Anselm Kieferin Garip Dünyası
Mehmet Ömür
Grand Palais bakıma alındı. bakım süresi boyunça Eyfel kulesinin arkasındaki Champs de Mars
da geçici bir sergi alanı kuruldu. Burada Anselm Kiefer’in Grand Palais ve Thaddaeus Ropac
galerisinin ortak düzenledikleri büyük boyutlu bir sergisi var. Bu alan ilk kez tek başına bir
sanatçıya veriliyor.
Anselm Kiefer son yıllarda Fransa’da epey ilgi odağı. Le Monde gazetesi son sergisini bu nedenle
bayağı eleştirmiş, Fransa resmi kaynakları neden Kiefer’e bu kadar torpil geçiyor diye sormuştu.
Hatta hızını alamayıp yaşamında çok önem verilen sanatçıların daha sonraları aynı önemi
taşımadıklarını da ima etmişti. Çünkü Kiefer 2016 da Ulusal Küphanede sergi açmış ardından
Rodin müzesinde ve ondan sonra’da Pompidou Çağdaş sanat merkezinde başka büyük sergiler
açmıştı. Kiefer dikey boyutları 8 metreye yatay boyutları ise bazen 15 metreye kadar giden büyük
eserler üreten bir sanatçı olarak biliniyor.
Fransa’da Pantheonizasyon denilen bir olay vardır. Bu Fransaya önemli hizmetler vermiş kişilerin
Pantheon adlı anıta törenle gömülmeleri şeklinde gerçekleştirilir. Devlet bu kişilerin kimler
olacağına karar vermektedir. Bu kapsamda Fransa Başkanı Macron 2020’de Maurice Genevois
adlı yazarın Pantheon’a gömülme töreni için Kiefer’i görevlendirdir O da 2019 da bu tören için
değeri bir kaç milyon dolar olan 6 vitrin hediye etti.
Grand Palais Ephemere Sergisi
Bu kez 17 Aralık 2021 ile 11 Ocak 2022 arasında Kiefer, Paul Celan adlı alman dilinde en güzel
şiirleri yazdığı kabul edilen şair ithaf ettiği sergiyi hazırdı ve 19 tane dev tablosunu geçiçi Grand
Palais’nin ana bölümündeki nefe yerleştirdi. İsterseniz önce Paul Celan’ı ve Anselm Kiefer’in kim
olduklarını inceleyelim sonra segiyi gezelim.
Paul Celan bugün Ukranya sınırları içinde bulunan Çernivtsi’de doğdu. Doğduğu 1920 yılında
Çernivtsi adlı kasaba Romanya krallığı sınırları içindeydi, dolayısı ile Celan yahudi asıllı bir Romen
olarak kabul edilmektedir. 1938 de tıp eğitimine başladı ve ilk şiirlerini yazdı. İkinci dünya savaşı
sırasında savaşın sonuna kadar 18 ay toplama kampında tutuldu ve ciddi psikolojik travmalar
yaşadı. Kızıl Ordu tarafından kurtarıldı. Babası savaş sırasında hastalıktan, annesi ensesinden
kurşunlanarak öldürülmesiden olayları kendisinde derin yaralar açtı. Bu nedenle hayatı boyunca bu
yaraları taşımıştır. 1944 yılında İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne girerve ilk şiir kitabını yayınladı.
Daha sonra Bükreş’te çevirmenlik ve düzeltmenlik yaptı, 1948 yılında Paris’e yerleşti. Ünlü
