Bugün sizlerle uzun süredir aklımı kurcalayan bir hastalıktan bahsedeceğim. 

Hemde tam Dünyanın en önemli eski fotoğraf makineleri fuarına gitmeden birkaç gün önce. Belki de yazıyı kendime yazıyorum da farkında değilim. 

İngilizcesi Gear Acquisition Syndrome (G.A.S.).

(G.A.S.) kişinin ihtiyaçlarından, gelir düzeyinden ve yeteneğinden bağımsız olarak önünü alamadığı bir şekilde sürekli bir alet satın alma halidir. Bu fotoğraf makinesi olabilir, bir müzik aleti olabilir. Bir çeşit satın alma bağımlılığı. Kişi Zaman zaman alım gücünün üzerinde bir cihazı almak ister. Bazen de zaten elinde mevcut  olan bir aletin yeni modelini satın alır. G.A.S. hastalığına düçar olmuş kişilerin iş zordur. Toplumlarda insanların %1 i kadarında bu hastalığın görüldüğü varsayılır.

Bir fotoğraf konusuna meraklıyımdır. Etrafımda fotoğrafçı arkadaşlarım da var ve bunlardan bazıları G.A.S. Yakalanmış vaziyetteler. Ben zaten bu işin hastasıyım.

Arkadaşımızın en az üç kamerası var, ayrıca dolabında tozlanmakta olan sayısız lensi var ama yinede yeni çıkan son kamerayı satın almak istiyor. Buna ne demeli?

Halbuki Bu hastalığın yaratıcılık ve fotoğrafçılık üzerinde çok olumsuz etkileri var. 

Ben bu yazıda bu hastalığa yakalanmış kişilere bazı çözüm önerilerinde bulunmak istiyorum. 

Öncelikle bu hayali hastalığın tanınması için bazı  ipuçları vereyim. 

Hastalığın belirli başlı belirtileri şunlar.

1-Fotoğraftan çok fotoğraf makineleri üzerine tartışıyorsunuzdur.

2- İnternette sörf yaparken daha çok fotoğraf makinesi satan ve fotoğraf makineleri üzerine tartışmalar açan sitelerde fazlaca vakit kaybediyorsunuzdur.

Örneğin DP Review en sevdiğiniz fotoğraf makinesi sitesidir. Fotoğraf makinelerinin özelliklerini inceliyor benzerleri ile aralarındaki fiyat farklarına bakıyor ve en yeni çıkmış makineleri gözlüyorsunuzdur. 

3-İçinizde sürekli fotoğraf makinenizi yenileme arzusu vardır. 

Sanıyorsunuz ki en son modeli aldığınızda fotoğraf çekmeniz kolaylaşacak ve daha iyi fotoğraflar çekebileceksiniz.

Aslında çevremde bu etaptan geçmemiş iyi bir fotoğrafçı yok. Ben de dahil hepimiz bunu yaşadık ancak bu hastalığın geçici olmadığı kronikleştiği durumlar tehlike yaratır. Bence fotoğraf makinesinden “araç” olarak bahsetmemiz lazım çünkü fotoğraf makinesi sonuçta fotoğraf çekmeye yarayan bir araçtır. GAS hastalığı zaman zaman nüks edebilir bunu da anlayışla karşılamak gerekir. Günümüz teknolojisi o kadar hızlı ilerliyor ki sürekli yeni ve daha gelişmiş araçlarla karşılaşıyoruz. Ve bunları yeterince iyi tanımıyorsak fotoğrafçı arkadaşlarımızın yanında boynumuz bükük kalabiliyor. Ne yapmalı?

İllaki bir şey yapmak lazım çünkü o fotoğraf makinesi bu fotoğraf makinesi arasında sıkışmış, koşturup duran bir fotoğrafçının hayatı çok zordur. Kendisi de perişandır yakın çevresi de! Burada ciddi tehlikeler söz konusudur. Belki benim iPhone fotoğrafcısı olmamdaki en büyük etki de bu sendromun üzerime yapışmakta olduğunu hissetmem ve buna reaksiyon olarak bütün makinelerini satıp sadece iPhone’la fotoğraf çekmeye yönelmiş olmam. Aslında bütün makinelerime sattığını söylemem gerçekleri pek yansıtmıyor. Çünkü elimde halen sadece bir tanesini kullandığım 20 kadar filmli makine var. Bu makineleri evimi süslesin diye ve koleksiyon olarak saklıyorum.

GAS hastalığı fotoğrafçının dengesini bozar onda bir felç yaratır, ilham kaynaklarını da yok eder. Fotoğrafçının yaratıcılığı yok olur. Sanattan çok araca yönelir. Bu sendroma yakalanmış fotoğrafçı yaratıcı bir adım atmakta sorun yaşar çünkü çekeceği fotoğrafın elindeki fotoğraf makinesi nedeniyle yeterince iyi çıkamayacağını düşünür. Ya bir objektifi eksiktir ya bir ışık kaynağı yetersizdir ya bellek kartı yeterince süratli değildir. Ona göre fotoğraf makinesi yeteri kadar performanslı da olmayabilir.

Kötü fotoğraf çektiğinde  suç daha çok elindeki malzemeyle ilgilidir hiçbir zaman kendi kendisini sorgulamaz, yeteneklerini ve tecrübesini yargılamaz doğrudan doğruya elindeki araçlara hücum eder.

Bu alet edevat oburluğu ve yeni fotoğraf makinesi alma alışkanlığı ve arzusu fotoğrafçıda zaman zaman üretici değiştirme arzusunu da beraberinde getirir. Canon’un renk tonlarının daha iyi olduğunu, Nikon’un video video çekimlerinin daha üstün olduğunu Sony’nin daha keskin sonuç verdiğini düşünür. Bunlar onun en önemli bahanelerdir, markaları arasında dolaşır durur. Ancak bu durumda marka değiştirmek de sorunu çözmez çünkü yeni aldığı markada bu sefer eski alışkanlıklar söz konusu olur. Yeni makinesine alışmakta güçlük çeker. Yeni alışkanlıklar kazanmak gerektiğinden  yeni sorunlar ortaya çıkar. Böylece kısır bir de döngünün içine düşmüş olur. Oysa fotoğraf makinesi fotoğraf sanatçısının bir aracı olarak kalmalı ona yaratıcılığı boyunca eşlik etmelidir. Fotoğraf makineleri ile yarış etmek baştan kayıp edileceği belli bir yarışı başlatmak demektir.

Oysa üreticiler her gün yeni fotoğraf makineleri, yeni lensleri, yeni aksesuvarları çıkarıyorlar. Bu yeni çıkanların hepsi birbirinden daha performanslı, daha hızlı, daha çekici ve pahalı.

Aslında bu malzemelere gerçekten ihtiyacımız var mı? En iyi malzemeyi almak veya daha çok malzeme almak daha iyi fotoğraf çekeceğimizi daha iyi fotoğrafçı olacağımızı gösterir mi? Bence hayır! 

İyi fotoğraf çekmek için her zaman en iyi malzemeye sahip olmak gerekmez bazen en basit makinelerle bile en iyi fotoğrafları çekebiliriz. 

Bu noktada ara Güler’in söyledi söylediği güzel söze gelmek istiyorum.

“En iyi makina en iyi fotografı çekseydi en iyi daktiloya sahip olan da en iyi romanı yazardı.”

Ara GÜLER

Bir de benim iyi fotoğrafla ilgili yazdığım yazıya gönderme yapacağım.

Aslında her fotoğraf makinesinin bir  amaca yönelik olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Sensörler, formatlar amaca göre değişmektedir. Spor fotoğrafçılığı ile Sokak fotoğrafçılığının fotoğraf makineleri tabii ki birbirinin aynı olmamalıdır. Birinde sürat önemli iken diğerinde makinenin küçük olması aranır.

GAS hastaları çoğu kez yeni fotoğraf makinesi aldıklarında hayal kırıklığı yaşarlar. Var olduğun düşündükleri özelliklerin yeni aldıkları makine ile örtüşmediği kanaatine varırlar. 

Bu, “hedonik adaptasyon” adı verilen bir fenomen ile açıklanmaktadır: İnsan her zaman durum değişikliğine uyum sağlar. Fotoğrafta ise, her zaman daha iyi bir şeye alıştığımız anlamına gelir. Bu neden böyle olur?

Psikolojik olarak insan asla mutlu değildir ve her zaman yapmadığı şeye odaklanır

Ayrıca, insanoğlunun kendisinden daha fazlasına sahip olanlarla maalesef kendini karşılaştırmaya eğilimi vardır.

