabet edecek herhangi bir kimyasal analiz cihazı henüz yoktur ve olma olasılığı da inanın çok düşüktür.

Koku alma duyumuzun olanaklarını keşfetmek için şarap tadımından daha iyi bir fırsat olabilir mi? Biz de bir şarapa açarak öyle yaptık. Türk Şarapçılık dünyasına iddialı giren bir şarabı tattık. Reklam olmaması açısından adını veremiyoruz. Cabarnet Sauvignon, Şiraz ve Merlot üzümlerinden yapılmış olan bu bordo renkli bir şarap. Bu kupajın ilk burunda yoğun, kalıcı ve karmaşık aromaları ön plana çıkıyor. Biraz bekledikten sonra arkadan topraktan gelen kokular ve sonra mineral, deri, kırmızı dağ meyveleri, baharatlar, yeşil biber ve biraz da pişmiş meyve kokuları sayılabiliyor. Asit alkol tanen üçgeni dengeli olan şarabın bize göre özellikleri etiketinin ünlü bir ressam tarafından hazırlanmış. Fiyat çok ucuz değil ancak kalite bir şarap için insan bazen paraya kıymalı.

Gördüğünüz gibi tattığımız şarapları değerlendirirken önce rengini değerlendirdik, sonra ilk ve ikinci burunlarından bahsettik sonra genel görüşümüzü verdik. Bu şaraplar için Buke’den bahsetmek doğru olmaz. Bir şarapta buket yıllanmayla ortaya çıkan aromalar olduğundan genç bir şarap için bundan bahsetmek doğru olmaz. İlk aromalar toprak, iklim ve üzümle ilgili kokulardır. Ardından ortaya çıkanlar ise insanın şarabı oluşturması sırasında gelişen kokulardır. Şarabın oluşturulması işlemine vinifikasyon da derler. Fark ettiğiniz gibi bu şaraptaki metiltiopropanol’den veya asetatlardan bahsetmedik. Çünkü bunlardan bahsetmek keyif almak için şarap içen bir kişiyi şaraptan uzaklaştırmaya yeter de artar bile. O nedenle şarap tadımlarında kokular gruplar içinde değerlendirilir.

Kokuları 6 ila 14 gruba ayıranlar vardır. Biz 12 gruba ayırmayı tercih ediyoruz. Bunları özetlersek;

Çiçeksi kokular: Akasya, gül,  portakal çiçeği,  kır çiçeği, hanımeli,  ıhlamur, menekşe, sümbül, nergis, yasemin, katırtırnağı

Meyvemsi kokular: Kayısı, ananas, muz, kiraz, çilek, frenküzümü, ahududu, dut, ayva, armut, erik, limon, turunçgiller, acı badem, egzotik meyveler

Kuru meyve: Kuru incir, badem, fındık, ceviz, kuru erik, kuru üzüm, pişmiş meyve

Bitkisel kokular: Ot, kesilmiş saman, nane, adaçayı, bitki çayı, çay, tütün, yeşil zeytin, yaprak, fındık kabuğu, yeşilbiber, mantar, humus, porcini mantarı.

Baharatsı: Anoson, tarçın, karanfil, rezene, meyankökü, hindistancevizi, defne, ıhlamur, fesleğen, lavanta, safran, biber, vanilya

Balsamik: Reçineler, çam, tütsü, ardıç, terebentin

Kavrulmuş: Füme, kakao, kahve, çikolata, karamel, kavrulmuş badem, kızarmış ekmek, kauçuk. 

Hayvansı kokular: Amber, kürk, kösele, av eti, ter, kedi çişi

Ahşap: Şarabın muhafaza edildiği ahşaptan gelen kokular (meşe, akasya)

Diğer besinler: Un, ekmek kabuğu, mayalar, yağ, peynir, bal, bira

Kimyasal: Sirke, kükürt, ilaç, dezenfektan, selüloit

Uçucular: Aseton, sabun, mum, süt ürünleri, laktik bakteriler, mayalanma değişiklikleri ve fermantasyondan gelen kokular.

İşte bu kokular içtiğimiz şarabın içerdiği yüzlerce kokudan bazıları, benzerleri. Tadımlar yaparak koku dağarcığımızı geliştirebiliriz. 

Kokular nerede mi saklanır? Kokular şarapta saklanır. Şarap açılıp kokular kaçmaya başlayınca sakın endişelenmeyin saklayacağımız başka yerler de var. Sakın Koku filminin kahramanı Jean Baptiste’in yaptığını yapmayın. Güzel genç kızların kokularını küçük bir parfüm şişelerinde saklamayın. Kokuları beyninizdeki koku kütüphanesinde saklayınız. En güvenilir yer orasıdır. Tadımını yaptığınız şaraplardaki kokuları burnunuzla beyninize taşıyın ve kütüphanenizde güzel bir köşeye yerleştiriniz. Göreceksiniz şarap içmekten giderek çok daha fazla keyif alacaksınız. İngiltere İrlanda Kralı VII Edward şarap sadece içilmez; koklanır, bakılır, yudumlanır, hakkında konuşulur demiş. Biz de ekleyelim bir de en kutsal yerimiz olan beynimizde saklanır.

Hepinize güzel tadımlı günler dileriz.

Montluçon Fransanın ortasında mütevazi bir kent. ‘ yıldır Dijital sanat festvali yapılıyor. Bu yıl konu Mobil sanat. Digital sanat , akıllı telefonlar veya tabletler aracılığıyla yapılan çağdaş yaratım alanıyla ilgileniyor ve bu yıl Montluçon Art Mobile adını alıyor. 12 Nisan – 2 Haziran tarihleri arasında Modern ve Çağdaş Sanat Merkazinde bir sergi düzenlendi ve sanatçılar ile buluşma, lise öğrencilerinin ve Montluçonluların katılımı, ayrıca konferanslar ve okul çocukları için atölye çalışmaları ile tamamlandı. Fransa, Danimarka, Hollanda, İsviçre, Kanada ve ABD’de ve Türkiye’den yirmiden fazla görsel sanatçı yer aldı. Marie-Laure Desjardins etkinliğin küratörü ve ArtsHebdoMédias internet dergisi ana sponsor oldu.

Bendeniz Mehmet Ömür ise “Small Forms” adlı video-GIF instalasyonlarımla sergide yer aldım. Sergi yi sanal olarak gezmek mümkün. Bunun için önce aşağıdaki linke tıklamanız ardından görselin üzerindeki oynatma ikonuna tıklamanız yeterlidir. Daha sonra oklarla serginin istediğiniz bölgesini gezer sanat eserleri ile ilgili bilgiler alabilirsiniz.

PARİS PHOTO, FOTOFEVER ve Salon de la Photo ; Paris’te hafta sonu Fotoğraf şöleni..

veya Fotoğraf sever Paris’e kasımda gelir…

Mehmet Ömür

Paris her yıl olduğu gibi bu yıl da kasım ayının ikinci hafta sonu yani 7-10 Kasım arasında fotoğrafa doyuyor. Her yıl kasımın ikinci hafta sonu aynı anda 6 çok önemli fotoğraf etkinliği var. O nedenle bu tarihleri fotoğraf sevenlerin akıllarına veya ajandlarına yazmalarında yarar var.

Paris Photo, bu yıl bir kez daha 200 den fazla uluslararası galerinin projeleriyle tarihi fotoğraflar dışında modern ve güncel fotoğraflarla dünya fotoğrafındaki yeni trendlerin yönünü tayin ediyor. Dünyanın en büyük fotoğraf etkinliği olarak kabul gören Paris Photo fuarı bu yıl 23 yılını kutlarken bünyesinde 33 fotoğraf yayınevini barındırıyor. Bu 33 yayınevinden kitapları çıkmış fotoğrafçılardan 200 den fazlası 4 günlük fuar süresinde kitaplarını imzalayacaklar. Fuarda galeriler ve kitapçılar dışında başka bir çok etkinlik var. Louis Vuitton, Ruinard şarampanyası, BMW ve  Huawei’yi ana sponsorlar arasında görüyoruz. Her nedense Apple gene sahadan kaybolmuş. Muhtemelen yeni çıkan kameralar karşısında epey geri kaldığının farkında. Huawei P30 Pro, Samsung Galaxy 10 ve hatta yeni çıkan Xiaomi nin Mİ 10 modeli telefon kameralarına karşı epey pazar kaybettiği konuşuluyor.

Fuara bu yıl 2 Türk galerinin katıldığını fark ediyoruz. Galerist ve Dirimart. 2001 yılında Murat Plevneli tarafından kurulan Galerist çok önemli bir Türk fotoğraf sanatçısını, rahmetli Şahin Kaygun’un eserlerini  fuara taşımış. Galeriyi kutlamak gerek. Fuarda yer almanın maddi ve manevi zorlukları göz önüne alınırsa burada olmanın önemli anlaşılabilir. Diğer türk galerisi Dirimart Nuri Bilge Ceylan dışında Isaac Julien, Julien Rosefeldt ve Shirin Neshat’ın eserlerini sergiliyor.

Fuarda Nuri Bilge Ceylan, Merih Akoğul, Çoşkun Aral, Fethi İzan, Bülent Özgören ve Magnum fotoğrafçılarından Bruno Barbey’le karşılaşıp sohbet etme imkanı bulduk. 

En sevdiğimiz fotoğraf sanatçılarını saymadan önce fuardaki bazı etkinliklere değinelim.

PRİSMES adlı etkinlik bir çeşit onur salonu. Sıradışı dev eserler sergiliyor. CURİOSA geçen yıl ilk defa ortaya çıkan bir etkinlik. Seçilmiş bir küratöre bırakılan tematik bir etkinlik bu. Bu görev, bu yıl Tate Moderne atanan Osei Bonsu’ya verilmiş. O da yeni yükselen yıldız fotoğrafçılara yer açmış, fotoğraf koleksiyonerlerini kışkırtmayı amaçlamış. Adını “KAÇIŞ NOKTASI” olarak koyduğu  etkinlikte Bonsu 14 sanatçısıyla görüneni, hafızayı ve kayboluşu sorguluyor.

Son yıllarda hareketli görüntüler de fuarda yer buluyor. Pathe Gaumont ve UCG gibi önde gelen film şirketlerinden mk2 şirketinin sponsorluğunda bu yıl dokümanter ve kurgu filmlerdeki görsel manipülasyon teknikleri konu ediliyor. İlginç bir yaklaşım.

FRAGMENT bölümü Bruksel yerleşimli “A Stiching Vakfına” ayrılmış bir etkinlik. Bu vakıf fotoğraf üretimine, fotoğraf eğitimine ve fotoğrtafın saklanmasına adanmış bir  vakıf. Vakfın elinde hayatını fotoğrafa adamış ve daha iyi tanınmayı hakeden fotoğrafçıların eserlerinden güzel bir kolleksiyon var ve bunları fuarda sergiliyor. Sergilediği sanatçılar arasında Robert Adams başı çekiyor.

ÖĞRENCİ-CARTE BLANCHE etkinliği. Carte blanche terimi “tam yetkilere sahip olmak” anlamına gelir. Bu etkinliği Parisin en iyi baskı firmalarından Picto, Fransız Tren yolları ve Paris Photo ortaklaşa düzenliyor. Türkiye’de içinde mi bilemiyorum Avrupadaki fotoğraf okulları öğrencilerine açık bir platform. 100 okuldan 4 fotoğraf öğrencisinin eserleri seçilip burada sergileniyor. Bu yıl İngiltere ve Portekizden 4 öğrenci Paris Photo’da  sergileme hakkı kazanmışlar. Ne mutlu onlara. Ülkemizde de pek çok fotoğraf eğitimi veren fakülte mevcut. Bu fakültelerin öğrencileri de konuyu inceleyebilirler. 

COLECTIVE IDENTITY; J.P.Morgan özel bir banka ve 60 yıllık bir sanat eserleri kolleksiyonuna sahip. Bu kolleksiyondaki önemli fotoğraflarını Paris Photo da 9 yıldır sergiliyor. Bu yıl ikon portrelerini bir araya getirmiş. Fuar’da en beğendikleri eserleri işaretleme fırsatı da kendilerine tanınmış. Geçen yılın seçici kişisi ünlü modacı Karl Lagerfeld’di.

NEXT IMAGE ÖDÜLÜ; bu ödül Huawei tarafından 3 yıldır veriliyor. Huawei telefon kameralarıyla çekilmiş fotoğraflar katılıyor. Bu yıl 150 ülkeden 520 bin den fazla fotoğraf gelmiş. İtalyadan Freederici Stefano “Come to Me” adlı fotoğrafı ile birinciliği kazanmış. 520 bin kişi kişi içinden birinci olmak nasıl bir duygudur kimbilir? 

SERIOUSLY CONVIVIAL; bu etkinlik dünyanın en büyük alkol şirketlerinden Pernod Ricard şirketi tarafından organize edilmiş. Ödül Stephane Lavoué’nin muhteşem portrelerine gitmiş. RUINART ÖDÜLÜ; bu yıl ödülü 1988 Fransa doğumlu Rio de Janeiro da yaşayan Elsa Leydier’e verilmiş. Elsa Ruinard bağlarındaki hasat sırasında çektiği fotoğraflarla doğa ve bağ çalışanları arasındaki ilişkiyi vurgulayan fotoğraflarıyla ödüle layık görülmüş. CARBON CASUALTIES The New York Times’ın sponsorluğundaki bu etkinlikte Pulitzer ödüllü Josh Haner’in 4 yıl boyunca dünyayı dolaşarak çektiği, süratli ilkim değişikliklerini belgeleyen fotoğraflar sergileniyor. SOHBET PLATFORMU;  Les platforme-Conversation olarak da  bilinen bu ortamda fotoğrafa dair sohbetler yapılıyor. Bu sohbetler değişik sektörlerden fotoğrafala ilgili  sanatçı, düşünür, kreatör, avangard eğilimli kişiler arasında geçiyor. 4 gün boyunca devam eden bu konuşmaların çok ilginç noktalara geldiği kesin.