yazarların kitaplarını tercüme etti ve üniversitede ders verdi. Bir yazarın karısının kendisini intihalle
suçlaması sonucunda 1970 de kendisini Atilla İlhan’ın şiirinde yazdığı Mirabeau köprüsünden
Seine nehrine atarak intihar etti. Vücudu 10 gün sonra köprüden10 kilometre uzakta bulundu.
Esas konumuz olan sanatçı Anselm Kiefer’e gelince onun da çok travmaik bir yaşam geçirdiğini
görüyoruz. İkinci dünya savaşının son yılında bombalar altında bir hastanenin sığınağında doğdu
ve Almanyanın savaş sonrası harabeleri içinde büyüdü. Ardından Düsseldorf Güzel Sanatlar
Akademisini bitirdi. Joseph Beuys ile tanıştı. Ondan etkilendi. Geçmişi hep kendisini kovaladı.
1969 da kendi kendisi Nazi selamı ile fotoğrafını çekerek bu olayların üzerine dikkat çekmek
isterken şöyle dedi; “Benim için tarih manzara veya renk gibi bir malzemedir, ben kimliğimi
araştırıyorum.”
1987 de işleri Amerika Birleşik Devletlerinde tanınmaya başladı. eserleri MoMa da sergilendi. 1992
de Pariste yaşamaya başladı. Bir taraftan da Fransa’nın güney batısında aldığı terk edilmiş bir
fabrika alanını sanat atölyesine dönüştürdü. 2010’da Collège de France’da sanatsal yaratıcılık
dersleri vermeye başladı.
Hakkında çok sayıda olumlu ve olumsuz kritikler vardır. Post-modern sanat anlayışına sahiptir. Ona
göre tarih yoktur. Bir şeyin tahrip olması yeni başlangıcı da beraberinde getirir. Hiçlik varoluşun
tersi değildir. Varoluş bünyesinde hiçliği de barındırır. Savaş sonrası Alman kimliğini inkar etmeden
yeniden yaşamaya ihtiyacı vardır Kiefer’de. “Benim biyografim Almanya’nın biyografisidir”
demektedir.
Kiefer’in eserlerine gelince resimleri için tuvalden bahsetmek zordur çünkü çoğu onlarca tuval
yüzeyine sahip dev eserlerdir. Üzerleri de her türlü malzeme ile doludur. Şiirlerden, Kabala’dan
esinlenir.
Sergide Dev Esrerler
İsterseniz şimdi sergiyi gezelim. Geçici Grand Palais orijinalinden daha büyük bir mekan. Kiefer’in
dev tablolarını da daha küçük bir mekana sığdırmak mümkün olmazmış diye düşünüyorum.
Yetersiz doğal ışıkla aydınlanmış avlunun ışıksız kalmış karanlık köşeleri daha içeri girer girmez
olumsuz duygular veriyor. Ölümü, mezarı anımsatıyor. Eserlerin üzerindeki şeytanın orağı, Alman
Bunkerleri, Alman bombardıman uçağı ve denizaltı imgeleri de aynı şekide savaşı ve ölümü
düşündürüyor. Ama görmeye alışık olmadığımız büyüklükteki eserler, renkleri ve malzemeleri ile
bizi büyülüyor.
Yukarıda tanıttığımız Paul Celan’a ithaf ettiği sergi için Kiefer son iki yılda yarattığı eserler dışında
eski eserlerini de bu alana yerleştirmiş. Kiefer Paul Celan’ın “Ölüm Füg’ü” adlı şiirini okuduğundan