İnsan doğal olarak, özellikle tüketimin bir kült olduğu modern toplumlarda yetinmeyi ve şükretmeyi unutmuştur. Bu bir eleştiri değil, akılda tutulması ve hatırlanması gereken bir olgudur.

GAS ile nasıl savaşılır?

1- Alışkanlıklarınız ve fotoğraf alışkanlıklarınız hakkında daha fazla bilgi edinin.

2- Çok fazla malzemeye sahip olmak sizi fotoğrafçı arkadaşlarınız arasında daha itibarlı yapabilir eğer profesyonel fotoğrafçı iseniz müşterilerinizin gözünde daha güvenilir hale getirebilir, ama yaratıcılığınızı köreltir. Oysa yaratıcığınızı arttırmak için sadece neye ihtiyacınız olduğunu doğru belirleyip araçlarınızı azaltmalı ve basitleştirmelisiniz. En çok kullandığınız maninenize odaklanmalısınız.

Alışkanlıklarınızı gözden geçirin. Böylece elinizdeki fotoğrafla ilgili malzemelerin çoğuna ihtiyacınız omadığın anlayacaksınız. Kendinize hedefler koyun. Belirli bir süre tek gövde ve tek objektifle fotoğraf çekin. Böylece bu objektifin avantaj ve dezavantajlarını iyice anlayacak ve nerelerde kullanacağınıza karar vereceksiniz.

3- Elimizdekilerin kıymetini kaybedince anlarız. O nedenle  elimizdeki araçları kullanalım.  Gerçek kullanım alanlarını saptayalım. İhtiyaçlarımıza göre elimizde tutup tutmamaya karar verelim.

4- Fotoğraf makinelerini, lensleri ve ışıkla ilgili malzemeleri satın almak yerine ihtiyacınıza göre kiralayın. GAS hastalığınız nüks ettiği durumlarda ya kiralayın hatta daha iyisi arkadaşınızın yeni makinesini bir kaç gün veya bir kaç saat alın deneyin.

5- Bu hastalığı bertaraf etmede uzun süreli kiralama veya varsa leasing yöntemlerini denemek de akılcı bir yaklaşım olabilir.

6- Projelere odaklanın. Projeler araç seçiminizde rol oynayabilir. Düşüncelerinizin fotoğraf makinenizi seçmesine olanak sağlayın, fotoğraf makinelerinizin sizi konu seçmeye yönlendirmesine ise izin vermeyin.

7- Bir fotoğraf makinesi almadan önce güvendiğiniz birisi size izin versin. O izin vermediği sürece fotoğraf makinesi almayın. Hatta belirli fiyatların üzerinde yapacağınız araçların alımı için ikna edici raporlar hazırlayın. Bakalım sizi kontrol eden kişiyi ikna edebilecek misisniz?

8- Eğer profesyonelseniz bir malzeme satın almadan önce şu soruları kendinize sorun;

Bu yeni makine neyi çözecek?

Çalışma sürecimi nasıl geliştirecek?

Ciro mu arttıracak mı?

Daha ucuz başka çözümler var mı?

İhtiyaç mı arzu mu?

İhtiyaç mı arzu mu? konusu çok önemli bir konudur ve her satın alınacak malzemeye uygulanabilir. Bu soruyu ne alırsanız alın kendinize sorun bir kez. Çünkü genelde arzu ve ihtiyaç birbirine karışır. Bir bilgisayara ihtiyacınız mı var yoksa bir bilgisayar mı almak istiyorsunuz. Bunu çok iyi düşünüp değerlendirmeli. Almak da isteyebilirsiniz tabii ki buda bir mahsur yok ama bilinçli olmalı.

GAS ile savaşmak sizi daha iyi bir fotoğrafçı yapar.

Yeni çıkan makinelerin karşılaştırdığı web sayfalarının karşısında vakit kaybedeceğinize dışarı çıkıp fotoğraf çekin. Yeni bir makine almak için yanıp tutuştuğunuzda bilgisayar başında duracağınıza gidip fotoğraf çekin. Bilgisayarın karşısında kaybedeceğiniz sürede fotoğraf çekerseniz belki de elinizdeki makinenin o kadar da kötü olmadığını anlarsınız. Kendinizi araç gereç oburluğundan kurtarabilirseniz tasarruf da etmiş olursunuz. Bir taşla iki kuş. Hem daha iyi fotoğrafçı, hem de daha ekonomik insan. 6000 TL lik yeni bir makine alacağınıza o para ile seyahate gidin fotoğraf çekin. Tabii ki fotoğraf çekerken makine önemli bir faktör ama herşey anlamına gelmiyor. Kendini geliştirme, fotoğrafçı gözünü oluşturma, paylaşım da bir o kadar önemli konulardır.

Parayla saadet olmaz dedikleri gibi fotoğraf makinesi ile de fotoğrafta aradığınız mutluluğu bulamazsınız. Elinizdekiyle yetinmeyi öğrenin, onunla daha iyi fotoğraflar çekmeye çalışın.

Fotoğraf konusunda okuyun, fotoğraf gezilerine katılın, ustaların fotoğraflarına bakın, fotoğrafa dair düşünün, yazın ve fotoğraf çekin, düzenleyin ve paylaşın. Bunu cep telefonunuzla bile yapabilirsiniz.


    Hocan kimse onun dersini alırsın.

                                Manol Kordomenidis

Hocalık bizde çok önemlidir. Yukarıdaki söz muhtemelen anonim bir deyiştir ama ben onu Manol Hocama malettim. Söz kime lazımsa onundur zaten. Her verdiğimiz bilgiye referans göstermeyi de hocalarımızdan öğrenmedik mi?

Fotoğrafta benden 10 yaş küçük Merih Akoğul, Photoshop’ta da 15 yaş küçük Hayri Şentürk hocalarım oldular. Bizde adet bize birşey öğreteni hoca olarak kabul etmek onu “Hocam” diye selamlamaktır. Tavla oynadığımız komşumuz Süleyman Bey de “Hocam”dır. Yelkenlide bana dümen bırakan kaptan da “Hocam”dır. Memleketimde bu böylesine yaygındır. Bu ülkede hoca çoktur, sayıları doktor ve hukukçuların toplamından 2 defa daha fazladır. Onun için hocalara çok değer verilir bu yanız ve güzel ülkede. 

Esas hocamız ise diplomamızın altına imzasını koyup  “ Bu öğrenci kişi kanunlarımızın şu maddesine göre bundan böyle bir KBB kliniğini tek başına yönetmeye ehildir ” diye sorumluluk alan kişidir.

Benim KBB alanında çok hocalarım oldu. Hepsinden farklı şeyler öğrendim. Burada onları saygıyla selamlıyorum.

İlker Tezel Hocam ve İbrahim Hızalan hocalarım kulak hastalıklarını öğretir elime sevgiyle Rosen bıçağını verirlerken bir yandan da nezaketi öğrettiler. Tonsil ekartörünü nasıl tutacağımı, nasıl düğüm atacağım Selçuk Onart Hocamdan öğrenirken cerahide soğuk kanlı olunması gerektiğini de öğrendim. Bir hafta kıdemsizim ama yaşça bir yaş büyük Faruk Şahinden dostluğu nöbet arkadaşlığını ve daha bir çok şey öğrendim. Askerliğin KBB ihtisasından daha kolay olduğunu da o öğretti bana. 

Bana resmi olarak hiç hocalık yapmadan da rehberim olan ve kendisini örnek aldığım “Hocalarım” da oldu. Muharrem Gerçeker, Emin Mumcuoğlu, Fikri Şenocak, Behbut Cevanşir, Sefa Karatay, Hikmet Altuğ, Atıf Kutlar, Ertan Dumanlı, Nazmi Hoşal, Orhan Cura, Övünç Günhan, Yücel Tanyeri, Dilaver Özturan, Önder Doğan, Turgay Han hatta kardeşim Melih’ten de öğrendiğim çok şeyler oldu. Buraya isimlerini sığdıramayacağım daha bir çok “Hocalarım” oldu benim. İşte bu yüzen kendimi çok şanslı hissediyorum. 

Ama benim “EN” hocam Metin Arat oldu. Bana sadece hoca gibi değil, bir baba bir arkadaş gibi davrandı Metin Hocam. Odasını biz asistanların nöbet odası olarak açtı. Nöbetlerimizde odasında yumurta pişirip ortalığı kokutmamızı hoşgörüyle karşıladı. Evinde yatırıp yemeğini paylaştı benimle. Demokrat, toleranslı, çalışkan, çok yönlü iyi bir insandır Metin hocam. Bana KBB fizyolojisinin ne kadar önemli olduğunun yanında nasıl yaşamam gerektiğini de öğretti. Bana kararlarımda gönül gezdirmemeyi, 60 yaşından önce emekli olamamın iyi bir şey olduğu gibi çok hayati bilgiler de aktardı.