PARIS PHOTO APERTURE VAKFI KİTAP ÖDÜLÜ fuar sırasında ön seçimi kazanmış 35 kitap sergilenecek ve birinci olan kitaba 10.000 $ ödül verilecek.

Araya Paris Photo’da öne çıkan bir motto ile girelim. Diane Arbus şöyle demiş; Bir fotoğraf bir sırrın sırrıdır. Size ne kadar çok şey söylüyorsa onun hakkında o kadar az şey biliyorsunuz demektir. Ne kadar güzel söylemiş değil mi?

Böylesine görkemli fuarları bir rehberle gezmek oldukça yararlı oluyor. İki yıl önce de yaptığım gibi internetten ücretsiz kayıt olduğum rehberli ziyaretin ilkini Paula Petit adlı fotoğraf sanatçısıyla yaptım. Bir saat boyunca bizi kendi beğendiği ve bize katkısı olacağına inandığı fotoğrafların önüne götürdü. Önce tarihi fotoğrafları göz attık sonra çağdaş olanlara. Fotoğraf tarihinin ilk eserlerinin daha çok amerikan galerinin elinde olduğu anlaşılıyor. Fiyatları da oldukça dolgun. Notre Dame katedralinin yangını hala gündemde olması nedeniyle önce bu konuya bir köşe ayırmış New York dan Hans Kraus  galerisini gezdik. Charles Negre’in 1853 yılında çektiği bir çok fotoğrafı görme şansımız oldu. Bu galeride yine tarihi fotoğrafları olan Julia Margaret Cameron, Gustave Le Gray, Henri le Secq, Fox Talbot’nun eserleriniizledik. Ayrıca atların koşarken dört ayağının birden aynı anda  yerden ayrıldığını kanıtlayan Eadweard Muybridge’in sinema fikrinin önünü açan araştırmalarını inceledik.

Rehberimiz bizi daha sonra yıldızları yeni parlayan fotoğrafçıların bulunduğu galerilere götürdü. 

Yusuf Sevinçli’nin de bağlı olduğu galeride (Les filles du Calvaire) Noemie Goudal’in “Sökülmeler” adlı serisini gördük.

Seyahatlerinden ilham alan, fotoğrafçı ve enstalasyon sanatçısı Noemie Goudal, gerçeküstü fantaziyle modern yaşam arasında boşluk bırakan görüntüler yaratıyor. Terkedilmiş yapılarda, ve harap olmuş ahırlar gibi büyük boyutlu tesisler yaratıyor ve daha sonra bunları gerçek boyutlu baskılara büyütmeden önce fotoğraflıyor. Geleneksel kromojenik Lambda baskıyı kullanarak, bir zamanlar sade, kompozisyonlara nostaljik bir element ekliyor. 

Galerinin diğer bir sanatçısı ise Todd Hido. Ortaya çıktığından bu yana fotoğrafçılık, sözde nesnellik ve öznel yanlılık arasındaki bir ikilem ile boğuşuyor. Todd Hido’nun çalışmaları, bir belgesel yaklaşım ve atmosferin “estetiği” ile günlük yaşamın garipliği arasında yer alıyor.

Moustapha Azeroual fas kökenli fransız bir sanatçı. Çağdaş fotoğrafçılar arasında yerini almış bir fotoğrafçı. Günün dğişik saatlerinde yakaladığı ışıkları tek bir kare üzerine toplamış. Bulunduğunuz yere göre farklı bir ışık alıyorsunuz. Echo serisi adını verdiği tek örnek eseri buraya aldık  

Başka ilginç bir fotoğraf sanatçısı Benjamin Deroche.“Aydınlanma” adını verdiği serisinin hikayesi şöyle; kaşif, ruhani, Budist, anarşist Alexandra David-Néel adlı Belçikalı-Fransız kadın yazar 1924 yılında yabancılara yasak olan Tibete yaptığı seyahat ile ünlü “Yolda” nın yazarı Jack Kerouac’ı bile etkilemiş. Benjamin Deroche fuarda, Alexandra David Neel’in orijinal fotoğraflarından yola çıkarak ürettiği yer yer altın varak kaplı tek örnek eserlerini sergiliyor.

Fotoğrafta altın varak uygulaması fuarda bizi başka bir fotoğraf sanatçısının yanına götürüyor. Fas kökenli Carolle Benitah, öyle güzel bir hikayeye imza atıyor ki 1000 adet bastırdığı kitabından bir tane edinme arzusu içimizi kaplıyor. Rehberimizin anlattığına göre Carolle Benitah 17 yaşında fransaya gelmiş ve aile bireylerini pek iyi hatırlamıyor ve bit pazarları ve sahaflardan topladığı  fotoğraflardaki kişilerin kimliklerini yok etmek için altınla kaplayarak “işte benim ailem” tablosunu yaratmış. İlginç çok ilginç. Başka kaybolmuş fotoğraflara yeni kimlik yüklemek ayrı bir yaklaşım.  

Arada tarihi fotoğraflarla güncel fotoğraflar arasındaki fotoğrafların önünde durup onların yorumlarını da dinledik. Yıllarca ailesinin ve çocuklarının fotoğraflarını çeken Sally Mann’ın bugün geldiği yeri değerlendirdik. Kırk yıldan uzun bir süredir, Sally Mann varlığın temel temalarını inceleyen unutulmaz fotoğraflar üretiyor: hafıza, arzu, ölüm, aile bağları, doğanın kayıtsızlığı konuları arasında başta geliyor. Büyük format kamerayla çalışan ve baskılarında bilinçli hatalara yer veren bu önemli fotoğrafçının orijinallerini görmek de bizim için heyecan verici oldu. 

Burada çok dikkatimizi çeken ve fotoğrafçılık açısından önemli olduğunu düşündüğümüz Perulu fotoğraf sanatçısı Roberto Huarcaya’nın işini anlatmadan geçemeyeceğiz.

Dünyanın en büyük doğal parkı Bahuaja Sonene’nin balta girmemiş ormanlarında fotoğraf makinesiz sadece dev fotoğraf kağıdı rulosu ile giren ve ay ışığı veya kafa lambasındaki ışıkla pozlama yapan bu sanatçı fotoğraf banyosunu da o anda yapıyor. Upuzun açılıp giden fotoğraf kağıdı şeridinde de ormanın yaprakları ağaçların gövdeleri şekilleniyor. Fazla ışık gören yerler ise kararıyor. Elimizdeki uzun banyo edilmiş fotoğraf kağıdı Amazon ormanlarının hafızası olarak tarihe geçiyor. Perulu sanatçı  Roberto Huarcaya ve onu Paris Photo’ya taşıyan Buenos Aires’ten Galeri Rolf Art’ı kutlamadan geçemiyoruz.

Eski fotoğrafların yeni uygulamaları da benzeri heyecanlar yaşamamıza neden oldu. Fotoğraf hepimizin bildiği gibi ışıkla yazmak anlamına geliyor. Işıkla yazmak için bir fotoğraf makinesine bir lense ihtiyaç var mı soruna Paris Photo da bir çok defa doğrudan cevap bulduk. Hayır fotoğraf çekmek için fotoğraf makinesine hatta negatife bile ihtiyaç yok. Hassas bir yüzey yeterli. Tarihi fotoğraf tekniği Cyanotype bir kağıdın üzerine kimya sürüp ışığa maruz bırakma işlemine dayanıyor. Sanatçı Meghann Riepenhoff yıllardır Anna Atkins’in uyguladığı bu tekniğe yeni bir soluk aldırıyor.

Mürekkepli maviler, köpüklü beyazlar ve ara sıra kumla kaplı altın lekeleri Meghann Riepenhoff’un muhteşem kamerasız siyanotiplerinde geniş bir renk yelpazesini oluşturuyor. Sanatçının eserlerinde doğanın gizeminin ve gücünün etkisini hissediyoruz. Riepenhoff’un doğayı ve dokusunu tesadüfe açık bırakıyor. Çalışma alanı ise okyanus kenarlarındaki plajlar.

Yine araya Paris Photo’da her yerede önümüze çıkan önemli bir sözle girip sonra devam edelim. Fotoğraf çekmek; insanın aklını, gözünü ve yüreğini aynı hizaya getirmesidir; Henri Cartier Bresson.

Paris Photo’yu bir de sanat tarihçisi ile gezdik. Onun tercihleri farklı oldu. Önce fuarın resmi kapak fotoğrafının sahibi Zanele Muholi’yi ve fotoğrafını konuştuk. Zanele Muholi Günay Afrikalı bir sanatçı ve aktivist. Muholi’nin çalışması siyah, lezbiyen, gey, ve transseksüel bireylerle ilgili ve ırk, cinsiyet ve cinsellik üzerine odaklanıyor.

Fox Talbot’nun cyanotype yosun ve bitkilerini izleyip fotoğrafın ilk başlarda bilimsel araştırma ile teknik denemeler arasında nasıl gidip geldiğini de konuştuk. Yol üstünde Antione d’Agatha imza saatine denk geldik. d’Agatha Fransada çok sevilen bir fotoğrafçıdır. Karanlık atmosferlerin, karanlık hikayelerin karanlık ve bulanık fotoğraflarını çıkartır.

Ardından ülkemize 2017 den beri birçok kez gelen ve Efes, Pamukkale ve Sagalassos gibi  antik kentlerini fotoğraflayan Axel Hütte’nin dev fotoğraflarını izledik. Işık ve mekanın, Axel Hütte’nin sanatsal konseptinin temel parametreleri olduğu fark ediliyor. Kartpostal fotoğraflardan çok uzaklardayız. Axel Hütte Becher’lerin ve Gursky’nin de bağlı olduğu Düsseldorf ekolünden. İnsansız ve teknik özellikleri çok yüksek fotoğraflar çekiyorlar. 

Oradan yine başka bir çağdaş Alman fotoğrafçıya geçtik. Kendisi mimar olan Barbara Probst üç boyutlu fotoğraflar oluşturmaya çalışıyor. Üç farklı düzlemden üç kamerayla çektiği fotoğraflarda sadece üç eleman var ve birbirine benzeyen triptikler oluşturuyor. Biz de başka bir alman fotoğrafçının standını ziyaret ederek alman fotoğrafçıları üçledik. Christiane Feser fotoğraf obje oluşturuyor. Önce maket oluşturuyor ışık gölge oyunlarıyla bu mahetin fotoğrafını çekip büyük boyutta özel kağıda basıyor ve bu baskıyı keserek üç boyulu fotoğraf obje elde ediyor. Bakması insana keyif veriyor.  

Sanat tarihcisi rehberimiz en son bizi yukarıda CURİOSA; Kaçış NOKTASI olarak tanıttığımız bölüme götürüp 2 arjantin işi gösterdi. 

Birincisi sinemanın ilk Arjantinde kullanıldığını iddia eden ve projeksiyon makinesinin ısısıyla tutuşup yanan filmlerden kalan artıkların fotoğrafları ile tarihin yok edildiğini gösteren fotoğraf/video enstalasyonu izledik. Ardından her gün tam saat 12 de ışığa ekspoze ettiği cyanotype kağıtları bir takvim şeklinde sunan Marie Clerel’in işleri bizi oldukça etkiledi.    

New York tan Edwynn HOOK fotoğraf tarihinin en önemli isimlerini Paris Photo’ya taşımış. Brassai, Walker Ewans, Dorothea Lange, Dora Maar,Man Ray, Sally Mann, Erwin Olaf, Alfred Stieglitz, Edward Weston. Başka kim kaldı diyeceksiniz. Ansel Adams onu da Santa Monica USA dan Peter Fetterman galeri getirmiş. 

Şimdi gelelim benim fuarda en sevdiğim fotoğrafçılara. August Sander’i ve dokümanter fotoğrafçılığı çok severim. Fuarda Sanderin eserlerinin orijinalleri izlemek beni kendimden geçirdi.

Son yıllarda Japon fotoğrafçılarının yükselişi belirgin bir şekilde görülüyor. Bu yılki fuarda çok sayıda Japon ve çinli fotoğrafçının işlerini gördük. Nobuyoshi Araki, Daido Moriyama ve Raven kitabı ile kalplere taht kuran Masahisa Fukase de fuarda mevcuttu. Takeshi Shikama’nın Gampi kağıt üzerine platine/palladium baskı 12 parçalık işi “Hafıza Bahçesi” adını taşıyor. Yuki Onodera dev baskılardan dev kolajlar getirmiş.

Tim Walker’ı uzun süredir takip ediyorum ve beğeniyorum. Fuara 2017 yılında yaptığı bir işiyle gelmiş. Kedi yürüşü adlı eseri ile Tim Walker dünyanın en önde gelen fotoğrafçılarından biri, değişik dünyaları imgeleriyle birleştiren enerjik, yaratıcı bir güç. Tim Walker bana göre günümüzün en radikal, heyecan verici ve özgün fotoğrafçılarından. 

Edward Burtynsky Gursky’ye benzettiğim ve büyük boy manzara fotograflarıyla tanıdığımız ve sevdiğimiz bir fotoğrafçı. Kendisini çevreleyen tahrip olmuş bir dünyaya  isyan eden bir çevreci fotoğrafçı. Eserleri dünyanın çeşitli yerlerindeki 50 müzede görülebilir. 