beri ondan ilham almaya devam etmiş.
Şiirin;
Şafağın karanlık sütü, akşam içiyoruz
öğlen içiyoruz ve sabah akşam içiyoruz
içiyoruz ve içiyoruz
havada mezar kazıyoruz orada rahat rahat uyuyoruz
dizelerini okuduğumuzda şairin yaşam ve ölümle kavgası olduğunu anlıyoruz.
Kiefer’le Celan’ın ne kadar aynı dalga boyunda olduklarını zaman daha iyi gösterecektir..
Kiefer’e göre Paul Celan’ın sesi başka dünyadan gelmektedir, anlamamıza imkan yoktur sadece
sağından solundan ufak tefek ip uçları yakalayabiliriz.
Burada sizi Kiefer’in bazı eserleriyle tanıştırmaya çalışayım. İsterseniz Bunker ile başlayalım.
Bunker, Nazilerin 2. dünya savaşı sırasında Atlantik duvarı olarak adlandırdıkları ve bunu sağlamak
için 13 milyon metreküp beton döktükleri bir cephenin parçası. Kiefer’e göre dışındakinden çok
içindekini ezen bir beton yığını. Üzerinden afyon sapları fışkırıyor. Savaş insanın afyonu mu
dersiniz?
Atölye ve Arsenal, eserlerini üretmek için kullandığı dev malzeme yığınağı. İçinde çiçeklerden
tabuta, çanak antenden taş parçalarına çok değişik malzemeler var. Yine Kiefer’e göre burada
sanatçının beyninin içinde dolaşıyoruz. Gelecekte olacakların labirenti sanki. Kiefer sürekli
geçmişle, geçmişiyle boğuşuyor. Geçmişi geleceğe bağlamaya çalışıyor. Savaşın etkilerini,
Holokost’u ve kendi Alman kimliğini hatırlamaya çalışıyor.
Uçak; kurşundan yaptığı uçak kanatları üzerindeki yine kurşundan yapılmış kitaplarla yere sıkı
sıkıya bağlanmış durumda. Uçmasına olanak yok. Belki kitaplar sayesinde başka bir uçuş
yapabilirsiniz demek istiyor. Kendisini binlerce kitaplık kütüphanesi olduğunu düşününce bu akla
yakın. Uçağın içinden çıkan afyon bitkileri ise izleyiciyi hayal dünyasına, düşlere taşımaya hazır.
Paul Celan a atfedilmiş serginin bu eseri bizi Celan’ın “Afyon ve Hafıza” adlı şiirine gönderiyor.
Harabeler, Kiefer çocukluğu savaş sonrası yıkılmış şehirlerin harabeleri içinde büyümüş bir
sanatçı. Burada tarihi çizmek yerine sembollerle bize anlatmaya çalışıyor. Onun için her yıkım
yeniden doğmak gibi. Küllerinden doğmak gibi.
Vitrinler; Kiefer için vitrinler objelerin durduğu ulaşılamaz alanlardır. Sürrealistler ve Joseph Beuys
de vitrin teması ile çokça uğraşmışlardır. Kiefer önceleri 80’li yıllarda küçük vitrinler yapmış içine
kuru bitkiler, fotoğraflar, kurşun, kumaş, kül, kum ve taşlar koymuştur. Kiefer vitrinlerinin sanatı
dışarıdaki dünyaya bağladığını, diyalektik bir bağ kurduğunu söylüyor. Ona göre yaşamla sanat
arasında sınır devamlı değişiyor.
Sanat gerçekten de böyle önemli sanatçılarla karşılaştığımızda bizi sanki yaşamın başka
boyutlarına taşıyor.