Onu hürmetle yadediyorum…

NUR İÇİNDE YAT METİN HOCAM

GİZEMLİ DADI, FOTOĞRAFÇI VİVİAN MAİER

(Fotoğrafın Van Gogh’u)

Paris’te 2013 yılında siyah beyazlarını sergileyen Les Douches La Galerie bu yıl Vivian Maier’in renklilerini sergiliyor.

Küçük ikinci kattaki galeriyi  büyük bir kalabalıkla birlikte gezdik. Serginin bu kadar ilgi toplamasından ve hiç görmediği simaları galerisinde görmekten galeri sahibesi de şaşırmış durumdaydı.

Bu sayıda konumuz işte bu serginin sahibi, çok ilginç fotoğrafçı kimlik Vivian Maier. Chicago’da 40 yıl dadılık yaparak para kazanmış muhtemelen genç yaşında yaşadığı bir taciz sonucu erkeklerden nefret eden içe dönük bir kadın. Çocuklarına baktığı ailelere fazla bilgi vermekten kaçınan ve odasına kilit takılmasını koşul tutan bir kişi. Borçları nedeniyle 2007 de açık arttırmayla satılan eşyaları arasından çıkan fotoğrafların kendisine ait olduğu da 2009 da ölüm ilanının tesadüfen görülmesi sonucu ortaya çıkıyor. Esas işi emlakçılık olan Chicago’nun eski fotoğraflarını bulmaya çalışan  John Maloof, bir müzayedede Vivian’ın negatiflerine 380 dolara sahip oluyor. Dadılık yaptığı yıllarda on binlerce fotoğraf çekip bunları kimseye göstermeyen hatta banyolarını bile yaptırtmayan, ABD’nin en önemli sokak fotoğrafçılarından kabul edilmesi gerekirken 83 yaşında yalnızlık ve sefalet içinde ölen bu önemli fotoğrafçı gerçek bir feminist bir sosyalist hatta bir anarşistti.

Vivian Maier çok nedenden dolayı sıra dışı bir fotoğrafçı. Neden derseniz gelmiş geçmiş “En iyi Sokak Fotoğrafçıları” arasında dördüncü sırada adının geçmesi. Google arama motoruna Dünyanın en iyi sokak fotoğrafçıları diye sorduğunuzda en başta çıkan expertphotography.com size 17 fotoğrafçı sayıyor. Fotoğrafla biraz ilgili bir kişiyseniz bu Fotoğrafçıları çoğunu tanırsınız. Vivian Maier bu fotoğrafçıların arasına nasıl girmiş olabilir sizce? Geçen asrın gözü olarak anılan efsane hümanist fotoğrafçı, foto muhabir Henri Cartier Bresson’dan 3 sıra arkada Andre Kertesz den ve Robert Frank dan önce gelmesinde bir keramet olmalı diye düşünürsünüz. Bu kadar özel ne yapmıştı da bu kadar önemli bir sokak fotoğrafçısı olarak nam salmıştı? Joseph Koudelka’nın “Çingeneler”, “Sürgün” gibi projelerine benzer projeler mi yapmıştı.?

Lee Friedlander gibi uzunca süre Esquire ve Sports Illustrated gibi dergilere fotoğraf mı vermişti?

Yoksa W.Eugene Smith gibi geçtiğimiz yüzyılın başında fotoğrafta hikaye akımına öncelik mi etmişti?

Belki de William Klein gibi sokak fotoğrafçılığında geniş açı, teleobjektif, doğal ışık, bulanık fotoğraf tekniklerimi geliştirmişti?

Elliott Erwitt in yaptığı gibi kandid dokümanter fotoğrafçılıkla uğraşıp günlük yaşamın garipliklerini mi gözlemişti.

Robert Frank ın “Americans” kitabı gibi bir kitap mı bastırmıştı? Robert Doisneau gibi yaşam boyu sokakları dolaşıp fotoğraftan  para kazanmak için mi uğraşmıştı?

Hayır Vivian Maier Dünyanın en önemli isimleri arasına girmek için bunların hiç birini yapmamıştı. 

Ancak bir sokak fotoğrafçısının sahip olması gereken tüm özellikleri üzerinde toplayıp bütün bir yaşam gizli gizli fotoğraf çekmişti.

Sokaklarda boş vakitlerinde fotoğraf çekip bunları yatağının altındaki valizlere doldurmuştu.  

Çektiği fotoğraflar ölümünden sonra bir müzayedede fark edilip Vivian Maier’i  meşhur etmişti. 

Bu gizemli kadın para kazanmak için dadılık yapan Fransız bir anneden 1926 da doğmuş sıradan bir Amerikalıydı. Anne ve anneannesi de Amerikada iş bulmaya gelmişlerdi. Erken yaşta babasız kaldı. Van Gogh gibi ölümünden sonra ünlendi. Bu fotoğraf dünyasında ölümden sonra ünlenmek resimdekinden farklı olarak çok nadir bir olaydır.

Hiç evlenmemiş hep çocuk bakmış ve çocukları gezdirirken veya izin günlerinde önce Rolleiflex’i ile siyah beyaz ardından Leica’sıyla renkli fotoğraflar çeken Vivian Maier yaşam boyunca 150.000 kadar kare fotoğraf çekmiş.

Profesyonel Robert Doisneau’nun çektiğinin üçte biri kadar fotoğrafı olmuş. Bu bile heyecan verici, inanılması güç bir rakam.

Vivian Maier gerçekten böyle bir üne kavuşmak için gücünü nereden alıyor? İşte bütün mesele bu.

Bence sokak fotoğrafçılığının tüm kurallarına bilerek veya bilmeden sıkı sıkıya bağlı kalmış. Cesur, mükemmel bir gözlemci, çok iyi bir kompozisyon ve ışık bilgisine ve tekniğe sahip. 

Büyük fotoğrafçılar arasına girerken Robert Capanın “fotoğrafın iyi değilse yeterince yakın değilsindir” söylemine çok dikkat ettiği görülüyor. Bu yaklaşımı belli ki bilinçli çünkü fotoğraflarının çoğunda bu özelliğe rastlıyorsunuz .

Elliott Erwitt’in dediği gibi fotoğrafa “sıradan ortamlarda sıra dışı ilginç bir şeyler çıkarmak üzere” yaklaşıyor.

Belli ki ciddiye alınmamaya, kalabalığa karışmaya, sokaktakilerden biri olduğunu karşısındakine inandıran bir yapıya sahip.

Belli ki Andre Kertesz gibi sadece görmüyor çektiği fotoğrafla bütünleşiyor o fotoğrafı hissediyor. Olduğu gibi oluyor, kimseyi taklit etmeye çalışmıyor. 

Aslında Vivian Maier fotoğrafa damdan düşer gibi girmemiş fotoğrafla ilgili annesinin bir arkadaşından bir süre fotoğrafla ilgili bilgiler almış.

 Kısa bir süre stüdyoda çalışmış. 

Annesinin memleketi Fransız Alplerinde çektiği manzara  fotoğraflarını kartpostal olarak satmaya çalışmış.

 Bazı düğün derneklerde fotoğraf çekmiş hatta ressam Dali gibi bazı ünlülere rastladığında onların da fotoğraflarını çekmiş.

Rolleiflex makinesini göbek seviyesinde tuttuğu ve üstten baktığı için konusuna çok yaklaşabilmiş ve fotoğraf çektiğini  hissettirmeden doğallığı yakalayabilmiş.

Fotoğraflarını tanıtmaya yönelik bazı  girişimleri olmuş ancak bu arzusu karşılık bulmayında galerilere küsmüş ama fotoğrafa küsmemiş, aynı tutkuyla fotoğraf çekmeye devam etmiş. Muhtemelen içe dönük hassas yapısı bunda rol oynamış.

Fotoğrafçıyı anlatan başka özellikleri ise tutku ve adanmışlık. Hatta Dikizcilik . Kendi hayatını bir sır gibi saklarken başkalarının yaşamına kafadan girer Vivian. Başkalarına « Ben gizemli kadınım » « yaşamım kutuların içinde”hatta “ben bir casusum”  diyen bu gerçekten gizemli kadın Vivian Maier ‘in yaşamına girdiğimizde bazen adını bile gizleyip başka isimler kullandığını görüyoruz.