Paris Photo’nun büyükce bir bölümü dünyanın en önemli fotoğraf yayınevlerine ayrılmış. Steidl ve Taschen dışında onlarca yayınevide stadlarda yerlerini almışlar. Fotoğraf kitabı seven ve toplayan kişilerin burada mutluluğu bulmamaları mümkün değil. Onlarca fotoğrafçı da hergün değişik saatlerde kitaplarını imzalıyorlar. Biz gezerken önümüze çıkanlar Martin Parr ve Antoine d’Agathe’dı  

Paris Photo’dan çıkıyoruz ve 3 metro durağı ötede Louvre müzesinin altındaki Fotofever’ı geziyoruz. Daha çok genç fotoğrafçıların yer aldığı, nisbeten daha ucuz eserlerle çağdaş fotoğraf kolleksiyonerliğini destekleyen bu fuarda fotoğrafçıların yarısı kadın fotoğrafçı. Roch Bobois mobilya şirketinin sponsor olup, kolleksiyonerin dairesi olarak düzenlenen alanlarda gözde fotoğraflar sergileniyor. Seçici Yuki Baumgarten bu yılın temaları olan Fransa, Kadın, Doğa, Mimari ve zaman konularına göre fotoğraflar seçerek bu salonları dekore etmiş.

Fotofever da hergün kitap imzalayan fotoğrafçılar, rehberli geziler ve fotoğraf üzerine konuşmalar var. Cecile Schall’in 2011 de kurduğu bu festivali kendisiyle beraber üç kadın yönetiyor. Paris Photo ile ortak hareket ediyorlar.

Fotofever’da 2 sanatçı dikkatimizi çekti. Birincisi arabadaki yeşilli kız fotoğrafını çeken bir çift amerikalı sanatçı, Fromento+Formento olarak adlandırmışlar kendilerini. Diğeri İstanbul’a gelip bir İstanbul kitabı yapan Pariste yaşayan Ludovic Bollo. Bir filmin dekorlarını cyanotype tekniği ile oluşturmuş.  

Bu yılki fotofever’da bir de genç bir türk fotoğraf sanatçısı dikkatimizi çekti. Koleksiyonerin dairesine seçilmesi, çok beğeni alıp satış yapması ile gururlandık. Adı Yener Torun. 1982 yılında Tokat’ta dünyaya gelmiş. Çok ve frapan renkli fotoğraflarında sanatçı katmanları sanki düzleştiriyor. Mimari elemanları bozup yeniden yaparak farklı bir gerçeklik yaratıyor. Kendisini başarısından dolayı kutluyoruz.  

Fotofever’ı da bir rehberle gezme şansımız oldu. Bir fotoğrafın koleksiyoner için cazip olmasının yollarını anlattı. Yaratıcı, özgün, az bulunur olması önemli özellikler. Bir negatifi 30 dan fazla kullanmak fotoğrafın az bulunur olma kuralını yok ediyor. Bu yıl fotofever’a 100 galeri ve 184 fotoğraf sanatçısı katıldı.  4500 tanesi koleksiyoner olmak üzere 13.000 kişi gezdi. Yüzlerce eser 250 ila 6600 euro arasında alıcı buldu.

Söz festivalden açılmışken bu sıralarda sanat yönetmenliğini  ve küratörlügün  bir Türkün yaptigi  Fransa’nın kuzeybatısındaki Bretanya  bölgesinde  Baie de Saint-Brieuc fotoğraf festivalinden bahsedelim. Ferit Düzyol’un sorumluluğunda devam eden fotoğraf festivalinde sergilerin tümü, şehir merkezinde  4 mekanda yapılıyor. Bu yıl 8 incisi yapılan festivale katılan fotoğraf sanatçıları şöyle sıralanıyor. Matt Stuart, Florence Levillain, Lucie Pastureau, Cyril Abad, Camille Gharbi, Sabine Weiss, Vianney Le Caer, Pascal Maitre , Agnès Pataux et Eric Pillot.

Sabine Weiss, Fransa’da hümanist fotoğrafçılığın ana temsilcilerinden Robert Doisneau, Willy Ronis, Edouard Boubat ve Izis’le aynı dönemlerde yaşamış diyebiliriz.
Ferit Düzyol İstanbulda Galatasaray lisesini ardından ODTÜ yü bitirip şehircilik yüksek eğitimi için gittiği Paris’te Sipa Press de çalışmış ve ajansın kurucusu Gökşin Sipahioğlu’nun sağ kolu olmuştur. Fransa fotoğraf dünyası kendisini yakından tanır, çeşitli fotoğraf jürilerinde yer alır. 2018 de ve bu yıl Varenne Vakfinca düzenlenen fotograf yarışması jürisinin de baskanligini yapmıştır. Çeşitli festivallerde sergi küratörlüğünü yaptığı gibi 2017 den beri Albert Kahn Müzesi çatısı altında düzenlenen AMAK fotograf bulusmalarının sanat danoşmanılığını da  yürütmektedir.

Fransaya fotoğraf görmek için gelen fotoğraf meraklılarına Saint-Brieuc’e kadar bir uzanmalarını ve Sabine Weiss ve diğer fotoğrafçıların birbirinden güzel fotoğraflarını incelemelerini öneririz. 

Yazımızı Paris Photo ve Fotofever festivali ile aynı hafta sonuna bilhassa denk getirilerek fotoğrafçıları biraz masrafa sokma amacı taşıyan Salon de la Photo’dan bahsederek noktalayalım.

Salon de la Photo’nun 2 kanadı var. Birincisi sizi bir fotoğraf makinesi veya printer sahibi yapmaya yönelik, diğeri ise baskı ve fotoğraf teknolojisi hakkındaki tüm yenilikleri bilgilenmek isteyenlere aktarmak. Fotoğraf okulları, fotoğraf dernekleri ve federasyonlar hepsi bu fuarda.

Profesyonel fotoğrafçılar, tutkulu fotoğraf meraklıları 5 gün boyunca dünyanın en büyük markaları, üreticileri, ithalatçıları ve fotoğraf okulları bir araya topluyor.

Aslında Photokina kadar büyük olmasa da Salon de la Photo başlı başına bir yazıyı hakediyor. Onu da gelecek sene yazmaya çalışalım dilekleriyle yazımıza son verelim.

Hepinize güzel ışıklı bol fotoğraflar dileriz.

BBC’nin sanat editörü, Tate Gallery kuruluşları yönetmeni, Shot dergisi kurucusu ve “Pardon Nereye bakmıştınız?” ve “Sanatçı Gibi Düşün” kitaplarının yazarı Will Gompertz’in kitaplarından yola çıkarak hazırladığım sanat ve cesaret üzerine bu derleme sanata girmenin yürek istediğine dair bir yazı olacak..

Herkes sanatçı olabilir mi? Sanatçı olmak için nelere ihtiyacımız var? Yetenek, hırs, tutku, çalışma ve cesaret mi? Hangisi daha önemli? Bu yazıda cesaretin yerine bakmak istiyorum.

Tehlikeye karşı cesaret göstermek ve kahramanlık iki türlü olur; fiziki cesareti biliriz. Boğulmakta olan bir kişiyi kendi hayatını tehlikeye atarak kurtaran kişi cesurdur. Başka bir  cesaret örneği ise psikolojik cesarettir.  Coco Chanel; “En cesur davranış kendimize ait bir düşünceyi yüksek sesle dile getirmektir” der.

 Sanatçılar küçük düşme pahasına cesaret gösterirler. Üstelik bunu ürettikleri eserin iyi olup olmadığına emin olmadıkları bir anda yaparlar. Henri Matisse “Yaratıcılık cesaret gerektirir” der. Kimse başkalarının önünde aptal durumuna düşmek istemez. Yabancılar karşısında aşağılanmak istemez. Kendimizi küçük düşürmemeye programlanmışızdır. Yaratıcılık konusunda her zaman kendimizden kuşku duyarız. Ürettiklerimizi eleştiri ateşinin önüne atacak kadar cesur hissettiğimizde kuşku bizi frenler. Eserimizi kendimize sakladığımızda kendimizi rahatlamış hissederiz. Tevazu saygın bir niteliktir. Ancak söz konusu yaratıcılık olunca tevazu arkasına saklanılan bir kalkana dönüşüverir. Dünyaya yaratıcı düşüncelerimizi salıvermek, kendimizi kibirli gibi hissetmemizi neden olur ve cesaret ister. “Ben kendimi kim sanıyorum ki?” dersiniz. “Ben deha mıyım?”ki böyle zırt diye ortaya çıkıyorum diye de düşünürsünüz. “Benden daha iyileri var bana ne oluyor?” dersiniz. Tevazu veya kendini ortaya atmaktan korkma yaratıcılığın el frenidir.

Fikirlerimizi ve özgürlüklerimizi dünya ile paylaşmak isteriz ama buna cesaret edemeyiz Aristo bu noktada şöyle der “Cesaret olmadan bu dünyada hiçbir şey yapamazsınız.” Aristo bunu söylediğinde böyle yaratıcı bir davranışı kastetmiş olabilir. Doğrusu yaratmak için inanmaya ihtiyacımız vardır. Sadece kendimize değil karşımızdakilere de inanmalıyız. Sizi adaletle değerlendirebileceğine konusunda dünyaya inanç beslemesiniz. Evet eleştirilerle karşılaşacaksınız. Evet canınız açılacak. Bazen çok acıyacak. Onaylamayanların sesi hep birlikte gür çıkar. Bir çok önemli sanatçı başlangıçta defalarca sanat çevrelerince reddedilmişler ama vazgeçmeyip mücadeleyi sürdürmüşlerdir. Buna en önemli örnekten beri Mikelangelo’dur. Papaya lahit inşa etmeyi beklerken hiç sevmediği bir işe razı olmak zorunda kalmıştır. J.K. Rowling defalarca reddedilmiş ve sonunda edebiyattan milyarder olan tek kadın edebiyatçı olarak tarihe geçmiştir. Daha bir çok örnekler verilebilir. Şöhret olmuş her cesur sanatçının yanında genelde bir hamisi vardır. Bunu da unutmamak gerekir. Yenilikleri araştırmak isteyen her sanatçı cüret etmelidir. Oysa toplum uyumlu olmamız için bize baskı yapar. Toplumun bireyleri kabullenilmiş sistemlere ayak uydurduğunda toplum doğru düzgün işler. Yoksa kaos oluşur. Oysa statüko da sabit değildir.  Üzerinde yaşadığımız gezegende statüko ve kurallar da sürekli değişiyor. Toplumlar evrim geçiriyorlar. Farkındalığı yüksek olanlar veya beyinlerindeki nöronları uygun şekilde şekillendirilmiş olanlar bu farklılaşmalar sırasında fırsatları seziyorlar ve uygun bir şekilde değerlendiriyorlar. Bilim insanları, girişmişler ve  sanatçılar değişime ayak uydurup bundan yararlanmada  başı çekiyorlar. Bu üç grup da hayal güçlerinden yararlanıyorlar. Yönetici güçlerinden destek alıyorlar ve fikirlerini gerçekleştirme yolunda zorluklara göğüs geriyorlar. 

Konu yeni kavramlar olunca toplum son derece temkinli davranır ve ilk başlarda  yenilikleri yok sayma eğilimi gösterir. Aslında sanatçılar doğmalara, muhafazakar tutumlarla savaşmak zorunda değildirler. Sanatçı sanat tüccarlarının satabilecekleri bilinen işlerden ürettikleri sürece sorun yoktur. Sanatçılar koleksiyonerlerin takdir ettiği eserler yarattıkları ve kurumların anladığı eserlerden yaptıkları zaman ticari pazarda yer bulurlar. Yasaları çiğnemek, tüm bu güçlü sanat çevrelerine karşı dik durmak müthiş bir cesaret gerektirir. Ancak gözü kara bir sanatçı böylesine ciddi bir çatışmayı göze alabilir. Ama her zaman bir hamiye, bir yardıma ihtiyaç vardır. Statükoyu ortadan kaldırmak için iki kişiye ihtiyaç olduğu düşünülürdü; bir sanatçı ve onun hamisi. Bununla birlikte bir sanatçının yeni bir fikri bir hamiden destek almadan kamuoyuna duyurmasının başka bir yolu daha vardır ki o da sistemden tamamen çekilmektir. Bu davranış biçimi epey cesaret gerektirir. Bansky bunu göstermiştir. Önceleri muziplik sayılan eserleri bugün müzayedelerde 1 milyon dolarlara alıcı buluyor. Yaratıcılığın baskı altına alınması Platon ve Devlet’le başlar. Toplum, kamuoyu ve onun resmi temsilcileri genellikle sanatçıya güvenmek istemez. Bunun yerine bilinmeyen, kavranmakta  güçlük çekilen ve tehlike potansiyeli taşıyan yenilik tarafından toplum kendisini tehdit edilmiş hisseder. Çağlar boyunca yazarlar, yönetmenler, şairler, besteciler ve sanatçılar kendilerini sanatları ile ifade etmekten fazlasını yapmamış olmalarına karşın zulme, hapse ve işkenceye maruz kalmışlardır ve bugün de aynı durum devam etmektedir. Dünyanın bütün ülkelerinde sansür vardır, kamuoyu sanatın ciddi bir mesele olmadığına inanır. Sanat eğlendirmek ve hoşça vakit vakit geçirmek için tasarlanmış bir yan gösteridir. Ama işin aslı öyle değildir. Ai Wei hapis tutulduğu evinden bir imparatorluğa kafa tutuyor aynı şekilde rus aktivist müzik grubu Pussy Riot daha protest eylemlerine sanatları ile devam ediyor. Yaratıcılık etkili bir araçtır. Bu nedele sanat Platon’dan Putin’e tüm otorite figürlerini korkutur. Yaratıcılık kendimizi ifade edişimizdir. Demokrasiye sesini, uygarlığa biçimini verir. Fikirler için bir platform ve değişim aracıdır. Yaratıcılığa saygı ile yaklaşılmalıdır. Sonuç olarak bizi insan yapan şey hayal gücümüzdür. Van Gogh’un sorusu ile bitirelim; “Herhangi bir şeye girişecek cesaretimiz olmasaydı hayat neye benzerdi?”.

–       Günaydın! G20 ye mi geldin?