fd160_MehmetOmur_5s

Paris-Photo; Fotoğrafın beşiğindeki fuar…

Covid-19 Pandemisi nedeniyle 2020 yılında iptal edilen “Paris Photo” fotoğraf fuarı, geçen kara yılın intikamını alırcasına bu yıl oldukça görkemli geçti. Her yıl Grand Palais’de yapılan bu fuar, binanın yenileme çalışmaları nedeniyle kapandığından “Champ de Mars”da kurulan geçici Grand Palais’da, fuarın omurgasını oluşturan 28 ülkeden 127 galerinin katılımıyla yapıldı. 

Bu omurganın yanı sıra, fuarda yer alan iki ana sektörden birincisine “Curiosa” adı altında yıldızı yükselen fotoğrafçılara yer ayrılmıştı. Diğeri de bu fuarın olmazsa olmazı, yayıncılık sektörüne ayrılmıştı. Fuarın başkanı Florence Bourgeois yaptığı açıklamalarda bu sektör için fuarın adeta DNA’sının tanımını yaptı. 

Bir fotoğraf kitabı tutkunu olarak, zamanımın büyük bir kısmını fuarda yer alan 9 ülkeden 30 yayıncının kitaplarını inceleyerek geçirdim. Bu arada, Ed Kashi’nin ”Abandoned Moment” adlı son kitabını kendisine imzalattım. Sohbetimiz sırasında, Ed ile birlikte bir tam gün New York sokaklarında dolaşıp fotoğraf çektiğimiz, fotoğraf soluduğumuz o sıcak yaz gününü yad ettik. Yeni isim yapmaya başlamış, yıldız fotoğrafçıların yer aldığı “Curiosa” adı verilen bir bölümde ise “Artist Talk” betimlemesiyle kitabı çıkmış bazı sanatçılarla röportajlar yapılıyor ve kitaplarının tanıtımlarının yapılması isteniyordu. Burada bir Türk sanatçısıyla, Cemre Yeşil ile karşılaşmak, tanışıp konuşmak çok hoş oldu. Akıcı İngilizcesiyle yeni çıkan ve PHotoESPAÑA’da ödül alan “Hayal ve Hakikat” adlı kitabını ve diğer kitabı olan “Double Portrait”i tanıttı.

Fuarın ana omurgasını oluşturan sektördeki ağırlık üçte bir oranında Fransız galerilerine ait olsa da, Amerikan galerileri de Fransızların en az yarısı kadar bir yere sahiptiler. Tabii ki fotoğraf sanatının çok sevildiği, çok önemsendiği; İngiltere, Hollanda, Almanya, Japonya ve diğer ülkeler de çok değişik sayıda galerileriyle katılmışlardı. Fotoğraf sanatı tarihçisi ve İsviçre’deki Le Locle müzesi müdürü Nathalie Herschdorfer, 20 kadın fotoğrafçıyı seçerek “ELLES X Paris-Photo” adlı bir etkinlik yarattı. Bu etkinlikte; Anna Atkins, Sally Mann, Dora Maar gibi isim yapmış önemli fotoğrafçıların yanında, Ester Vonplon ve Mama_Diarra Niang gibi başarılı, genç kadın fotoğrafçıları seçmeyi ihmal etmediğini gözlemledim.

Bütün bunların yanında da, sanatçıların veya galerilerin fuarda sergilediği eserlerin benzeri seçimleri, fotoğraf koleksiyonu yapan önemli kuruluşların da yaptıklarını gördük. Örneğin  J.P.Morgan, 1871 yılında New York’ta kurulmuş yatırım bankacılığı yapan bir  kurum ama aynı zamanda çok önemli bir fotoğraf koleksiyonuna da sahip olan bir kurum. Bu kurumun küratörleri koleksiyonlarından 20 kadar fotoğraf seçip Paris Photo’daki yolculuğumuzda  önemli fotoğraflara konsantre olmamıza yardımcı oldu. Çok zengin ve çeşitli sanatçıların çalışmalarına ulaşabildiğimiz bu fuar, tüm zamanlara adeta bir yolculuk niteliğindeyken Roger Fenton’un görülmemiş fotoğraflarını ve Irving Penn’in işlerini Richard Avedonun çalışmalarını izleme imkanını da sağlıyor bizlere. Bunlarla birlikte, Bernd ve Hilla Becher ikilisi de fotoğraf tarihinin bir başka kesitini fuara taşıyan bir Alman ailesi olarak yer almıştı. Bu sayede Objektif akımını temsil eden Alman fotoğrafçılarının, efsane fotoğrafları da izleyici ile buluşmuş oldu. 

Bu yılki fuarda bir başka yenilikle de karşılaştık. Fuara katılamayan galeri ve izleyicileri bir araya getirmeyi amaçlayan bir site kurulmuş. Fuarın bitiminden sonraki günlerde, https://parisphoto.viewingrooms.com/fr/home/ adresinden bu sanal sergiyi gezmek olası ve şiddetle de tavsiye ediyorum. 