Fotoğrafına gelince müthiş portreler çektiğini görüyoruz. Her tür insana yaklaşabilmiş garibanlar bakımsız yersiz yurtsuz kişiler işçiler yanında şık kürklü süslü şapkalı zengin kadınları da fotoğrafına konu etmiş. Çok sayıda Otoportre bırakmış. Bu oto-portrelerden bazıları kırık aynalarda yansımalar 

şeklinde bazıları da dükkanların Vitrinlerinden yansımalar şeklinde. Gölge oyunlarını da çok seviyor kendi gölgeleri veya başkalarını gölgeleriyle fotoğraflar yaratıyor.

Tecrübeli sinemacı Charlie Siskel’in Vivian Maier belgeseli ile fotoğrafçının tüm dünyada kısa sürede tanınmasına büyük bir katkıda bulunduğu kesin. Sürükleyici senaryosu, aksamadan artan ritmi, birbirinden ilginç sürprizlerle Finding Vivian Maier güzel bir dokümanter film. Bu film le başlayan tanıtım, bir çok kitapla devam etti. Fotoğrafları ilk bulan John Maloof un Vivian Maier: Self-Portraits adlı kitabı yine aynı yazardan Vivian Maier : A Photographer Found adlı kitap takip etti. Pamela Bannos’un Vivian Maier: A Photographer’s Life and Afterlife adlı kitabı ve bu yıl çıkacak Ann Marks’ın Vivian Maier Developed: The Real Story of the Photographer Nanny adlı kitabı bu gizemli kadın fotoğrafçı ile daha fazla bilgi arayanlar için doğru kitaplar.

Les douches La Galerie de 2018 de Joel Meyerowitz tarafından hazırlanan Vivian Maier; The Color Work adlı kitap da sergi nedeniyle satışa sunulmuştu. Eserler 200 $ dan başlayan fiyatlarla satışa sunulmuştu. İnsan ister istemez “Ben de biraz bitpazarı gezsem de bir fotoğrafçı bulup çıkartsam” diye düşünmeden edemiyor. Vivan Maier’i bulup ortaya çıkartan John Maloof’un keyfine diyecek yok diyenler çoğunlukta..

Koku Alma ve Sanat

Sanat bugün heryerde, sınır tanımıyor. Çöp de sanat oluyor, para da, çevre kirliliği de, arekoloji de, koku da.. Sanat burnumuzun içinde. Koku almayı sanatta ilk kullanan Benjamin Péret. Pisuvarı ilk defa sergi salonuna sokak ünlü sanatçı Marcel Duchamp’la birlikte 1938 de Uluslararası Sürrealizm Fuarında sahne arkasında kahve kavururlar. (1)

İkinci hareket 1965 de Fluxus kurucu üyesi Takako Saito’dan gelir. Sahneye koku şişelerinden oluşan bir santranç çıkartır. Fluxchess adını verdiği bu satrancı New York Soho’daki Flux mağazası için bir başka Flux kurucu üyesi Georges Maciunasa yapmıştır.(2)

Baharat satrancı ve koku satrancı için örnek vermek gerekirse Şah şeytantersi diye de bilinen asafoetida adlı bahatat tan yapılmıştır. Vezir Cayenne biberinden ve fil kimyondan yapılmıştır.

1978 de belçikalı sanatçı Guy Bleus “Smell Manifesto The Thrill of Working with Odours” adlı kokularla çalışmanın heyecanı, koku manifestosunu adlı manifestoyu yayımlar. Bu manifesto ile ilk sergisi de gelir. Sergide kokua resimler, objeler, aromatik instalasyonlar ve koku performansları

Sayfa / 2 11

vardır. İki yıl sonra Saint Picasso adlı sanatçı seyircilere Fransanın ünlü parfüm kasabası Grasse kasabasından ürettiği parfüleri sıkar ve duvara yanarak koku çıkaran bir zamk ile adını yazar.

1994 de Clara Ursitti adlı sanatçı İskoçya Çağdaş sanatlar Merkezinde kurguladığı küçük özel odada hareket sensörleri ve koku vericilerle bir performans düzenler. Adını da Kokulu self-portre koyar. (3)

Sayfa / 3 11

2009 yılında Gugenheim önemli bir koku-müzik etkinliğine sahne olur Nico Muhly’un bestelediği Scent Opera (Koku Operası) çalınırken , ünlü fransız parfümcü Christophe Laudamel 148 koltuğa yerleştirdiği koku verici aygıtlarla dinleyenlere değişik kokular püskürtür. Kokular üç değişik grupta sınıflandırılmıştır. Doğla olanlar, sanayii tipi olanlar ve Mutlak Sıfır grubunda olanlar.(4)

Brian Goeltzenleuchter “Sillage” adlı eserinde vatandaşlardan çeşitli mahalle kokularını tanımlamalarını ister. Bu kokuları üretip sergi alanına püskürterek izleyicilerin duygularını değerlendirir. Bu sergi 2014 de Los Angeles Çağdaş sanat enstitüsünde ve 2016 da Baltimore daki Walters sanat Müzesinde sergilenmiştir.

Frederico Diaz Çek sanatçıdır. Tasarladığı eserle insanların altın bir gözyaşı karşısındaki 5 dakikalık beyin dalgalarının oraına göre bir koku karışımı yaratıp kendilerine hediye eder. Shangai’deki sergisi 2012 yılında yapılmıştır. https://www.youtube.com/watch?v=SQhHIFhDe-Q

Önemli Olfactory art sanatçılarından bazıları şunlardır; Peter de Cupere, Sissel Tolaas, Guy Bleus, Azzi Glasser, Brian Goeltzenleuchter, Christophe Laudamel, Annick Menardo, Gayil Nalls, Maki Ueda, Clara Ursitti.

Sayfa / 4 11

Yıllarca boş bir alan olarak kalan koku ile yapılan sanat son yıllarda giderek artmıştır. Performans ve enstalasyonlarla yeni yaratımlara gidilmiştir. Koku geçici olduğundan daha çok performans ve enstalasyonlara yönelmiştir. Koku kaçıcı olduğu için koku ile yapılan sanat bu nedenle izleyicinden zaman ister kokunun kaçışı sırasında orada olmasını ister.

2000 yılında Michel Blazy galerinin duvarlarını havuç ve patates püresi ile kaplar. Taze ve bayatlamış olanlar zaman içinde değişik kokular, renkler almakta üzerlerinde oluşan küfler de duvarları renk ve koku olarak değiştirmektedirler. Blzay’nin eseri gerçekte bir yemek tarifidir. Bunu gerçekleştirmek için herhangi bir girişimi olmaz sadece tesadüfün, doğanın işini yapmasını bekler. Biraz Duchamp yaklaşımıdır bu. Blazy müze çalışanlarına püreleri nasıl yapacaklarını ve nerelere nasıl süreceklerini söylemiştir. http://www.artwiki.fr/wakka.php?wiki=MichelBlazy

Sophie Calle “Paranın kokusu” adlı sergisinde 9 aralık 2003 yılında Cartier Vakfında Francis Kurkdjian yıllarca dünyayı dolaşmış bir doların kokusunu oluşturmasını ister. Kağıt, yeşil mürekkep ve ellerden gelen ter ve yağ kokusunun karışımı… http://artshebdomedias.com/article/050216-art-olfaction-odeur-encensee/

Sayfa / 5 11

Julie Fortier nin Kokulu koku sanatı; sanat dünyasına önce fotoğraf ve video ile başlayan, manzara ve performansı ı deneyen ve süratle yeme-içme sanatına ve ardından da koku sanatıa gelir. Olfactory art konusunda önemli işlere imza atmış genç bir belçikalı sanatçı. Aşağıdaki fotoğraf “La chasse- Av “adlı eserinin fotoğrafı 2014 yılındaki sergisinden alınmıştır. Sanatçı ürettiği 80.000 değişik kokuyu ince kağıtlara sürüp bir sanat merkezinin duvarına asmıştır. .https://www.juliecfortier.net

Sayfa / 6 11

Eduardo Kac, Osmobox ve “Feeling of smell” sergilerini 2014 yılında gerçekleştirmiştir. Katz diye telaffuz edilen Kac, Brezilyalı genç bir sanatçıdır. Daha çok internet üzerinde interaktif yaptığı sanatla ve bioart ile bilinir. 80 li yıllarda telekomünikasyon sanatı diye bir sanatın öncüsü olmuştur. Şimdilerde genetiği ile oynanmış organzmalarla “Transgenetik sanat” diye bir sanat alanına girmiştir. Çeşitli ülkelerde sergiler açan ve Yeşil Fluoresan tavşan adlı eseri ile adından bahsettiren Kac olfactory eser olarak osmoboxe dediği koku kutularını yaratmıştır. Dış görünüşleri aynı olan kokular percereleri açıldığında ziyaretciye farklı bir koku salar. Bunlar parfüm değildirler. Gizli kokulardır. Her kutu farklı koku saldığından ziyaretci her kutuyu açar. http://www.ekac.org/index.html

Sayfa / 7 11

Ernesto Neto’da Kac gibi uluslar arası çağdaş sanat alanında en çok tanınan Brezilyalı bir sanatçı. Eserleri abstre minimalizmin ötesinde eserler olarak tanımlanabilmektedir. Eserleri tüm sergi alanını dolduran yarı-vücut, yarı-mimari, biomorf ve büyük yumuşak heykellerden oluşuyor. Malzeme, koku, denge ve yer ana temaları. Seyircisi ile iletime geçmeyi seven eserler. Heykelleri beyaz poliamidden yapılmış zamk gibi uzayıp şekil değiştirebiliyor. Sanatçı bunların içini kokulu baharatlarla doldurur.