Ha! Ah!, uf!, zorla gözlerimi açıyorum, omzum ağrıyor. Uzun kuyruklu, alacalı kahverengi tonlarda, uzun tüylü, sevimli bir sincap gözlerimin içine bakıyor

    – Hoş geldin, adım Lucy. Bana adımla hitap edebilirsin.

Şaşkınım…

–         Günaydın Lucy, ben neredeyim?

–         Tam Central Park’ın ortasındasın. Biz sincaplar buraya takılırız. Paraşütünü açamamışsın… Yoksa böyle düşmezdin. Ama en güzel yere düştün. Hadi gel buradan çıkalım. Kapının önündeki Sinderella’nın arabasıyla gezdireyim seni.

Central Park’ın 5 Avenue ye açılan kapısından çıkıyoruz. Sinderella’nın arabasını atlar çekiyor. Kulaklarının üzerinde rengârenk tüyler, uzun püsküllerle süslenmiş atlar ve atlı arabalar…

Bir tanesine atlıyoruz.      Plaza Hotel’in Türk bayraklarıyla süslü kapısının önünden geçip Parkın etrafında turalıyoruz. Lucy bana sokuluyor.

–         Buraları çok severim en çok meşe palamudu burada!

–         En güzel meşe palamudu burada, en güzel yemekler nerede?

–         Le Bernardin, Per Se, Porter House, Gramercy Tavern, Babbo, Nobu daha bir sürü var. Sen paradan haber ver. Ha sahiden, paran var mı?

–         Sen merak etme hallederiz….

–          O zaman gel SoHo ya gidelim….

Beni Metro ya indiriyor. İtalyan mahallesinden yeryüzüne çıkıyoruz. Güneş gözümü alıyor. Duvarlar grafitti dolu, gökyüzü masmavi. Gökyüzünde bir helikopter görüyorum. Lucy kuyruğunu oynatıyor pilotun yanındayız, Lucy bir omzumda bir kucağımda… Birbirimizi çok sevdik.  Pilot – ne güzel bir çift oluşturmuşsunuz diye iltifatta kusur etmiyor.

–         Tanışalı 2 saat oldu diyorum. En güzel fotoğrafı nerede yakalarım.

Aşağıyı gösteriyor…

–         Manhattan köprüsüne git oradan Brooklyn Köprüsünü çek, köprü en güzel oradan görünür.  Hudson nehrinin üzerindeyiz. Burada göç kapısı Ellis adasını, Özgürlük Anıtını tanıyorum.

–         Kim tanımaz ki onları diyor, Lucy

–         Amerika özgür mü? Diye soruyorum.

–         Bu kadar göç olmasaydı olurdu diyor.

–         Anlaşıldı sen Yahudi komşuya da tahammül edemezsin.

–         Bizim buraların yarısı Yahudi, biz onları severiz onlar da bizi idare eder, diyor.

Arka sırada Renkkörleri Adası, Karısını Şapka Sanan Adam romanlarının yazarı Oliver Sacks’la selamlaşıyoruz.”Müzik ve beyin”  konulu konferans vermeye gelmiş buraya. 

–         Konferansa gelmezsen darılırım diyor.

–         Bakarız diyorum. Lucy ile biraz işimiz var da…

Helikopterden atlıyoruz. Brodway’e iniyoruz. Hair müzikalinin son biletlerini alıp içeriye dalıyoruz. Good Morning Starshine ve Aquarius şarkılarının 1979 yılı Milos Forman filmi aklımda. Lucy gözlerini kapıyor. Erotik sahnelerden rahatsız oluyor, sahnede ot içiyorlar. Çıkıyoruz.  

Akşam yemeğinde Lucy Le Bernardin’e yerimizi ayırtmış bile. Teşekkür ediyorum. Kulak kepçemin köşesinden bir fırt dişliyor. Bana da marine Japon salatalık eşliğinde Kampachi tartar ısmarlıyor. Çok beğeniyorum uzun kuyruğunu okşuyorum. Gurme menüyü keyifle bitiriyoruz. Şarapları onlar seçmişler.  Tatlar damakta kalıcı olarak yerlerini buluyor. Mutluyuz.

–         Dur daha bitmedi Blue Note’a “cafe cognac” içmeye gideceğiz. Manhattan Transfer’i dinleyeceğiz.

Manhattan Transfer Chris Rea ya adadığı albümün tanıtımını yapıyor. . Louis Armstrong veya Nat King Cole’u dinlemeyi tercih ederdik. Buraya en çok onlar mı yakışırlar? Daha niceleri var; Duke Ellington, Billy Joel, Simon ve Garfunkel, Norah Jones, Jennifer Lopez, Mariah Carey, Barbara Streisand, Sammy Davis Jr. İlk aklıma gelenler….

Sabah kafama bir meşe palamudu fırlatarak uyandırıyor. Gezecek daha çok yer var, diyor.

Sabah sabah bir sergiye götürüyor. 

–         Sincap olmak daha iyi, bak sizinkiler Çin’deki mahkûmlara neler yapmışlar. Paris’te protestolar nedeniyle kaldırılan sergide ilginç görüntülerle karşılaşıyorum. Herkesin yüreğinin kaldıramayacağı görüntüler. Damarları bırakıp tüm diğer dokuları yok etmişler bir kadavrada. Havada dünyanın etrafına iki defa dolanacak uzunluktaki kırmızı damarları  görünüyor eski canlının ama vücut yok ortada. İlginç sanat eseri olarak kabul edilebilir. 

–         Kalp dışında burada her şey var diyor, Lucy. 

South Street Seaport tan Pier  17 yi gezerek yukarı doğru yürüyoruz. Oradan yönümüzü İtalyan mahallesindeki festivale çeviriyoruz. Bir ölümlünün görebileceği en büyük etin nasıl piştiğine şahit oluyorum. 

–         Lucy, iştahım kaçıyor. 

Lucy ile Türkçe anlaşıyoruz. Bizim Türkçe konuştuğumuzu gören bir kaç Türk yanaşıp Lucy den yanak alıyorlar. Her taraf insan kaynıyor. İsveçliler, Hintliler, çekik gözlüler, obezler, sarı benizliler, Aids’liler, gayler, zenciler….. 

–         Lucy, kurtar beni….

Lucy beni deniz taksiye atıp Brooklyn’e çıkarıyor. Nat King Cole’un evine götürüyor. Bu güzel şehre ait şarkıları dinliyoruz baş başa….

Belki neler dinlediğimizi merak edersiniz diye şuraya yazıyorum.

 Neil Diamond’dan” I Am, I Said“, ”  Jennifer Lopez’den “Jenny From The Block” , Stevie Wonder’dan “Living for the City” ,  Ricky Martin’den “Livin’ La Vida Loca”,  Suzanne Vega’dan “Ludlow Street” ,  Paul Simon’dan “Me and Julio Down by the Schoolyard” , The Rolling Stones’dan  “Miss You” ,  Bee Gees’den  “Nights on Broadway” , Marianne Faithfull’dan “Penthouse Serenade” , Lou Reed’den “Perfect Day” , Bob Dylan’dan “Positively 4th Street” , Kenny G’den” Tribeca” ….. 

Paramız azalınca Lucy beni Wall Street’in soğuk gökdelenleri arasında bir ATM ye götürüyor. İçinde dünyanın parası var görüyorum. Azıcık alıyorum. Aslında şehir para dolu… Lucy gökyüzünden paralar yağdırıyor. Kendimi “Lucy Harikalar Diyarında” hissediyorum. Lucy beni çok güzel gezdiriyor. Luna parktan çıkarıp kitapçılara sokuyor.. Barnes &Nobles’den çıkıp Borders a giriyoruz. Ben kitap alıyorum. 

Paul Auster’in “Moon Palace”, J. D. Salinger’in “The Catcher in the Rye”, Tom Robbins’in “Skinny Legs and All”romanlarını seçiyorum. Yolda okurum.

Oku oku adam olursun!!!! Lucy benimle dalga geçiyor. Geçen hafta SoHo dan ve Beşinci caddeden çıkaramadığı Füsun hanıma şehri gezdirememiş. So Ho dünyanın moda merkeziymiş.

Lucy beni sinemaya götürüyor. Dünyanın sorunlarına karşı hassas kılmak itiyormuş. “Fuel” filminde bu büyük ülkenin dünyanın  petrolünün % 2 sine sahipken % 30 unu harcadığını öğreniyorum ama şaşırmıyorum. Sinema çıkışında fıstık dağıtıyorlar. Bu yüzden beni bu filme getirdiğini anlamakta güçlük çekmiyorum. Gala’nın kalabalık görünmesine katkım oluyor. Ben fıstığa itiraz ediyorum.

–         Ben Buffalo Wings ve Bloody Mary isterim

–         Tamam, sana bir “spesiyal” yaptırıyorum…

–         Lucy, yoruldum dönelim!

–         Olmaz , “Babbo”’ da yer ayırttım diyor, Lucy. 

Hatırlıyorum Meral Demirel de  bu restoranı önermişti. Daha sonra evinde DVD seyredecekmişiz. Sağlam filmleri varmış Lucy’nin. Washington parkının köşesinde Babbo’da  makarna ve şarap ziyafeti çekiyor rehberim bana… Aklıma Gilbert Becaud ve onun sevgili rehberi Nathalie geliyor. Ben de Lucy ye bir şarkı yakabilir miyim acaba?

Lucy’ye şarkı sözü yazamasam da İstanbul’a gelirse Çiya’da kebap yemeğe götüreceğime dair söz veriyorum. Ayrılacağız diye hüzünleniyoruz.

Ona film seyretmeye gidiyoruz.

Evinin duvarlarında komşularının fotoğrafları asılı.. Kimler yok ki. Woody Allen’i, John Travolta’yı, Susan Saradon’u,  Jack Nickholson’u  ve daha birçok tanınmış simayı seçiyorum.

 Önüme bir sürü film DVD si atıyor: “Marathon Man”  “Hello, Dolly”, “West side Story”, “Midnight Cowboy”,” French Connection”, “The Godfather”, “Akbabanın üç günü”, “King Kong”, “Taxi driver, Saturday Night Fever”, “Manhattan”, “Sophie’nin Seçimi”, “Bir zamanlar Amerika”,  “Radio days”, “Wall Street”, “Ghost”,  “Kadın Kokusu”.

–         Seç bir tanesini seyredelim…. Bu filmler bizim mahallede çekildi.

Bir film seçiyorum ve  kendi mahalleme, mahallime dönüyorum………

Çizmeye başlayınca Paris’te Pigalle’i

Pigalle’deki gezen kadınları

Kadınların ellerinden tutan çocukları

Çocukların ellerindeki balonları….

Rengarenk ah ne renk….. 

Saygı sana Mualla Fikret…

Fenerbahçe’nin ilk sol açığı Hikmet Topuzer’in yeğeni Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödemeye çalışan Duyunu Umumiye’nin ikinci müdürü Mehmet Ekrem Mualla’nın oğlu Modalı Mustafa Fikret Mualla. Babası daha sonra Saygı soyadını alır. Saint Joseph ve Galatasaray Liseli. Dayısı gibi futbolcu olmak isterken sağ ayak bileği 12 yaşında kırılınca ilk travmasını alır.. Ayağı bir yıl alçıda kalır, sonrasında da elinde yürümesine engel olmayan bir ayak kalır ve yaşam boyu aksak yürür. Bir keresinde  şöyle der:  “Bir Alman kadın sevmiştim… Akıllısın, zekisin ama çirkinsin hem de topal” diyerek reddetti beni… Ben de kendimi içkiye verdim.” Kadınlarla arasının iyi olmamasını  sadece bu aksaklığına bağlamak yetersiz kalır diye düşünüyorum.. Mutlak başka nedenleri de vardır.

Annesi kız olmasını arzu etmiş ve onu hep kız gibi süsleyip giydirmiş ve aşırı derecede üstüne düşmüştür. Ne yazık ki bu kadar kuvvetli duygu bağı ile bağlı olduğu annesini 15 yaşında iken eve kendi taşıdığı İspanyol gribi hastalığından kaybedince ikinci darbeyi yer.  Fikret Mualla’ya göre ”annesinin kırkı çıkmadan” babası kendisinden sadece 4 yaş büyük bir akraba kızı ile evlenir. Sakatlığının üzerine anne kaybından sonra eve üvey anne gelmesi dertlerinin üstüne tüy diker. Sinirli ve isyankardır. Üvey anneyi döver, babaya el kaldırır. 

Babası evladına faydalı olsun ve evden uzaklaşsın diye genç yaşında mühendislik eğitimine İsviçre’ye gönderir ama Fikret Mualla mühendis olmak istememektedir. Özgür ruhu nedeniyle mühendislik yerine Almanya Münih Güzel Sanatlar Fakültesini bitirir ve ressam olarak 1928 de Türkiye’ye döner. Ayvalık’taki resim hocalığını ”Elektrik olmayan yere resim hocası gerekmez” diye terk eder. Galatasaray’daki resim hocalığı da uzun sürmez. Beyoğlu’nda devamlı olay çıkarır. Birkaç karakol macerasının ardından polis korkusu içini sarar. Sevmediği, beğenmediği insanlara ”leblebici”demeye başlar. Ruh sağlığı iyice bozulmaya başlamıştı. Teknik olarak sevmediği bir Atatürk fotoğrafına laf etti diye Bakırköy Akıl ve Ruh hastalıkları hastanesine kapatılması genç ressamı derinden yaralar. Aslında hapishane ve hastane arasında tercih yapılmış kendisine hastane uygun görülmüştür. Zamanın ünlü doktoru Mazhar Osmanın kontrolünde, ve ünlü şairi Neyzen Tevfik’in komşuluğunda hastanede misafir edilmiştir. Ama yine de bu misafirlik uzunca sürmüş ve paranoyalarını derinleştirmiştir. Hastaneden çıkar çıkmaz dostu Fikret Adil’e teslim edilir. Orada da barınamaz, birkaç iş tutar, daha çok çıngar çıkarır. İzmir fuarına yapacağı işi son güne bırakır, Suadiye plajında yediği havyarı  paltosuyla öder. Yaşamı boyunca sınırlarda dolaşır durur.