Solo sergi diye tanımlayabileceğimiz, 10 ayrı sergiden söz etmek isterim. Bunların başında fuara adeta damgasını vuran Tomasz Machcinski’nin Brüt Sanat üzerine uzmanlaşmış “Chriatian Berst Gallery” tarafından sergilendiğinden söz etmek isterim. Tomatz Machcinski, bize  fotoğraf meraklılarının bildiği Miroslav Tichy’nin bir başka versiyonu gibi geldi. Machcinski’nin çok ilginç bir öyküsü var. Machcinski, savaştan çok fazla etkilenmiş, savaş sırasında da yetim kalmış bir teknisyen.  Tomasz Joan Tompkins adlı bir Hollywood artistinin kendisine imzaladığı fotoğraftan öylesine etkileniyor ki, bu yıldızın kendi annesi olduğunu sanmaya başlıyor ve bu kafa karışıklığı 20 yıl kadar sürüyor. Nihayet bu artistin annesi olmadığını anlamasından sonra, bugüne kadar 22.000 tane kurgusal otoportre çekiyor. Her türlü kılığa girdiği bu portreler, 2019 da yapılan Arles Buluşmaları’ndan sonra şimdi de Paris Photo’da sergilendi ve çok etkilendiğimi söylemek isterim. Cindy Sherman’dan 10 yıl önce; hem manken, hem yönetici, hem kostümcü, hem performans sanatçısı, hem de fotoğrafçı rolü üstlendiği bu portreleri binlerce izleyiciyi galeriye çekmeyi başardı. Bugün 80‘li yaşlarını yaşayan sanatçının, bu fotoğrafları bir kitap yapmak veya sergi açmak amacıyla üretmediğini,  tamamen kendisi için yaptığını anlıyoruz. Diğer taraftan Cindy Sherman’ın da kendisinden esinlenmediği de kesin ama benzer düşünce tarzlarına şahit oluyoruz. https://christianberst.com/en/artists/tomasz-machcinski 

Sergiye damgasını vuran diğer fotoğrafçılar arasında Herbert List ve Omar Victor Diop isimlerinden de söz etmek gerekir. Karsten Greve Galeri’nin sergilediği, Herbert List’in öldükten sonra unutulmuş ama son yıllarda yeniden keşfedilmiş 40 kadar siyah beyaz fotoğrafı bizi Akdeniz’de yolculuğa çıkarıyor. 1930’lu Bauhaus yıllarının sürrealist ve klasisizm akımlarından etkilenen sanatçının, ışık ve kontrastın etkisindeki fotoğrafları bugün on binlerce dolar değerinde alıcı buluyor. Omar Victor Diop ise 40 yaşlarında Senegalli bir fotoğrafçı, kariyerine yönelmeden önce bir fotoğraf stüdyosuna çalışmaya başlıyor. Daha sonra kendi köklerini merak edip araştırıyor ve bunu fotoğraflarına yansıtmayı başarıyor. Paris Photo’ya da kendisinin çevre sorunlarıyla ilgili işlerini sergilemeyi tercih etmişler. Doğrusu bu yılın fuarına Machcinski çalışmaları kadar, çevre sorunlarıyla uğraşan fotoğrafçılar damgalarını vurmuşlar. Bunların da başında, çevre sorunlarıyla çok fazla mücadele edip sanayicileri kızdırdığı için başı beladan kurtulmayan Michael Epstein geliyor. Bunun yanı sıra, BMW’den rezidans kazanan ödüllü genç fotoğrafçı Almudena Romero, “Act of Producing” adlı çalışmasıyla pigment değişiklerini ve çevre sorunlarını irdelemeye çalışmış ve çok duygusal bir seri oluşturmuş olduğunu da söylemek isterim. Kanadalı Edward Burtynsky’nin,  Christie adlı bir fotoğrafının 9 Kasım günü, 20-30 bin Euro aralığında satışa konulmuş olmasının ilginçliğini paylaşırken, bu sanatçının büyük format nefes kesen manzaralarını izlemek benim için büyük mutluluk kaynağı oldu. Bir başka mutluluk da, Amerikalı ressam ve heykeltıraş olan  Cy Twombly’nin başka hiç bir yerde sergilenmemiş fotoğraflarını izlemek oldu. 