Odorama denilen marjinal sanatsal yaklaşım ise daha çok sinema sanatına eşlik eder. Örneğin Angela Ricci Lucchi’nin yönettiği 1975 yılı yapımı Alice Profumata di rosa adlı film’de salona koku salınmıştır. 1981 yapımı Polyester adlı John Waler filminde ise içeri girerken seyirciye dağılılan kartın üzerindeki rakam filmin uygun yerinde kazındığında piza, zamk, çiçek ve dışkı kokusu alınmaktadır. Aynı oyun TV için de yapılmıştır. Telerama dergisi kartları dağıtmış Televizyonunlarında Nuls ( Hiçler) adlı 1988 yılı yapımı filmi seyreden izleyiciler dergiden çıkan kartı kokladıklarında dışkı kokusuna maruz kalmışlardır. 2014 yılı ürünü Kanadalı yönetici Nguyen’in “Koku” adlı oscar adayı film ise bu konudaki sanat olmasa bile sanatı anlamamıza büyük katkı sağlayacak bir dokümanter. Koku ile ilgilenen herkesin izlemesi gereken bir film. http://theempireofscents.com/#movie

Sinemadan tekrar plastik sanatlara dönelim. Sissel Tolass Norveçli bir kimyager ve sanatçı. provokatör, güzel kokmanın üzerine gidiyor. Salona elindeki koku şişesiyle giriyor ve salondakilere “Dikkat edin bu kokuya tahammül etmek zordur” diyor. Elindeki flakonu açık içindeki kokuyu salona yayınca izleyiciler çok rahatsız oluyorlar. Çünkü yayılan koku leş, sıcak kan, barut, ıslak toprak, ter ve çürüme kokularından olumuş bir koku. Salondakilerdeki bu kusma derecesindeki rahatsızlığı görür görmez ekliyor Sissel Tolaas “Ben size demiştim rahatsız olacaksınız diye, bu birinci dünya savaşı kokusu çok fena duygular uyandırır”. Almak askeri müzesi tarafından sipariş edilen bu eseri düşünüp ortaya çıkartmak bence en az kimya kadar sanatın da işi. Tolaas varoluşunu simgeleyen sis, yıldırım, yağmur gibi öğelerin üzerlerine de gidiyor. Burnunu bu meteorolojik etkenleri algılamak üzere kullandığını iddia eden sanatçı bir gün Newton2un kafasına düşen elma durumunda hissediyor kendisini. Bu uyanış bir tutkuya dönüşüyor. 7 senede 7000 tane koku yaratıyor. Ardından burnundan haberi olmayan kitleleri uyarmak için çalışmaya başlıyor. Bunun de en güzel yolu sanat tabii ki. Parfüm sanayii sadece güzel kokulara yönelmiş ve tamamen kazan amaçlı, kendisi koltuğunun arkasına üzerinde No 5 Chanel yazılı bir çöp torbası ile insanlara güzel kokulardan önce kokuları tanımalarını öneriyor. Kokuları iyi veya kötü diye ayırmayalım diyor. Kendisi parfüm kullanmıyor, kokulu mum yakmıyor kendi kokusunu parmak izi gibi üzerinde bulundurmak istiyor. Neden saklamalıyım diye de sorguluyor. 1996 yılında Oslo Çağdaş sanat müzesinde aynalı kabinlerdeki koku performansı ile le MoMA à New York, la Fondation Cartier à Paris, la Serpentine Gallery à Londres, Venedik Bienalinde de yükselen yıldız sanatçı oluyor. 2004 yılında uluslararası koku şirkei International Flavors and Fragrances (IFF) kendisinin emrine ortamdaki her kokuyu algılayabilen çok gelişmiş bir araç veriyor. Bu araç hayatını değiştiriyor. reddettiği parfüm dünyasına mesajlar vermesini sağlayan sanatını ve araştırmalarını bu araçla gerçekleşitiriyor. Görsel malzeme ile satüre olmuş dünyayını koku duygusunu uyararak başka bir boyuta geçmesini sağlamaya çalışıyor. sanatçının bir görevi de insanların uyanışına, varoluşlarını farketmelerine katkıda bulunmak değil midir. Tolaas düşüncelerimizi değiştirmeye devam ediyor. Adidas’tan aldığı kullanılmış ayakkabıların (David Becham’ın ayakkabısı da dahil) içindeki bakterilerden peynir yapıyor. Önce insanlara tadım yaptırıyor insanlar çok beğendiklerini söyleyince de nasıl yaptığını anlatıyor. İnsanlar bozuluyorlar. İnsanlara yanındakilerin kokularaına tahammül etmelerini öğrenmeleri gerektiğini anlatmaya çalışıyor. https://www.lemonde.fr/m-styles/article/2012/11/23/sissel-tolaas-odeurs-de- trouble_1794326_4497319.html

Sissel « the FEAR of Smell: the Smell of FEAR » adlı sergisi için 21 paranoyak ruh hastasından aldığı koku örneklerini küçük kapsüllere hapsedip galerinin duvarında sergilemiş bir sanatçı. https://www.deutschland.de/fr/topic/vie-moderne/life-style-arts-culinaires/lart-de-lodorat

Sayfa / 8 11

Sayfa / 9 11

Koku her ne kadar estetik algılama alanından uzun süre çok uzaklarda kalmış ve sanatın yetim çocuğu olsa da sanat için çok önemli çünkü doğrudan duygulara hitap ediyor. Hep Freudiyen söylentiler ve hayvani duygularla doğrudan ilişkilendirilerek geri planda tutulmuş olsa da yıllar içinde sanat dünyasında hak ettiği yeri bulacağına inancımız tam. Tolaas bu konuda tam gaz ileriyor. Paris havasındaki değişik bölgelerden topladığı kokuları masere edip sergi salonunda bir bar masası üzerinde 21 şişe olarak sergilemiş, adına da “SİRAP mon amour demiştir. Paris i tersten yazmış olması dikkatlerden kaçmamıştır.

Sayfa / 10 11

Bunun üzerine Tolaas’ın Aralık 2014 de İkinci İstanbul tasarım bienalinde yaptığı sergi/manifestoya gelelim. Bu büyük koku tasarımcısı Nasalo Sözlük adını verdiği manifestosunda kötü kokunun olmadığını ancakbu algının düşüncelerimizde oluştuğunu iddia ediyor. kokuların insanlar tarafında çoğu tanınamadığını ve tarif edilemediğini düşünürsek belki bir sözlük işe yarar diye düşünüyoruz. Sözlükte CHIISH : çin dükkanı CLII : doğa DTO : parfüm karışımı ENGEA : sport FIICH : kuş GIISH : para HISIS : at HAQLA : idrar HIIN : büyü anlamına geliyor. Şehirleri, koku duyumu ile yan yana getirerek çalışmak heyecan verici bir harita ortaya koyuyor.