1938  de babasını kaybedip ve mirasa kavuşunca biraz rahatlamış ve Paris’e gitmeyi aklına koymuştu. 1939 da 2.Dünya Savaşı öncesi Paris’e göçtü. Gidiş o gidiş 1967 de öldü. Kemikleri arzusu üzerine 1974 de Fransa’dan alınıp Karacaahmet mezarlığına getirip defnedildi.

Fikret Mualla yaşamı sırasına mutluluğu ve hak ettiği yeri bulamamışlar sınıfından bir ressam. Van Gogh gibi, Utrillo gibi, Modigliani gibi ama Picasso gibi değil. Eserleri gizemli ama tam. Renkler ve kompozisyonlar mükemmel. Çağdaşlarından etkilenmemiş bir ressam. Diğer birçok ressamdan etkilendiği tek yön şarapla ilişki, kuvvetli bir ilişki içinde. Bu kuvvetli ilişkinin temelinde muhtemelen çocuklukta geçirdiği derin yaralar var. Bir de üzerine pisi pisine Bakırköy Akıl Hastanesine uzun süre kapatılmasını koyarsanız tüm yaşamını korkular içinde geçirip kendisini ucuz şarabın kollarına bırakmasını anlarsınız. 

Çevresiyle daha rahat iletişim kurma aracı olarak da, resmiyle arasında katalizör görevi yaptığı içinde şaraba yakın duruyor Mualla. Kendisiyle birlikte şarap içmiş hala hayatta olan arkadaşlarının söylemesi hiç beyaz içmemiş ünlü ressam. Şarap siparişleri de gerek Montparnasse’daki Rotonde veya  Dome’da olsun gerekse Saint Germain’de La Palette’de olsun sadece “bir kırmızı getir garson”a indirgenmiş. Hiçbir zaman “Bana bir Grave, bir Brouilly veya Mercurey getir” gibi derin beklentileri olmamıştır.

Günün koşullarıyla da uyuşan anarşizme yakın duran bir özgürlük anlayışı var. Paris’teki bohem hayatının temelleri Almanya’ daki eğitimi sırasında atılır. Roma, Yugoslavya ve İsviçreyi gezer. Munch, Nolde, Klee’yi incelediği ve ekspresyonizme yakın durduğu anlaşılmaktadır. Ama bu ekspresyonizm anlayışı Fikret Mualla’nın özgürlüğünden bir şeyler götürmez. Her ne kadar Toulouse Lautrec’e benzetip, kopya çekti diye hakkını yiyenler varsa da bugün artık Fikret Mualla’nın özgür sanatının önünde herkes şapkasını çıkartmaktadır.

Fikret Muallanın Paris’e geldiğinde resim için şöyle dediğini düşünüyorum. ”Artık yalnız değiliz. Sen ve ben dünyanın kendisiyiz. Ve dünya hiçbir zaman olmadığı kadar büyük ve güzel görünüyor. Bunu ressamımıza sıradan bir şarap ve pastis söyletmiş olabilir ama olsun. Kadınlardan kıskandığı için resimle arasına bir kadın bile sokmayan Fikret Mualla resim yapmadan ve şarap içmeden bir gün bile geçirmedi diyebiliriz. Sabah saat 6 da tuvalinin veya küçük resim kağıdının karşısına geçer saat 10 kadar çok süratli çizip boyayarak çalışır sonra gelsin kırmızı… Tabii çoğu Bistro’larda içerdi. Evde içtiği ve polis komuşunu kalaylayacak sarhoş olduğu da olurdu tabii ki. “ Vasat bir ressam hiç olmasa da olur” diyerek devamlı çizdiğini de düşünüyorum kendisinin. Hayatıyla ilgili en geniş çalışmaları Orhan Koloğlu ve Hıfzı Topuz yaptılar. İkiside hacimli birer kitap yayınladılar. Kırmızıyı ne kadar sevdiğini kitaplardan anlıyoruz. Ama ayrıntılar daha az. Bu kadar sevdiği kırmızının Bordeaux’dan gelenini hiç mi sormadı veya Bourgogne’dan? Pastis’te içtiği de olurdu ama kırmızı şaraba bu denli bağlı olmasının  nedeni neydi? Yaşamında iki şeye tutkuyla bağlıydı; resmine ve kırmızıya…

1953 yılının 10 Nisanı ile 14 mayıs tarihleri arasında tuttuğu resimli notlar Parisin ünlü Akıl hastanesi Sainte Anne’ı nasıl da hakettiğinin belgesidir. “Çakallar”‘ın kol gezdiği defterde uçuşan fikirler, küfürler, korku belirtileri, kopuk cümleler birbirini kovalar gider.

Renkleri kendi renkleri, desenleri ve konuları da kendi konularıdır. Bistrolar, kafeler  barlar, oyuncular, çalgıcılar, Pigalle’de gezen bayanlar, balonlu çocuklar, natürmortlar konuları arasındadır. Renkleri parlak ve güçlüdür. O kadar karanlık bir yaşamın içinde insan bu kadar rengi nasıl görür? Bu sorunun cevabı da şarapta yatar.

Resim yapmadan önce içtiği dönemler  var. Yaptıktan sonra içtiği dönemler de Pastis’de sevdiği içkidir ama baş tacı yaptığı her zaman kırmızı şaraptır. Almanya ‘ya gitmeden küçük yaşında İstanbul’da şaraba başladığı anlaşılıyor. Evden çok meyhaneyi mekan tutuyor.

Sonuçta Fikret Mualla’nın iki sevgilisi vardı. Resimle ve şarapla yaşadı. Kadının resmine zarar vereceğine inanmıştı. Bulabildiğinde günde asgari 2-3 şişe şarap tüketti. Parasızlığı nedeniyle hep isimsiz ucuz şarapları içti. İsimli en çok içtiği şarapta yine zamanın en ucuz şarabı Chianti idi. Bu şarap o kadar ucuza üretiliyordu ki şişe parası bile ucuza gelsin diye dünyanın en ince şişesin konuyordu. Kırılmasın diye de hasırla kaplanıyordu. Fikret Mualla’nın resimlerinde sıkça rastladığımız Fiasco denilen şişlerin tek marifetleri ucuz olmalarıydı.

Fikret Mualla Van Gogh ve Toulouse Lautrec’e sadece delilikleriyle benzer. Resminde kimseyi taklit etmedi. Tamamen  kendi kişisel tarzını ortaya koydu. Çok ve uzun mektuplar yazdı gençliğinde. Alman yazar Shiller’le ilgili bir kitap yazdı. Schiller’le çok benzer tarafları vardı, veya o öyle olması için özen gösterdi. Kendisini ona benzetmeye çalıştı. Ona benzedi ama istemeden daha çok benzediği kişi ünlü Fransız empresyonist Maurice Utrillo oldu. Suzanne Saradon oğlunun kimden olduğunu hiç bir zaman söylemedi. Alkolle bağlantısı Fikret Mualla kadar güçlü

Fikret Mualla’nın kendine has sanatı o yıllarda pek anlaşılamamıştır. Önce Bedri Rahmiden dinleyelim:

Fikret’in 1930 ile 1936 arası resimleriyle  Pariste zaman zaman yaptığı resimler orta derecede bir ressam başarısını aşan işlerdir. Bir parça resim kültürü olan kişi bu resimlerden birisini görür görmez dikkat kesilir. Onun öteki resimlerini görmek arzusu duyar. Size şu kadarını büyük bir emniyetle söyleyebilirim ki Fikret Mualla kadar resim yapan ecnebi ressamların hepsi yaptıkları iş sayesinde paşa gibi değilse de bey gibi yaşamaktadırlar. Fikret Mualla onların 1954 te ulaştıkları ustalığa 1936 da ulaşmıştı. Böyle olduğu halde niçin bir türlü rahata kavuşamadı. Niçin bir çok istidatlara layık olduğu değeri veren Paris ondaki değeri bulup çıkaramadı. Kabahat kimde? Bence kabahat alkolün tel tel çözüp bıraktığı sinirlerde. Fikreti gündelik hayata bağlayan  akıl tellerinin kıldan ince kılıçtan keskin bir duruma gelene kadar aşınmasında. Bu aşınmanın göze batan tarafı şu:

  • Ben iyi bir ressamım. Cemiyet benim kıymetimi bilmeli, beni bağrına basmalı. Beni şımartmalı. Benim irili ufaklı taşkınlıklarıma göz yummalı. Ekmek elden su gölden yaşamalıyım. Hiç kimseye hesap vermeye borçlu değilim. Cemiyete canım ne isterse onu veririm. Buna karşılık da canım ne isterse onu alırım. “ düşüncesindeyi Mualla.

1950‘lerde bile Paris’in veremediğini, 1930 larda Türkiye’nin vermesini beklemek tabiiki hayalcilik olur. O günlerde toplumumuz modern sanata açılmada daha emekleme çağındaydı.

Aslında durumun tam da öyle olmadığını Bedri Rahmi’nin dediğine uymadığına 64 te Fikret Mualla için sergi açan zamanın ünlü galeri sahibi Bassano dan da dinleyelim. Fikret Mualla’nın açılışına katılmadığı sergi için yazılan yazıdan izleyelim Türkiyede kıymeti bilinmeyen “Halis” ressamın geldiği yeri… 

12 Kasım -15 Aralık 1964 tarihleri arasında açık kalan serginin tanıtım yazısında Bruno Brassano şöyle demiş:

“Onu on yıl kadar önce Rue de Seine bistrolarından birinde tanıdım. Kısa boyu, geniş yapısı ile bir sirk ayısını andırıyordu. Deniz gibi şeffaf gözleri vardı. Dağınık kır saçları, kalın dili, büyük dudakları, soluk yüzü alkolün tahrip ettiği bir kişi intibasını  uyandırıyordu. Ancak kılık kıyafeti düzgündü, açık renk kadife elbisesi vardı. Yakası açık gömleği bir boğa boynuna benzeyen boynunu ortaya koyuyordu. Küçük meyhane, güzel sanatlar okulunun öğrencileri, ressamlar ve esnaf doluydu. Pek gürültülü idi içerisi. Fakat bizimki, tek başına susuz, saf içki dolu kadehi önünde oturuyordu. Yalnızdı ve daima yalnız kalmayı tercih ederdi. Sözün kısası hiç kimseye önem vermezdi. Kendi kendine konuşan bu tuhaf adam kimdir diye düşünüyordum. İlgilenmek üzere yaklaştım. Kendisi ile konuşmaya başladığım zaman beni tanıdı. Halbuki ben on hiç tanımıyordum. Ona bir yerde nasıl tesadüf ettiğimi hatırlayamadım. Aslında bunun ehemmiyeti yok!

“Bu meyhanede tesadüfen buluşma sonucunda eserleri hakkında bende büyük ilgi uyandı. Güçlü, yarı tatlı, yarı acı, sert, yakıcı merhametsiz, soytarı resimlerine karşın hayranlık duydum. Bu hayretim geçtikten sonra zavallı bana eski afişler ve ilanlar arkasına yapılmış yağlı boya rulolarını gösterdi. Gözlerim kamaştı. Bana öyle geliyordu ki bu ilan kağıtlarına yapılan resimlerden, bir gece volkanın alevi gibi gözleri kamaştıran renkler fışkırıyordu. O günden itibaren bu adamın resimlerine daha da hayran oldum. Kendisine gaipten ilhamlar ve sesler gelen bu adam, daima hayal görüyordu. Deliydi ama ben bu delinin eserlerini sevmiştim. Aslında bu adamlar normal çizgini dışına çıktıkları için biz onlara deli diyoruz. ….

Bugün onun eserlerinden derlediğim parçalarla bir sergi açmış bulunuyorum. Adına “Paris’in Aşağı Tabaka Ressamı Mualla” deyişimin sebepleri vardır. Toulouse – Lautrec gibi Mualla bizi merkezinden fırlamış, yolundan sapmış kusurlu Paris’in aşağılık taraflarında gezdiriyor. Bize adi şehri tanıtıyor. Bu umumhane resimlerine , meyhane alemlerinin iç yüzünün tasvirlerine bakın.! Bunların hepsi gerçek, gülünç, trajik, facia sahnelerinden örneklerdir. İşte bu sebeple bizimki Toulouse – Lautrec’e benzemektedir.Yalnız zamanımız başka olduğu gibi, Mualla’nın kullandığı vasıtalarda başkadır. Bunlar insan ruhunu heyecanlandırmakta ve seyredenleri uzun müddet düşündürmektedir.Bunun içindir ki kendi kıymetini bilmeyen ve eserlerinin herhalde kendisinden sonra yaşayacağını sezmeyen bu sanatkara ben, biraz melankolik gözüyle bakıyorum.”

Fikret Mualla Bassano’ya bir cevap mektubu yazar. Kendisinini de bu anlamlı yazıya verdiği cevap da tabii ki ressamca ve Fikret Muallaca olmuştur…

“Sevimli mektuplarınızı ve basında  hakkımda  çıkan eleştirilerin kupürlerini aldım. Bunları okuduktan sonra bu mektubuma ekli olarak iade ediyorum. Beni “Sarhoş – Deli” diye nitelemekle bir parça merhametsizce davranmış olmadınız mı?  Evet her zaman bütün dünya tarafından baltalandım. Paris gerçekten bir rezillik. Ve çanak yalayacılar, sahtekarlar ve ipsizler beni soydular.! Pek çokular, Nihayet.

Size en iyi samimi dilekler temenni ederek Allaha ısmarladık diyorum.”

Picasso’ya “Sizi tanımıyorum” diyen bir kişilikten başka ne beklenir ki…

Fikret Mualla’nın hüzünlü öyküsü burada son buluyor. Eğer o da yaşamında Picasso gibi sanatını kanıtlayabilseydi muhtemelen o günün en güzel Margaux’larını Petrus’larını Premier Grand Cru’lerini tadardı. sanat tarihi benzer örneklerle dolu. Fikret Mualla da bunlardan biri olarak tarihe geçmiştir. Nur içinde yatsın.

Yaşamlarını insan sağlığına adamış Amerikalı 2 doktorun yazdığı “Tıbbın en büyük 10 buluşu” adlı kitaptan yola çıkarak önümüzdeki yüzyılda bu on buluşu geçebilecek kadar önemli bir araştırma olacak mı diye düşündük. İnternette biraz gezip sağlıkla ilgili dergilere göz attık. Gen mühendisliği iyiye kullanıldığında, önemli buluşlar ortaya çıkabilir izlenimi uyandı. Önce California’dan Friedman ve Standford’dan, Friedland ‘a göre tıpta en önemli on buluş neymiş onlara bir göz atalım isterseniz …

Sonrada önümüzdeki yüzyılda bizi bekleyen yeniliklere bakarız. Yazarlar nelerin en önemli on buluş olduğuna, yaptıkları bir ankete göre karar vermişler. En önemli buluş olarak fizyolojinin babası olarak nitelendirdikleri William Harvey ‘in “kan dolaşımı” buluşunu kabul ediyorlar. Kronolojik olarak bakıldığında ilk önemli buluş Andre Vesalius ‘un anatomi çalışmaları. Vesalius’un kısaca “Fabrica” olarak bilinen “De humanis corporis fabrica” adlı büyük kitabında yayımladığı bilgiler asırlardır uykuda olan tıp dünyasını uyandırmaya yetiyor.

Diğer buluşlar arasında Antoine Van Leeuwenhoek ‘in bakterileri buluşu var. Tabii ki Robert Koch ve Louis Pasteur ‘ün bu buluşa katkılarından söz etmeden geçmek olası değil. Aynı Alexander Fleming’ in antibiyotiği buluşuna, Howard Florey ve Ernst Chain ‘in katkıları gibi. Bilim en güzel taraflarından biri de bu olsa gerek; yardımlaşma ve yararlanma. İnsülin ve kortizonun bulunması Nobel ödülü ile ödüllendirilmesine karşın en önemli on buluş arasına girememiş. Çünkü, örneğin anestezinin bulunması kadar geniş etki yaratmamışlar tıp dünyasında. Oysa Crawford Long’ un anesteziyi buluşu tamamen raslantı sonucu olmuş. Bir eter partisinin ertesi sabahı kırılmış bardakların sağını solunu kestiğini ama hiç acı duymadığını farketmiş. Edward Jenner ‘in aşıyı, James Watson ve Francis Crick ‘in DNA’ yı, Wilhelm Röntgen ‘in röntgeni, Ross Harrison’un doku kültürünü ve Nicolai Anichlov ‘un kolesterolü bulmaları da tıpta en önemli on buluş arasında sayılmış. Buluşların ortak yönleri Bu buluşların ortak yönlerine baktığımızda anestezi dışında antibiyotik, bakteriler ve röntgen tesadüfen bulunmuş. Ancak bu rastlantıların hiçbiri tamamen rastlantı değil. Leeuwenhoek günlerce gecelerce gözünü kırpmadan mikroskobunun başında durmasaydı bakterilerin çoğaldığını farkedebilirmiydi acaba? Yine Pasteur’ün ünlü sözüne geliyoruz “Şans ancak yetişmiş kafalara yardım eder”. Buluşların sosyal taraflarına baktığımızda yarısı demokratik ortamlardan çıkarken diğer yarısı krallıklarda olmuş.

En önemli on buluş arasında 4 İngiliz ve 1 Rus buluşu varken Amerika Birleşik Devletlerinde ve Hollanda’ da 2, Almanyada’da 1 buluş yapılmış. Buluşları yapanların hiçbirinin sponsoru olmamış. Leeuwenhoek, Jenner ve Long buluşlarını akademik ortamların dışında yapmışlar. Hiçbiri dahi değil! Buluşları yapanların karakterlerini incelendiğimizde hiçbirinin dahi olmadığı görülüyor. Yani Beethoven’in 5. Senfonisi gibi veya Leonardo da Vinci’nin La Jaconde’ u gibi entelektüel yapıdaki bir kişiye bir ilham sonrası mucize tarzında gelmiyor. Buluşları yapanlar da entelektüel yapıda insanlar ama izledikleri düşünce yolu tamamen normal bir yol. Ortak özellikleri arasında korkunç bir merak, çok iyi bir metod anlayışı ve araştırma tutkusunu görüyoruz. Yukarda bahsettiğimiz dünya tıbbının akışını değiştiren buluşlarını yaptıktan hemen sonra başka konularla ilgilenmeye başlıyorlar. Eşleri ve çocuklarıyla pek ilgilenmiyorlar. Hepsi yaşamlarında emeklerinin karşılığını alıyorlar (Nobel vs). Ama hiçbirinin aradığı şan şöhret para değil. Hepsi genç. Yaş ortalamaları 32. Sadece Röntgen 50 yaşın üstünde. 3 tanesi 30 yaşın altında. Jenner ve Long’ un neşeli ve uyumlu kişilikleri dışında hepsi sert ve birlikte seyahat edilemeyecek kadar egoist.

Bu şekilde bu güne kadar tıp alanında yapılmış en önemli buluşların özetini yaptıktan sonra gelelim önümüzdeki yüzyılda bizi bekleyen yeniliklere. Sağlığımızı ilgilendiren hangi konularda ne gibi araştırmalar yapılıyor, acaba bunlardan herhangi birinin yukardaki önemli buluşlar gibi tıbbın akışını değiştirmeye gücü olabilecek mi ? Son yıllarda yapılan sağlığımızı doğrudan ilgilendirebilecek araştırmaların önemli bir kısmı gen mühendisliği tarafından yapılıyor. Örneğin hücre içine genler sokularak hemofilide olduğu gibi bozuk genler düzeltilmeye çalışılıyor. Muz, domates veya patates içine gen enjekte edilerek bu meyve ve sebzelere mikroplara karşı koruyucu proteinler ürettirilmeye çalışılıyor. Bakalım çocuk reçetelerine muz yazıldığını görebilecek miyiz? Yine genetik manipülasyonlarla bazı sinekler tifoya karşı, bazı tahta kuruları ise Chagas hastalığına karşı immün sistemi kuvvetlendirebiliyorlar. Koyuna verilen bir gen sütünden albümin elde edilmesini sağlayabiliyor. Transgen hayvan denilen bu koyunlar sayesinde yanık hastalarının tedavisi kolaylaşabilecek.

Gen mühendisliğinin yardımıyla. Bu koyunları klonlayarak mucize süt veren bir sürüye sahip olmak da söz konusu olabilecek yakın gelecekte. Domuzlarda insan vücudunun reddetmeyeceği organların üretilmesi projesi rüya gibi gelse de üzerinde çalışılan konulardan. İleri teknolojiler insan sağlığı için çok önemli tanı ve tedavi araçlarının gelişmesini sağlamaya devam edecek önümüzdeki yüzyılda. Bilgisayar teknolojisi sanal endoskopiye şu anda bile olanak sağlıyor. Hekim bir aracın içindeymişçesine insanın hava borusunda veya bağırsaklarında dolaşıp tanı koyabiliyor. DNA mikro çipleri yardımıyla genetik araştırmalar 1000 kat daha hızlı yapılabilecek. Bu sayede anomaliler ortaya daha kolay çıkabilecek, kanser genlerinin nasıl çalıştığı anlaşılacak. Genetik testlerle kişinin kansere, kalb-damar hastalığına veya diabete yatkınlığı saptanabilecek. Bu durum hastalığa karşı önlem ve erken tedavi şansını getirirken, psikolojik sıkıntıları ve sigorta şirketleri ve işverenlerin kişilere bakışlarındaki önyargıyı da beraberinde getirecek. Bir saç telinden veya vücuttaki bir kıldan zehirlendiğimiz, vitamin yetmezliğimiz veya kansere yakalanmış olduğumuz anlaşılabilecek önümüzdeki yüzyılda. 

Tedavide de yenilikler bizi bekliyor.

İlaçların veriliş şekilleri kolaylaşıyor ve vücuttaki seyirleri takip edilebiliyor. Buruna yapıştırılan zamk gibi bir madde, damar içinde dolaşan binlerce bölmesi olan ve dışardan kumanda ile istenilen ilacın, istenilen bölgeye bırakılmasını sağlayan mikro çipler neredeyse piyasaya sürülme aşamasında. Elektronik ticaretten sonra elektronik ilaçlarda hayatımıza girmek üzere. Prototip Bostonda yapıldı bile. Halen menapoz ve bazı kalp hastalıklarında kullanılan yapıştırma bantları hafif bir akım eklenerek daha etkili duruma getirilecek. Daha değişik maddelerin daha fazla dozlarda deriden verilmesi böylece mümkün olacak. Farmakogenomik bilim dalı yardımıyla hangi ilaçları tolere edemiyeceğimiz veya hangi ilaçların bizde etkisiz kalacağı önceden bilinecek. Bize verilen ilaçlar buna göre düzenlenecek veya yeni ilaçlar geliştirilecek. Alzeimer gibi dejeneratif hastalıkların tedavisinde doku bankaları kullanılacak. Teknik açıdan büyük güçlükler ve etik kaygılar olmasına karşın insan embriyo hücre kültürleri bu konuda büyük ümitler veriyor.

Tütünden insan hemoglobülini üretilip bitkisel kan emrimize girecek. İnsan elinden daha hassas hareket eden uzaktan kumandalı robot cerrahi aletlerle çok daha başarılı ameliyatlar gerçekleştirilmeye başlandı bile. Hem de cerrah Antalyada hasta Zonguldakta olduğu halde. Bütün bunlar hayal mi yoksa önümüzdeki yüzyılda tıptaki en önemli buluşlardan biri olmaya aday projelerden biri mi bilmiyoruz. Bunu zaman gösterecek. Dileriz önümüzdeki yüzyılda insan tarihindeki en önemli buluşlar gerçekleşir. İnsanlar daha sağlıklı ve mutlu yaşarlar ve huzur içinde ölürler. Çünkü hiçbir buluşun insanı ölümsüzleştirmeyeceğini biliyoruz. Aynı filozofun dediği gibi ” mors certa hora incerta”, yani ölüm kesin saati belirsizdir.

(*) Friedman M., Friedland G.W.; Medecin’s 10 Greatest Discoveries. Yale University, 1998.

Dile kolay 50 yıl. Bizim fotoğraf festivalimizin bir kaç yıl içinde dar boğaza girdiğini düşündükçe insan 50 yıl süregelen bir fotoğraf festivaline şapka çıkartıyor. Ama her yer sıcak, sıcak, sıcak; her yer fotoğraf. Fotoğraf sıcak duygular saçıyorlar ama sıcaktan eğrilmiyor dimdik ayakta duruyorlar. Hepsinin söyleyecek sözleri var.  Sivrisinekler bizi yemeğe çalışıyorlar ama fotoğraf aşkından sesimizi çıkartmıyoruz. Provence bölgesinin az ziyaret edilen ve savaş sonrası ekonomik sıkıntılar yaşayan bu küçük şehri nasıl dünyanın fotoğraf başkenti oluyor anlamakta güçlük çekiyoruz. Zaman zaman 35 derece altında bir sergiden çıkıp bir başka sergiye giriyoruz. Ama şikayet etmiyoruz. Ustalara fotoğraf kitabı imzalatıyor, konferans dinliyor, küratörleri ve sanatçıları rehberliğinde bir kaç sergi daha geziyor, gece Antik Tiyatroda görsel şölen yaşıyor, fotoğrafla yatıyor fotoğrafla kalkıyoruz. Bir fotoğraf severin başına gelebilecek en mutlu şey, açılış haftası boyunca burada olmak. Dünyanın en ünlü fotoğrafçıları, ustalar, fotoğraf editörleri, fotoğraf/sanat eleştirmenleri, fotoğraf küratörleri, müze yöneticileri, koleksiyonerler, profesyonel fotoğrafçılarla bir arada  olma şansı yakalanıyor. Tüm fotoğraf severler ve fotoğraf tutkunları bir araya geliyor ve fotoğrafla/fotoğraf sevgisiyle yaşıyorlar, fotoğrafı tartışıyorlar. Festivalin adı da zaten “Fotoğraf Karşılaşmaları”. Festival  2 ay boyunca sürüyor. Arles’da ve çevresinde tüm otel ve pansiyonlar aylar öncesinden dolmuş oluyor. Ancak 30-40 kilometre dışındaki bölgelerde kendinize yer bulabiliyorsunuz. 

Bu benim 4. festivalim, en görkemlisi. Diğer gelişlerim Workhshop’lar için olmuştu. 1 Hafta boyunca ustalarla çalışma olanağı bulmuştum. İspanyanın tek devlet sanatçısı ünvanlı fotoğraf sanatçısı Alberto Alex-Garcia, Claudine Doury, Lea Crespi’den öğreneceklerimi öğrenmiştim. 2 ay boyunca her hafta 3-4 değişik hoca 10 kişilik gruplara üst düzey kurslar var. Festivalin 3 katlı bu iş için asırlık bir okulu da var. Sadece  bu stajlar için kullanılıyor. Festivalin ayrıca her yıl anlaşma yaptığı önemli ve daha az önemli 20 kadar sergi ve yönetim noktaları var. Fanton denilen nokta karargah, tüm festival buradan yönetiliyor. Demir yollarının “Mekanik” denilen eski atölyeleri çok geniş bir mekan ve festivale hizmet ediyor. Ressam atölyeleri, kiliseler, resmi binalar, Van Gogh vakfı ve Mistral en önemli mekanlardan. Bazılarında değişik salonlarda  6-7 sergi aynı anda yapılıyor.