Sayfa / 11 11

Sanatta koku konusunda söz kelimeler ve dilden açılınca doğrudan feslefeye doğru bir geçiş olması da beklenir. Chantal Jacquet bu konuda yaptığı çalışmalar sonucu kelimelerle kokular arasındaki ilişkileri kurmuş. Örneğin pü (pürülan, pütrifikasyon) kötü koku anlamına gelir. Putaine (Püten okunur) fahişe demektir yani kötü kokan anlamı çıkar. Buna benzer örnekler ve alt konular Jacquet’nin kitabında bulunabilir. (5)

Başka genç bir çağdaş sanatçı Boris Raux “ready-made” koku-heykel çalışmaları sergilemiştir. ilk başlarda ziyaretcileri sergi salonundan kaçırtan bir resim sergilemiştir. Kötü koku yayan beyaz bir tuvalı asmıştır. Bir başka defa duvarlara et suyu küpleri yapıştırmış bir başka sefer 240 kilo kokulu sabundan heykel-merdiven yapmış insanlar üzerinden yukarı çıkmışlardır. Daha sonra marketten aldığı şampuan ve deodoranlar’dan yola çıkarak renk, şekil ve koku ilişkini irdelemiştir. http://borisraux.com/index.php?/critiques/lart-olfactif-contemporain-le-livre/

Koku ve sanat konusunu inceleyen bu bölüm önümüzdeki yıllarda çok daha genişlemeye adaydır. Sanat ve koku alanında yapılan çalışmalar sınır tanımadan genişlemektedir. İnsana heyecen veren bu genişleme sonucunda önümüzdeki yıllarda koku alanındaki sanatçı ve sanat eserlerin süratle artacağından emin olmamak için hiç bir neden yok.

(1) Salon to Biennial – Exhibitions that Made Art History”, Volume 1: 1863-1959 Hardcover – July

2, 2008 by Bruce Altshuler (2) Ashraf Osman, Historical Overview of Olfactory Art in the 20th Century Archived 2018-01-06

at the Wayback Machine 2013 (3) Ursitti, Clara. “Self Portrait in Scent, sketch no. 1”. https://www.wikiwand.com/en/Olfactory_art. (4) Lubow, Arthur. (2009). The Scent Of Music. New York Mag. 2017-04-06. (5) Chantal Jacquot; Philosophie de l’odorat 2010 Puf ISBN 2130579140

Pompidou Müzesi Şaheserini arıyor veya Pompidou Çağdaş Sanat Merkezi: Amblem Sorunu

18 Şubat ta Liberation gazetesinde ilginç bir makale yayınlandı. Bu makaleden yola çıkarak müzelerin kimlik sorunlarına değinmek istedik. Paris gerçek anlamda bir sanat ve müzeler şehridir. Pariste sayıları her yıl değişen aşağı yukarı 1000 kadar galeri yanında 200 kadar müze vardır. Paris büyük bir sanat mirasının üzerinde oturur. Her na kadar bugün bu konudaki başrol oyunculuğunu New York’a kaptırmış olsa da yine de sanat konusunda çok zengindir. Örneğin Louvre Müzesi dünyanın en büyük sanat müzesidir. Fransa’nın başkenti Paris’te, Louvre Sarayı’na kurulmuştur. Müzenin tarih öncesi çağlardan, 21. yüzyıla kadar uzanan, oldukça geniş bir koleksiyon yelpazesi vardır. 2017 yılında, 8 milyon ziyaretçi sayısıyla dünyanın en çok ziyaret edilen sanat müzesi seçilmiştir. 1503-1519 yılları arasında yapıldığı tahmin edilien Leonardo da Vinci’nin meşhur eseri Mona Lisa bu müzede sergilenmektedir. Milyonlarca ziyaretcinin müzeden içeri girmelerindeki en önemli amaçları bu resmin orjinalinin karşısında birkaç dakika geçirmektir. Bu eser Louvre’un amblemi, ikonu ve sembolü olmuştur. Bir çok müzenin böylesine çok önemli ikon eserleri vardır ve bunlar ziyaretcileri kendilerine çeker. New York daki MoMa Modern sanat müzesi ise Van Gogh un Yıldızlı Gece adlı tablosu ve Picasso’nun Les Demoiselles d’Avignon (Avignon’un Genç Kızları) adlı tablosu ile öne çıkmaktadır. İstanbul Modernin en önemli eseri hangisidir derseniz cevabı zordur. Orsay denilince akla Dünyanın kökeni veya Olympia gelir. Buna karşın bazı dünya çapında önemli müzelerinin hem de bünyelerinde 10 binlerce çok önemli eseri barındıran müzelerinin ziyaretcileri kendilerine çekecek ikon bir eseri yoktur. Parisin önemli Pompidou çağdaş sanat merkezi şu anda bu dertten muzdariptir. 100 bin esere sahip arşivinden bir tanesini bulup öne plana çıkarmamış olmanın derdini çekmektedir ve Liberation gazetesinin sanat eleştirmeni yazarı Elisabeth Franck-Dumas bu konuya parmak basmaktadır.

Halk arasında ve özellikle yabancı turistler arasındaki imajını geliştirmek için, Paris Pompidou sanat merkezi kendisine bir ikon eser arıyor. Yılda 3,5 milyon ziyaretçi alan avrupanın en büyük modern sanat eser kolleksiyonuna sahip bu müze denilince kimsenin aklına özel bir eser gelmiyor. Oysa turistler tam ücret biletle girip özel bir şey görmeden gidiyorlar. Bu nedenle Louvre’a giren turistlerinoranı % 75 iken Pompidou da bu oran % 40 ta kalıyor. Pompidou’nun halkla ilişkiler müdürü Catherine Guillou da bundan yakınıyor; ”Elimizde bir hazine olmasına rağmen yabancıları çekmekte güçlük çekiyoruz” diyor. Turistlerin müzeyi dışarıdan görüp bir selfi çekip gitmelerinden yakınıyor. Pompidou müzesi sadece müze değil yılda 6-8 çok önemli serginin yapıldığı bir kültür merkezi aynı zamanda. Yılda 6-7 defa çok büyük masraflarla organize edilen büyün sergileri görmeye gelen müzenin üyeleri var. Ancak üyeler çok küçük ücretler ödeyerek müzeye giriyorlar. Artık kalıcı sergiye turistleri çekmenin yolu aranıyor. Yoksa turistler için Pompidou çağdaş sanat müzesi değil boru ve asansörlerden ibaret olarak akıllarda kalacak. Oysa turistler Louvre’a gidip kalıcı sergiyi geziyorlar. Diğer taraftan devlet ve mesenlerin desteğinin giderek azalması nedeniyle müzenin istikbali gişeden tam ücret içeri giren turist sayısına bağlanıyor. Demokles’in kılıcı Pompidou’nun üzerinde asılı duruyor. Pompidou müzesinin müdürü Serge Lasvignes Madrid’deki Kraliçe Sofia müzesini örnek gösteriyor. “Ellerindeki bir tek Guarnica sayesinde çok büyük ziyaretçi kitleleri olmamasına rağmen birçok sergi yapma olanağını yakalıyabiliyorlar” diyor. 2 yıl kadar önce Paris 8 üniversitesinde müzelerin kimlik sorunları üzerine araştırma yapan Gwenaelle de Kerret Pompidou merkezinin müzenin kimliği olabilecek bir ikon eserinin olmadığını saptadı ve müzeye bunu yaratmalarını önerdi.

İkon eserden ve ikon kelimesinden ne anlamalıyız?

İkon yunanca eiko kelimesinde türemiştir ve “birşeye benzemeyi” ifade eder. Günümüzde ise reklam ve marketing kokan bir kelimedir. Louvre’daki Mona Lisa’nın 1911 yılında müzeden çalınmış olması o eseri star eser haline getirmiştir. Ziyaretçiler çalınacak kadar önemli eseri görmek için saatlerce kuyrukta beklemeye razıdır. Bir daha çalınırsa göremeyeceklerinden endişe edenler bile olabilir aralarında. Pompidou’nun bu kadar geniş bir kolleksiyonu olmasına rağmen neden ikon bir eseri yoktur? Bu sorunun cevabını bulmak için müzenin yöneticileri aylardır kafa patlatıyorlar. Nedenlerin bir tanesi müzenin kolleksiyonu sürekli dünyayı geziyor, ödünç veriliyor olması. Oysa Milos Venüs’ü Louvre’da asırlardır merdivenin başındaki sabit yerinde ziyaretçilerini karşılıyor. İkon eser uzun