50 yıl için açılış konuşması yapan Susan Meiselas onur konuğu. Gogh vakıf binasının üst katını Suzan Meiselas ile Eva Arnold ve Abigail Heyman’a ortak sergi açmışlar. Konu ortak olduğundan sorun olmamış. Kadın zaten bu festivalin ana temalarından. Helen Lewitt sergisi en önemli sergilerden.  Bu festivalde kadın fotoğrafçılar dışında  vintage fotoğraf, Brut fotoğraf öne çıkartılmış. Asya konuları ve fotoğrafçılarının ağırlığı hissediliyor. Brut fotoğraf sergisi etkileyici Bruno Descharme adlı bir sinema yönetmeninin yıllarca topladığı 8000 brut fotoğraf koleksiyonundan seçilmiş fotoğraflardan oluşmuş. Brut fotoğraf fotoğraf dünyasının tanımadığı, sanat çevresi dışında kalmış az saydaki marjinal ve esrarengiz kişilerin yaptıkları işlerden oluşuyor. Marjinallerin hikayelerini anlatıyor. Son yıllarda öne çıkan fotoğrafçılara baktığımızda  bu fotoğrafçıların seçtikleri konularda da geceye akanların karanlık alanların ve  marjinal yaşamların öne çıktığını fark ediyoruz. Fotoğrafları da aynı şekilde low key çalışmalar.

Vintage fotoğraflara gelince ana sergi 4 katlı Ortiz vakıf binasındaki “What’s Going On” adlı sergi. Marvin Gaye’in sergiye adını veren önemli şarkısından yola çıkan sergi hem Motown plak şirketinin yaptıklarını hem de 70 li yılların felsefesini sorgulayan bir sergiye dönüşmüş. Obama Motown için “ Motown beni şu an olduğum adam etti” demiştir. Çok önemli… Marvin Gaye, Diana Ross, Stevie Wonder, The Jackson 5, Temptation, Four Tops ve Supreme plaklarının kapaklarının fotoğraflarından yapılan kolaj bizi o yıllara alıp götürüyor. Bir kaç şarkı beynimizde çalıyor; “Dancing in the street”, “I just call you to say I Love you”, “Papa was a rolling stone”, “Reach out, I will be there”, “Please Mr Postman” bizi alıp başka yerlere götürüyor. Fotoğrafın her zaman görüntü demek olmadığını çok daha fazla şeye hizmet ettiğini bilenlerdeniz.

Villa Bankemon’ da Andy Warhol, Robert Mappletrophe ve başka fotoğrafçıların 40X50 cm’lik dev polaroidlerinin olduğunu duyuyoruz  ancak villa her türlü etkinliğe kapalı. Ancak Polariod sponsorluğunda açılan bir galeride “30 years of Poloraid Photography by Robby Müller” adlı sergiyi geziyoruz. Serginin adı “”Like sunlight coming throught the clouds”. İlk çıktığında 2 kg olan Polaroid sanırız geri geliyor. Welcome Polaroid seni Vinyl plaklar gibi karşılarız. Pamuklara sararız.

Anonim Proje adlı sergi  2,5 yıl boyunca toplanan Kodakrom dialardan yapılmış bir başka sergi, Ressamlar evinde ve etkileyici.

Martin Parr 50 yıl için 50 kitap seçmiş. İlginç bir sergi  kitap sevenleri mutlu edecek cinsten. Martin Parr’ın bizim seçeceğimiz fotoğraf kitaplarının seçmeyeceği aşikardı zaten 10 tane kitabı ancak tanıyoruz. Cahilliğimize mi vermeli yoksa fotoğraf dünyasının dipsiz kuyu olmasına mı bilemedik doğrusu.

Festival için 50 yıl boyunca her yıl bir afiş üretilmiş 1985 yılının afişini ingiliz ressam  David Hockney boyanmış.

Yıldızı parlayan fotoğrafçılardan amerikalı Stacy Krenitz “fotoğraf beni yaşama döndürdü” diye slogan koymuş ama bence pek de etkileyici bir slogan olmamış. Fotoğraf bir şekilde hepimizin hayatını etkilemiyor mu, dönüştürmüyor mu? Bendeniz KBB doktorunu bu satırları yazan bir fotoğrafçıya dönüştürmedi mi? Stacy 10 yıl boyunca ıssız ve fakir Tenesse eyaletinin Appalaches bölgesinden getirdiği çarpıcı görselleri sergilemiş. Dokümenter lezzetindeki fotoğraflarda çoğu kendisini kullanmış.

Meiselas dışında onur konuklarından biri de Mohamad Bourouissa. Festival kendisine Monoprix büyük mağazasının 2 katını ayırmış, o da kendi retrospektifi sergisi olarak çok önemli işlerini taşımış. Çoğu video instalasyon ama Paris banliyösünün marjinal kesimi işe ilgili projeleri de var. Ayrıca 60 lı yıllar da projeler yapan Jacques Wildenberg’in eserlerini de kendi sergisine alarak onu da onurlandırmış.

“Home sweet home” sergisinde 30 ingiliz fotoğraf 40 ingiliz evi iç dekorasyonu ile görseller sergilemişler. Evler burjuva evlerinden New Castle işci evlerine kadar değişik bir yelpazeyi kapsıyor.

Geliyoruz Libuse Jarcovjakova’ya. Devasa Sainte Anne kilisesinde sergisi var. Çek Nan Goldin diye anılıyor kendisi. 70 li yıllarda Prag underground yaşamından sahneleri gözlerimizin önüne başarıyla sergilemiş. Çok etkileyici bir sergi. Festivalin yıldızlarından. 

Dikkatimizi çeken bir kaç sergi; Philippe Chancel’in “Datazone”u. Afganistan savaşları, Kuzey Kore diktatörü ve Fukushima’dan görseller sergileniyor.

Hatta Türk-Bulgar, Yunan-Makedon sınırlarının dikenli telleri de fotoğraflar arasında.

Diğer dikkatini çeken olay “Photobus” olayı. Genç Alman fotoğraf okulları öğrencileri aralarına başka ülkelerin öğrencilerini de alarak otobüslerinin dışını boyamışlar ve Arles’a doğru yola çıkmışlar. Otobüsü Place Major’a park edip dertlerini anlatmaya başlamışlar. Saman kağıdına bastıkları fotoğraf kitaplarını 10 euro ya satıyorlar. Bir alman öğrenci bizimle ilgileniyor ve bize kitabını ve Photobus’ü  tanıtıyor. “Bithch, I am drowning” adlı kitabını almadığımıza hayıflanıyoruz. Gençleri yüreklendirmek gerek. Ama her taraf fotoğraf kitabı dolu hangi birisini alalım ki? Aldık tabii ki. Festivalin kitabını, Fish Eye dergisinin  festival için hazırladığı kitabı hatta Arles fotoğraf festivalinin 50 yıllık serüvenini anlatan ve  kısa sürede tükenecek kitabını bile aldık. Al, al nereye kadar? Fransız komünist partisi binasının önünde devasa kitap tezgahında Merih Akoğul’un Montreal’de bir mevsim kitabını görmek bizi şaşırtmadı. Bizi şaşırtan onun hala Arles festivali tarafından davet edilmemiş olması. Türk fotoğrafçılarının dünya arenasında yerini alamaması bizi üzüyor. Zaman zaman türk fotoğrafçılarının isimlerini bazı uluslararası fotoğraf etkinlilerinde okumak, görmek yüreğimize su serpiyor. Arles’ın kıdemli türk fotoğrafçılarından Atilla Durak’ı bu sene açılış haftasında gözlerimiz aradı ve memlekete dönmek üzere gara giderken yakaladık. Neden Türk fotoğrafçılarının olmadığını şöyle izah etti. Baş vurmak , festivalde yar alabilmek için çaba sarfetmek gerek dedi. Bu Arles festivalinde türk fotoğrafçı sergisi göremedik ama Emeric Lhuisset adlı Fransız sanatçının sansürün yok ettiği medya için yarattığı gazeteyi bulduk. Sergisini gezdik taraflı politik mesajlarını aldık. Bazı gerçekleri yıllardır gerektiği gibi anlatamadığımız için hata yaptığımızın zaten farkındayız. Gazete/sergi 19 yerin gök yüzlerini ve bulutlarını gösteriyor ama altında olup bitenden haberimiz olmadığını da gözlerimizin içine sokmak ister gibi. Nereleri mi var; Sur, Silopi, Yüksekova, Şırnak, Hasankeyif, Nusaybin, Van, Trabzon, Taksim meydanı/Gezi, Demokrasi parkı/Ankara.

Festivalin sponsorlarına gelince kimler yok ki? Milli eğitim bakanlığından tutun, çeşitli devlet kurumları dışında Olympus, BMW, LUMA, Devlet demiryolları, Kering, Arte, LCI TV, Le Pointe dergisi ve Madame Figaro ve diğerleri…

Festivalle ilgili biraz rakam verelim. Başlangıçta 10 kadar sergi yapılırken 2002 de 45 e çıkıyor. Ziyaretçi sayısı 2016 da 140.000, geçen yıl 140, bu yıl en az 150.000. Ziyaretçilerin sergilere giriş sayısı 1,5 milyonu bulmuş. Yani ortalama 10 sergi geziyorlar. Bazıları benim gibi 20-25 sergi geziyor. Festivali Başkan’lar da ihmal etmiyor. Mitterand da gelmiş Macron’da. Festivale bir gelen bir daha geliyor yani alışkanlık yapıyor. Ziyaretçilerin 2/3 ü eski ziyaretçilerden oluşuyor. Resmi sergi sayısı 50 iken Voie Off diye bilinen paralel festival sergileri küçük makanlara taşıyor ve 160 sergi açıyor.

Bu yıl kadın fotoğrafçıların ön planda. Onur konukları  Susan Meiselas, Helen Lewitt, Sabine Weiss. Ödüllerin çoğu kadın fotoğrafçılara gidiyor. Dior genç fotoğrafçılar ödülünü Çinli 21 yaşındaki Gangao Lang’a variyor. 10.000 euro.  Geçen yıl ödülü Koreli Yoonkyung Jang kazanmıştı. Madame Figaro dergisi ödülünü “Les Vivants, les morts et ceux qui sont en mer” adlı projesi  ile yunan asıllı 40 yaşındaki Evangelia Kranioti alıyor. 8 tane çok önemli kadın fotoğrafçı arasından sıyrılıyor. Bu 8 fotoğrafçıdan Ouka Leele ve  Valerie Belin’in de sergilerini gezdik. Nefes kesici sergiler. Valerie Belin modellerinin yüzlerini boyayarak ve photoshop’u mükemmel kullanarak olağanüstü portreler ortaya çıkartmış. Ouka Leele ise siyah beyaz çektiği fotoğrafları boyayarak kendi imzasını atmış. Ouka dan da çok etkilendiğimi söyleyebiliriz. Festival de çok etkilenmiş olmalı ki Festival kataloğu için onun bir eserini seçmiş. Jürinin ne kadar  Evangelia’nın sergisi Chapelle Saint Martin du Mejan’da. Bize göre Festivalin incisi, lokomotif sergisi. Her fotoğraf bizi bir yerimizden yakalıyor, bir yerimizden yaralıyor. Komşu fotoğrafçı sinema eğitimi almış çok başarılı ve nefes kesici bir sergisi hazırlamış. Önümüzdeki yıllarda fotoğraf dünyasında sık sık ismini duyacağınıza iddiaya girebiliriz.

Arles Ulusal  Yüksek Fotoğraf okulunu kurmuş. Lise sorası master yapmak istemeseniz 2 yıllık bir eğitim. Öğrenciler işlerini Arles tren istasyonun karşısındaki spor salonunda sergiliyorlar. Görülesi işler var. İşler böyle yürüyor. Eğitim önemli. Festivalde bir nokta da bu konuda açılmış durumda.

Ünlü şampanya markası Roederer’in 15.000 euroluk ödülünü ise Macar Mate Bartha aldı. Kafasına torba geçirilmiş askerleri gösteren fotoğrafı ile bize bazı kötü anılar yaşattı. Aslında kafasına torba, kese kağıdı vs geçirerek çekilmiş kendini, kişiliğini gizleyen portre fotoğrafları son zamanlarda çok gözde. Festivalde de çok örneklerini gördük. Bazı fotoğraflarda ise fotoğrafın yüz kısmı yırtılarak veya silinerek kişilik dağılması anlatılmak isteniyor. Hepsi Arles festivalinde… Temmuz ve ağustos ayında açığız gelin bekleriz..

Fotoğrafa meraklı olanlar Arles Festivali’nin adını bir şekilde mutlaka duymuşlardır.

Arles fotoğraf festivalin temelleri 50 sene önce zamanın önemli fotoğrafçılığından Lucien Clergue ve yazar Michel Tournier tarafından atılmıştır. Her yıl 100.000 kadar ziyaretçi ile dünyanın en önemli fotoğraf festivali olarak kabul edilmektedir. Bu sene 50. yaşını dolduracak festivalde yine her yıl olduğu gibi çeşitli kulvarlar mevcut. Bunlar arasında en önemlisi sergiler. Sergiler de kendi aralarında alt gruplara ayrılmış durumda. Örneğin davetli fotoğrafçılar sergileri. Yıldızı parlayan fotoğrafçılar sergileri, doğum günün kutlu olsun sergileri, sanal gerçeklik sergisi, “Öteki” fotoğraf sergisi, görüntü yapılandırma sergileri, yeniden okuma sergileri, yaşam alanları sergileri, “Vücudun silahtır” sergileri gibi alt başlıklar mevcut. Sergilenen önemli sanatçıları arasında sayabileceklerimiz şunlar Susan Meiselas, Berenice Abott, Helen Lewitt, Atwood, Murakami, Marten Parr’ın kitapları, Nan Goldin vb.

Temmuz ayinin ilk haftasında yani açılış haftasında Arles’ın büyük antik tiyatrosunda Suzan Meiselas konuştu bütün fotoğraf yaşamını anlattı.

Arles fotoğraf Festivali’nin kuruluşu ikinci Dünya Savaşından hemen  sonralara rastlar.  Kentin ünlü müzesi bombalanmış olduğu için için müzeye bağış toplama gereği vardır . Müze çağdaş sanatçıları davet eder, bu arada Lucien Clergue’i de fotoğraf bölümünü kurmak için davet eder.

Lucien Clergue’in görevi bir koleksiyon oluşturmaktır. Müzenin müdürü tarihçi Jean-Maurice Rouquette Lucien Clergue ile  birlikte bir mektup yazarlar ve 40 fotoğrafçıya gönderirler. Fotoğraflarından bazılarını müzeye hediye etmelerini isterler. 39 undan olumlu cevap gelir. Bunların arasında Paul Strand, Brassai, Robert Doisneau, Rene Burri, Man Ray, William Klein vardır. Bu ikili yanlarına yazar Michel Tournier’i de alarak 1970 yılında üç günlük bir fotoğraf festivali düzenlerler.

Ellerindeki koleksiyondan dört tane sergi çıkar. Bu yıl 50 incisi kutlanacak festivalin bir önemli yanı da festival fotoğraflarından bir serginin yapılıyor olması bu sergide çok önemli Fotoğrafçıların festival sırasında çektikleri fotoğrafları göreceğiz. Festivalin bu konuda çok geniş bir koleksiyonu olduğu biliniyor. Binlerce olduğu bilinen bu fotoğraf koleksiyonundan festivalde önemli bir sergi yapılıyor

Ünlü İngiliz ressam David Hockney 1985 yılı Festival afişini yapar.  Bu sırada Lucien Clergue’in çektiği fotoğrafları da görüyoruz. Andre Kertez Arles sokaklarını çekmeyi tercih eder. Manuel Alvarez Bravo ve başka bir çok önemli fotoğrafçı da Arles  fotoğraflarını festivale teslim ederler. Son zamanlarda Jane Evelyn Atwood 26 fotoğrafını koleksiyona katmıştır. Raymond Depardon geçen yılki sergisinden sekiz eseri festivale vermiştir. Savaş sonrası yıllarda Fransadaki ilk heyecan geçtikten sonra fotoğrafın merkezi New York’a ve Amerika’nın batı yakasına kaymıştır. Magnum ajansı daha çok röportaj ile ilgilenmektedir 1960’lı yıllarda fotoğrafçı olmak demek fotoğrafın sanatsal ve sosyal yönlerinden uzak durmak anlamına gelmekteydi. Provence bölgesinde Lucien Clergue de bu atmosferden etkilenmiştir. Buna rağmen New York daki MoMa çağdaş sanat müzesinde 27 yaşında ilk sergilenen Fransız fotoğrafçısı olma onurunu da yakalamıştır. Lucien Clergue Jean Cocteau ve Picasso ile arkadaştı. Clergue’in fotoğraf kitaplarında Cocteau ve Picasso’nun  desenleri vardır.  Ünlü şair Paul Elouard şiirleri de kitaplarını süsler. Lucien diğer kurucular gibi Arles’lıdır ve yoğun bir kültürel aktivite içindedir. Tarihçi arkadaşı Jean-Maurice Rouquette Reattu  müzenin müdürüdür ve müzede ilk fotoğraf koleksiyonunu yapan yöneticidir. Üçüncü arkadaşları ise Michel Tournier televizyonda prodüktördür, “Karanlık Oda” adlı sadece fotoğrafa adanmış bir program yapmaktadır. Bu üç Arles’lı entelektüel Belediyenin yaptığı festivalin içine üç günlük fotoğraf festivaline monte etmeyi başarırlar.

O tarihlerde müzelerde fotoğraf yoktur. Festival süratle adını duymaya başlar 1974’te Ansel Adams ve Jacque Henri Lartigue, Henri Cartier Bresson’u ve Brassai’yi ikna ederek festivale katkılarını sağlarlar. Bu festival basit bir fotoğraf kulübünün etkinliği değildir. Tam tersine festival Immogen Cunningham, Marc Riboud, Edouard Boubat, Jeanloup Sieff, Robert Doisneau gibi önemli fotoğrafçıların sergileriyle ilerler ve gelişir. Festival sırasında toplantılar, yuvarlak masa toplantıları ve münazaralar yapılır. Devletin fotoğrafı hak ettiği değeri vermesi için çalışmalar yapılır. Çünkü bu dönemlerde devlet fotoğrafla ilgilenmiyor ve bazı kültürel çevreler de fotoğrafı küçümsüyor hatta aşağılıyorlardı.

Arles Buluşmaları Festivali adı altında festival kurulduktan sonraki 15 yıl içinde Arles kasabası fotoğrafın başkenti olmayı başarmıştır. Bölgedeki bir çok sanatsever bu festivali maddi olarak desteklemiştir. Kurucular da ilk 15 senenin sonunda hala hayattadırlar ve aktiftirler ancak Clergue başkanlığı Bernard Perrine’e bırakmıştır ama her şeyi gözlemeye devam etmektedir. 1974 yılında Clergue’in yarattığı workshoplarla festival yerini sağlamlaştırmıştır ve katılımcı sayısı süratle artmıştır. Gilles Le Querrec, Marc Riboud, Abbas, Ralph Gibson ve Sebastiao Salgado festivali onurlandırlar. Festivale bazı fotoğraf editörleri ve galeri sahipleri gelip fotoğrafçıların fotoğraflarını inceleyip görüş bildirirler. Amatör ve profesyonellerin portfolyolarına bakılır yorum yapılır. Sergilerin sayısı artar. Izis, Lisette Model, William Klein, HCB, Manuel Alvarez Bravo, Willy Ronis onur misafirleri olurlar.

Ancak Arles fotoğraf festivalinin esas  ilgi alanı sunum geceleridir. İlk başlarda Reattu Müzesi’nin avlusunda yapılan geceler daha sonra Piskoposluğun avlusuna geçer. Seksenli yıllarda artık bu avlulara da sığamayan kalabalık antik tiyatroya taşınır. Sergilerde çok sayıda olduğu için müzelerden çıkıp şehrin değişik alanlarına ve değişik noktalarına taşınmak zorunluluğu ortaya çıkar.  Terk edilmiş kiliseler eski hastaneler ve benzeri binalar kullanılmaya başlanır. Bu şirin kasabada fotoğraf festivali 1982 yılında çok önemli bir gelişmeye sahne olur. Kasabada Milli Fotoğrafı Okulu açılır. Bu okulun açılması ardından Arles fotoğrafın başkenti haline gelir. Okulla festival arasındaki derin bağlar bir kazan kazan etkisi yaratır. İkisi birlikte  gelişmeye devam ederler. Seksenli yıllardan sonra festivalde biraz güç kaybı ortaya çıkar. Sponsorların azalması belediye ve basının eleştirileri kurucu başkanın geri çekilmesine neden olur. Yerine François Hebel sahne alır. Hebel henüz 28 yaşında bir gençtir. Sergi alanlarını çoğaltır. Demir yolları işletmesinin eski tren tamirhanelerini festivalin bünyesine katar. Kodak sponsorluğu ile  Annie Leibovitz, Nan Goldin, Georges Rousse gibi önemli isimleri festivale çeker.  Ancak Hebel çok yenilikçi olduğundan yıldırımları üstüne çeker, Magnum’dan aldığı teklifin de etkisiyle festivalden ayrılır. Daha sonraki 15 yıl içinde çok değişik sanat direktörleri arkası arkasına festivali yönetirler. Festival fotoğrafın tüm yönlerini ele alıp genel bir fotoğraf festivali olduğu için Paris’teki fotoğraf fuarıyla rekabet etmeye başlarlar. Ardından “Perpignan görüntü için vize” gibi tematik festivaller ortaya çıkar ve rekabet oluşur. Bu festivallerin hepsi Arles’ı örnek almışlardır.  Bazı festival yöneticileri sadece bir sene durur sonradan tekrar eski işlerine dönerler. Bunlar arasından Agnes Gouvon bir kaç ay içinde hazırladığı programla ekonomik durumu düzeltir. Aslında gelip giden tüm başkanlar kendi bakış acılarına, çevrelerinin de desteği ile festivale değer katmışlardır. Dünyanın bütün ülkeleri festivalde temsil edilmişlerdir. Gelmiş geçmiş başkanların  hiçbiri işletmeci değildir hepsi sanatla ve  fotoğrafla ilgili kişilerdir bu nedenle festival gırtlağa kadar borç içine girer. 2001’de kasabaya komünist  belediye başkanı seçilir. Bu belediye başkanı Herve Schiavetti ve  kurucu başkan Rouquette  festivale Francois Barré adlı üst düzey bir yönetici atarlar. Berré ise  Hebel’i yeniden davet ederek yeni bir iş tanımı ve çalışma programı yapmasını ister. Hebel 2014’e kadar 12 sene boyunca festivali yönetir festivalin mali işleri düzelmiş yeniden dinamizm kazanmış ve halkın gözündeki elit yeri normale dönmüş ve daha geniş kitlelere ulaşması sağlanmıştır.  Hebel Paris’teki Magnum ajansını yönetmiş ve Avrupa Corbis başkan yardımcısıdır, pazar araştırmaları yapmayı ve finansal bilançolar çıkartmayı çok iyi bilen, çevresi geniş etkili bir kişiliktir. Sergi sayısı 50 ye yaklaşır. Festivali profesyonel hale getirir bir bayram havasına sokar ve daha geniş kitlelere ulaştırır. Martin Parr, Raymond Depardon, Christian Lacroix ve Nan Goldin gibi ünlülerden ve çevrelerinden büyük destek görür. 2002 yılında festivale önemli bir ödül koyar. Dijital fotoğrafın festivaldeki yolunu açar. Yeni yeni yükselmekte olan ülkelerin fotoğraflarını tanıtmaya başlar, gece sunumları yerini tamamen sergilere bırakmıştır. Festivalin süresi de temmuzdan eylüle kadar uzamıştır. Daha önceleri resmi olmayan portfolyo okumaları Photo Review & Gallery aracılığıyla profesyonel hale getirilir. Profesyonellerle amatörler arasındaki portfolyo değerlendirmeleri dakikaya ve ücrete bağlanmıştır. Bu okumalar sırasında dikkati çeken portfolyolara sergi teklifleri yapılır. Daha sonraki yıllarda başka ödüller festival süslemeye başlar. Örnek Luma ödülü bunlardan biridir. 2013 yılında 83.000 kişi festivali ziyaret eder. Hebel ile Luma arasında demir yolları işletmesinin alanları yüzünden tartışma çıkar ve Hebel yardımcıları festivalden çekilirler. 2015 yılında Sam Stourdze festival başkanı olur. Genç Sam Stourdze daha önce Lozan Elize Müzesi’nin başkanlığından festival başkanlığına davet edilir. Sam sergiler için yeni yerler özellikle de tarihi mekanlar içinde farklı yerler keşfeder. Festival profesyonelce yönetilmeye başlar. Küratörler artar,  ulusal ve uluslararası kurumlarla ilişkiler geliştirilir. Burslar verilir, araştırmalar yaptırılır. Festival fotoğraf tarihini ön plana alır. Koleksiyonerlerle ilişkileri arttırır. Tematik sergileri tercih eder. Büyük ustaların retrospektif  sergilerini müzelere bırakır. Sam Stourdze daha çok dokümanter fotoğraf ve kurgu fotoğrafları üzerinde durur. Sergiler, arşivlere, amatör dokümanlar ve fotoğraf objeleri birbirlerine karışırlar. Sosyal sorunlar, tarihi anlar Sam’ın ilgi alanına girer. Şehrin belirli bir bölümünde seçilmiş 30 fotoğrafçının fotoğrafları duvarlara yapıştırılır. Festivalde sanal gerçeklik, video ve filmlere yer açılır.  Bu alana da hem bir yarışma hem bir ödüle atanır. Bunların dışında festivalde fotoğraf kitap çok önemli bir yer alır. 1000 metre karelik bir alanda “kitap köyü” denilebilecek büyüklükte yüze yakın uluslararası fotoğraf yayınevinin bulunduğu bir yer açılır. Sam Stourdze bir işletme mühendisi gibi Fransa ve uluslararası platformda ki fotoğraf potansiyelini görerek 40 yıllık festivalin gücü ile festivalin ağırlığını daha da artırır. Festivali Fransa’nın değişik noktalarına taşır. Çin’de paralel bir festivali için Çinli bir ortak bulur ve birlikte Arles festivalini Çine taşır. Günümüzde “Arles Buluşmaları festivali” 50 yıl sonra fotoğraf alanında çok önemli bir rol oynamaktadır. Kurumların fotoğrafı kabul etmesinde ve fotoğrafın geniş kitlelere yayılmasında çok önemli bir rol oynar. Arles’da kurulan Milli Yüksek Fotoğraf Okulunun mezunlarıyla ortaklaşa fotoğrafı dünyanın çeşitli yerlerine tanışmayı amaçlamaktadır. Kurucu başkan Clergue’in başlattığı kurslarla her yıl çok sayıda amatör fotoğrafçı profesyonel fotoğrafçılığa adım atar.  Arles festivali her yaz çok büyük heyecan yaratır  ve çeşitli sergiler ve aktivitelerle dünyanın fotoğraf başkenti olmayı fazlasıyla hak eder.