yıllar içinde oluşuyor oysa Pompidou çok daha yeni bir müze. MoMa’dan sonra konusunda en zengin dünyanın ilkinci müzesi, 100 bin eserinin arasından bir veya birkaç tanesini öne çıkarabilir. Zenginlik de bazen başa bela. Örnek Belçika Güzel Sanatlar Müzeleri’nde, Magritte’in “Işıklar İmparatorluğu”, kesinlikle koleksiyonunun çok daha az zengin olması nedeniyle önemli bir statü kazanmıştır. ” MoMa nın eser toplama politikası tamamen ünlü eserler üzerine yoğunlaşmıştır. Oysa Pompidou gibi bazı müzeler sanatçı ve eserleri derinlemesine anlamayı sağlayacak eserler üzerine giderler. Hatta Pompidou’nun genel modern sanata bakış felsefesi tek bir eseri kült obje olarak öne çıkarmaya da karşı bir felsefedir. Akımı bir bütün olarak gözler önüne sermeyi tercih eder. Tek bir esere odaklaşan ziyaretçiler o eseri görüp giderler ve müzenin geride kalan eserleri ezilir, silinip yok olurlar. Aslında Louvre’un yöneticileri de kitlelerin Mona Lisa’nın önünde yığılıp sonra çekip gitmelerinden pek memnun olmasalar gerek diye düşünmeden edemiyor insan. Pompidou’nun müze müdür yardımcısı Didier Ottinger dikkatimizi bir sanat eseri için yapılacak aşırı spekülasyonunun fetişizme yol açacağını savunuyor. Müze müdürü müzelerin kültür merkezi olduğunu ve bir süpermarket anlayışıyla çalışmaması gerektiğini vurguluyor. Ama yine de yabancı ziyaretçileri çekmek için ikon eser bulmalı diye kafa patlatıyorlar. Çünkü müzenin yaşaması için buna ihtiyacı var. Ardından sıra bu eserin nasıl seçilmesi gerektiği konusundaki kriterlere geliyor. Eserin sanat tarihinde önemli bir yeri olmasının yanında sanatçının sanat hayatında da özel bir yere yerleşmiş olması gerekliliği öne çıkıyor. Başka bazı sıkıntılar da var. Örneğin Matisse’in “Kıralın Hüznü” adlı eseri tablonun aşırı narin olması nedeniyle sürekli sergi alanında kalamıyor.

Matisse’in “Kıralın Hüznü”

Klein’ın “Mavi” tablosu bu amaça hizmet edebilir ancak söz anahtarlık, poster gibi konularda kullanımına gelince çok zayıf kalıyor.

Klein’ın “Mavi”

Bu konuda araştırmalara da devam ediyorlar. Galerileri dolaşıp ziyaretçilerin daha çok hangi eserlerin önünde zaman harcadıklarını araştırıyorlar. İlüstrasyonlarda en çok hangi eserler kullanılıyor ve müzenin butiğinde en çok satan ürünler hangileri örneğin kartpostallardan en fazla hangileri satılmış bunları inceliyorlar. Tesbit ettikleri bir nokta ziyaretçilerin Pompidou müzesinin dış görünümündeki primer renklerden yapılmış boru renklerine sahip objelere doğru yöneldikleri olmuş. En son gelinen nokta müzenin 100 bin eserinden zar zor 17 tanesini seçip internet üzerinden anket yapmak olacak gibi duruyor. Ben de sizlerle bu sayıda bu 17 eseri paylaşarak müze ve müzecilik konusunda Elisabeth Franck- Dumas nın makalesi üzerinden biraz da sohbet etmek istedim. Aşağıda seçilmiş bu 17 eser sıralanıyor. Aralarında tek kadın sanatçı var. Picasso’nun bir eserinin olmamasının nedeni ise 2 adım ötede Picasso müzesinin varlığı ve Pompidou’nun o müze ile rekabet etmek istememesi. Şu andaki görüşler iki esere doğru yöneliyor. Birincisi Miro’nun “Üç Mavi” si, ikincisi ise Xavier Veilhan’ın “Rinoseros” adlı eseri. Bu konunun muallakta kalması biraz da müzenin çok yönlü olmasıyla ilgili. Mimari bölümü, tasarım bölümü, fotoğraf ve sinema bölümleri olan, ayrıca canlı gösterilerin olduğu bir müzede bir şey öne çıkartmanın zorluğu da ortada gibi duruyor.

İşte müzenin ikon eser adayı olarak düşünülen 17 eseri, bakalım sizler ne düşüneceksiniz:

Constantin Brancusi’nin uyuyan Muse’u.

Vasily Kandinsky’nin siyah yayı.

Vassily Kandinsky tarafından gök mavisi.

Marcel Duchamp’ın bisiklet tekerleği.

Marcel Duchamp’ın çeşmesi.

Sonia Delaunay’ın elektrikli prizmaları.

Robert Delaunay’dan Domuslar karuseli.

Martial Rayss Odalık.

Louis David anısına Fernand Léger.

Eyfel Kulesi’nin Gelinleri Marc Chagall.

Romen Bluzu Henri Matisse.

Pietr Mondrian New York City.

Mavi I, Mavi II, Mavi III, Joan Miró.

Xavier Veilhan Gergedan.

Ant 76 Yves Klein’den “Büyük yamyamlık”.

SE 71 “Ağaç, büyük mavi sünger” Yves Klein.

Otto Dix “Gazeteci Sylvia von Harden’in portresi.

27 Mart 2019 ve 7 Nisan 2019 tarihleri arasında 24 Baubourg Galerisinde en son resim sergisini açan resimle rüya arasında eserler üreten Barbara Navi ile küçük bir röportaj yaptık.

I. Eğitimim ve resimdeki başlangıçlarım

Pek inanmadan Boulle School imtihanına girdim

ve kazandım. Güzel Sanatlar akademisine gitmeyi tercih ederdim.

Sonra resim yapmaya devam ederken felsefe okudum. Zaten evliydim. Kocam resim yapma konusunda beni destekledi. Beni ressam olarak profesyonel bir kariyere başlamam  için teşvik etti.

Sanatsal bir kariyere sahip olmak kolay değil. Bunu pek düşünmüyoruz

Kendimize izin vermiyoruz. Bir bakış, bir dürtü

Bir bakış bir kıvılcım bazen “adım atmak” için yardımcı olan şeydir.

Ancak felsefe eğitimimin çalışmalarımda bana çok yararlı olduğunu kabul etmeliyim.

Ben her zaman maketlerin dünyasını sevdim. Mekanların, planların, tam düzelemlerin düşünülmesi eğlencelidir ayrıca boş alanlar resmimde bana çok hizmet ediyor.

1998’den beri profesyonel bir ressam oldum. Daha sonra 2006-2007 yılları arasında ressam olarak yaşamayı başardım.

Kentsel manzaralar yaptım. Her ikisinde  de hiperrealizmden ilham aldım

Amerikalı ve Hopper’ın tablolarından ilham aldım.O sıralarda nu çok işime yaradı. Ancak daha daha sonra kentsel motif artık beni tatmin etmedi. Daha kişisel şeyler ifade etmeli, kendi vizyonumu geliştirmeliydim.

II. Çalışma biçimim ve süreçlerim

Şimdi ben türdeş manzaralarla türdeş olmayan manzaraları her zaman birbirletriyle uyumlu olmayan evrenleri birleştiriyorum

Kaynaklarımı çeşitlendirdim; ikonografik: filmler, ekran görüntüleri, fotoğraflar, çizimler

ve kolajlar.

Resmimde çok fazla mise en abime (bakınız resimler) kullanırım. Resimlerimde çoğu

genellikle başka resimler vardır. Bir rüya gibi olabilir. Ama benim

işim, mükemmel bir huzurun olduğu uyanık bir durumla ilgilidir.

Bu bana açık bir ilham kaynağı ile ilişki kurmamı sağlıyor.

Görüntüler ve şekiller. Bu, herhangi bir üretim çabası olmadan gerçeküstü sanatçıların yaptıkları cesetler gibi durmaktadır.

Farklı belgeler arasında çok hızlı ve çok spontan ilişki kurarım.

Bunlar bellekte tuttuğum veya önümde sahip olduğum belgelerdir. Tabii ki

yürütme aşamasında, her şey yeniden şekillendirilebilir.

Bazen çizdiğim şeyin anlamını o anda anlamıyorum. 

Bazen farkındalığın gerçekleşmesi  zaman alıyor.

Bir filmden görüntüsünü çıkardığımda, bu görüntüyü asla aynı şeklide tutmam,

Onu yalnızca bir atmosfer ya da ikinci bir ayrıntıyı için kullanırım.

Bazen video çekerek veya fotoğraf çekerek görsellerimi toplarım.

Bu görselleri üst üste bindirim  veya yansıma efektlerini uygularım. Bu görüntülere

hatalı veya değiştirilmiş izlenimi verir.

Bazen başlangıçta yola çıktığı görsel bir kaç yıl sonra bambaşka şey olmuştur.

O kadar çok belge topladım ki

benim çok büyük ve önemli bir arşivim oluştu.

İkonografik kaynaklarım az çok arşivlendi.

Bazen bir görüntü beni öyle etkiliyor ki doğrudan bir resim çizmemi sağlıyor.

Fakat bir görüntünün seçimi de zaten kendi içinde sanatsal bir eylemdir.

Estetik ve uyum seçimimde her zaman  rol oynadı.

Montajlarımı yaptıktan sonra kolajlarım.

Bu nedenle, üzerinde çalıştığım resim rötuşlanan, zaman zaman  değişen görüntüler

bütünüdür.

Tuval döküldüğünde bu resimaylar yıllar içinde sürekli elden geçirilerek son halini bulur.

Genel olarak, benim resmimde  her zaman soyut bir boyut vardır

Kaotik ve şekilsiz bir arka plan üzerinde farklı bir yapı ararım. Şekilsiz bir şeyden şeklin doğmasını görmek hoşuma gider.

Resmimin başlangıçtaki korkutucu tarafı bir taraftan her zaman umutla telafi edilir. Kaos ve umut

birlikte yaşar. Bu kederli veya olumsuz bir tablo değildir. Benim resmim sanki 

yaşam gibidir.  Engellerin üstesinden gelir,

travmanın üstesinden gelir, herşeyi yüceltmeye çalışır.

Sessiz renkleri ve keçeleşmiş renkleri severim.

Chiaroscuro’da severim. Karanlıkta, en küçük ışık yoğunlaşır. 

Bu arada deredelik bir ritm oluşturur.

III. Resim ve yaratma özgürlüğü.

Figürlerinde özgürlüğe gönderme yapan ve her şeyi özgür kılan ressamları severim.

Alman ressam Neo Rauch bana özgürlüğü çağrıştırıyor. Resmi yoğun ve karmaşık.

Fakat Adrien Ghénie veya Mamma  Andersson gibi diğerleri de var.

Özellikle Mamma Andersson’u çok severim.

Yürekten resim yapıyorum paralel olarak başka işle meşgul olmam mümkün değil.

Bu işte biraz şuursuzluk olmalı. Hatta bir kamikaze tarafı olmalı insanın.

Aslında tüm şansları kendi tarafına çekmeli ve kendisinin verebileceği en iyiyi vermeli ressam. Kendisiyle ilgili daha fazla bilgi ve resimlerini aşağıdaki linkten görebilirsiniz.

www.barbaranavi.com

http://www.barbaranavi.com/WORKS.html

“E-sağlık bizi bağımlılıklarımızdan nasıl koruyabilir?”

Türkiyede bağımlılıkla mücadeleyi Yeşilay yürütür. Madde bağımlılığın tanımı şöyle yapılır. Madde bağımlılığı, vücudun işlevlerini olumsuz yönde etkileyen maddelerin kullanılması, bundan dolayı zarar görüldüğü hâlde bu maddelerin kullanımının bırakılamamasıdır. Bağımlı, madde kullanımına ara verdiğinde yoksunluk belirtileri yaşar. Zamanla madde kullanım sıklığını ve dozunu artırır. 

Tüm ülkeler bu konuda biraz az bilinçli biraz da acz içindedirler.

Fransada bu hafta “Parlamento bağımlılığa karşı çalışma komitesine” gönderilen bir rapora göre bağımlı hastalar tedavisinde ilaç bağımlığı kadar önemli bir bağımlılık aracı olan cep telefonlarının nasıl olumlu etki sağlamak için kullanabileceği savunuluyor . Yani bağımlılık tedavisinde başka bir bağımlılık aracı cep tlefonlarından medet umuluyor.

Bir uzman şöyle diyor, “Bu acil bir mücadeledir, zor ama kesinlikle kazanılması gerekli mücadeledir. Bugün, Fransada, yılda 120.000 kişi bağımlılığa bağlı nedenlerden yaşamlarını kaybetmektedirler. “Her gün beş milyon Fransız alkol tüketiyor. Alkol hastanede yatış nedenleri arasında başı çekiyor. 13 milyon sigara bağımlısı var, 700.000 de esrar. Yeni yeni ortaya çıkan başka bağımlılıklar da var;  video oyunları, pornografi, sosyal ağlar yeni bağımlılık türleri. İşin üzücü tarafı bu bağımlıların sadece % 20 kadarı tedavi görüyor. Bu kadar çok sayıdaki bağımlıyı tedavi edecek uzman da mevcut değil. 

Utanç içinde, nüks korkusu ile yaşayan ve kabuğuna çekilmiş diğer tedavi görmeyen % 80 bağımlıya ne yapılabilir? Şu anda gelinen noktada “Acaba bu bağımlılar dilital ortamdan, cep telefonlarından yararlandırılarak tedavi edilebilirler mi?”

“Parlamento bağımlılığa karşı çalışma komitesine” görevlileri bunun olabileceğini savunuyorlar.

Fransızların %90 ının cep telefonu var ve telefonlarından 1,5 metre uzağa gidemeyecek kadar ona bağımlılar.

Bu küçük ekran sayesinde ayrıca bazı aplikasyonlarla bağımlılık durumlarını kendi kendilerine takip edebilirler.

Hatta online olarak psikolog veya psikiatrlarıyla  iletişme geçebilirler. Kendileri gibi diğer bağımlılarla forumlarda, ortak gruplarda tanışıp tartışmalar yapabilirler. Dosyalarını pskologlarla paylaşabilirler hatta psikiyatrlarıyla chat video ve  facetime gibi araçlarla yüz yüze gelip canlı görüşme yapabilirler.

İlerde bir aplikasyon alkol bağımlısının gezdiği yerleri belirleyip o bölgedeki barların önünden geçerken onlara bazı destekleyici mesajlar gönderebilir örneğin “Hadi bu saate kadar dayandım biraz daha dayan” gibi. Tüm alkoliklerden gelen bulgular bir merkezde toplanarak bu konu araştırma konusu haline getirilebilir.

Panik anlarında bağımlı bir uzmana acil bağlanarak konuyu açabilir, yardım alabilir. Bu çoğu zaman bir pratisyen doktora başvurmaktan çok daha iyidir.  Çünkü pratisyen doktorlar bu konuda çok yetkin olmadıkları gibi tecrübeli de değildirler.

Aslında bu konuda Fransa oldukça geç kalmış ülkelerden biri . Meclis komisiyona gelen bu raporla birlikte anlaşıyor anlaşılıyor ki Fransa’da bu konuda önemli adımlar atmaya hazır.

Nimes Üniversitesi’nden Profesör Perney bir aplikasyon yarattı adı Mydefi. Bu aplikasyon sayesinde alkoliklerin 12 haftada alkol tüketimlerini önemli oranlarda azaldığı saptanmış durumda. Ancak hala bazı sorular gündemde; verilerin gizliliği ve bu verilerin nasıl kullanılacağı konuları dışında  bu hastaların nasıl ele alınacağı konusu da düşündürücü.

Genel kabul gören görüş ise konunun böyle boşlukta bırakılmayacak kadar önemli bir konu olduğu. Ayrıca bu günün dijital ortamında ve internet sayesinde yepyeni bir fırsat çıktığı aşikar.

Başka bir röpörtajda konunun uzmanlarından Profesör Reynaud şunun altını çiziyor; “bağımlılıklar konusu hiçbir zaman kamu yöneticilerinin önceliği olmadı” diyor. Oysa alkol sigara ve uyuşturucu bağımlılığının topluma verdiği maddi ve manevi harabiyetin boyutlarını ölçmek bile çok zor. Fransa’da beş ölümden birinin bağımlılık nedeniyle olduğu biliniyor. 

Başka önemli sounlar da var. Serbest çalışan bağımlılık uzmanı yok

Hastanelerde konuyla ilgili servisler çok az sayıda. Konu ile ilgili merkezlerde de aşırı derecede yığılma söz konusu.

Tıp alanında hiç bir hastalıkta “hasta sayısı” ile “tedavi olan hasta sayısı” arasındaki aralık bağımlılık hastalarında olduğu kadar fazla değil. Bağımlılıkta bu aralık çok büyük.

Dijital sağlık aplikasyonlarının, video muayenelerinin ve forumların bağımlı hastalara çok yararlı olacağını inanılıyor. Ancak eğer uzman takibi olmazsa aplikasyonları kullananlar iki hafta içinde terk ediyorlar. Belki bu noktada eğer yeterince uzman yetiştirilemezse uzman hastaları yani daha önce bağımlı olup da bu durumdan kurtulmuş eski hastalara sertifika verilerek onlardan yararlanma yoluna gidilecek ve bu kıdemli hastaları devreye sokmak gerekecek. Keşke yeryüzünde sevgi ve çalışma dışında başka bağımlılık konusu olmasa…