Fuarın diğer bir güzelliği de panelleri idi. Brüt sanat, müzik ve fotoğraf ilişkisi, sinema ve fotoğraf ilişkisi gibi konularda önemli otoriteler konularını derinlemesine irdelediler. Paris-Photo demek sadece bir mekanda fotoğraf fuarı anlamına gelmiyor. Geçtiğimiz yıllarda genç fotoğraf sanatçılarının eserlerinin sergilendiği “Fotofever” bu sene maalesef kurulmadı ama Paris’in çeşitli yerlerinde bir ay boyu sürecek muhteşem fotoğraf etkinlikleri devam ediyor. Bunların başında Luxembourg müzesinde yer alan Vivian Maier’in retrospektif sergisini söylemek gerekir. www.parisphotooff.com  Ayrıca “Imagenation”, Paris adlı bir sergiyi sanat severler ile buluşturuyor. Burada sergilenen 84 sanatçıdan biri, Cihan Bektaş isimli,  Melbourne’da yaşayan hava fotoğrafçılığı ve video ile uğraşan bir Türk sanatçısı. Paris Photo’da başka bir Türk sanatçısını ve galerisini görememek üzücü doğrusu. Türk fotoğrafçılığının dünya standartlarında güzel bir yerde durduğunu düşünen bir kişi olarak üzüldüğümü söylemeden geçmek istemiyorum. Oysa iki yıl önceki bu fuarda, bir kaç galeri ve birkaç Türk fotoğrafçıyı izleyip mutlu olmuş ve gururlanmıştık. Dilerim önümüzdeki yıl daha geniş bir Türk fotoğraf sanatçısı ile karşılaşabiliriz. Bu dönemde Paris’in fotoğraf soluduğunu söylemeye çalışırken, sanat açısından önemli bir semti olan Saint Germain’in galerileri de Paris Photo döneminde fotoğraf sergilemeyi tercih etmiş durumda. Sonuçta olup olmayacağı son ana kadar belli olmayan bu dünyanın en önemli fotoğraf fuarı da zaman içinde uçup gidiyor. Sıra önümüzdeki yılın, 25.ci Paris-Photo fuarının heyecanını bugünden yaşamaya  geldi. Tüm sanatseverlerin özellikle fotoğraf severlerin izlemelerini şiddetle tavsiye ettiğim Paris-Photo, her yılın Kasım ayının  2.ci hafta sonu yapılan şölen niteliğindeki bir fotoğraf etkinliği olduğunu paylaşmak isterim ve önümüzdeki yıl tekrar katılabilme umuduyla diyerek, yazımı bitiriyorum.

Mehmet Ömür

 

 

Fotoğraf dergisinin son dört sayısına kendileri fotoğraf çekmedikleri halde fotoğraf konusunda düşünüp kavram üretmiş düşünür, yazar ve filozofları tanıtmaya çalışmıştım. Bu sayıda da aynı şeye devam edeceğim. Size Vilem Flusser’i tanıtmaya çalışacağım. Bence Flusser, Benjamin Walter, John Berger, Susan Sontag ve Roland Barthes’den daha kompleks bir düşünür.  Türk fotoğraf kitapları kütüphanesine “Bir Fotograf Felsefesine Doğru” adlı kitabıyla girmiştir. Bu kitap 1991 ve 2020 yıllarında farklı tercümelerle piyasaya verilmiştir. Vilem Flusser, Prag’da 20.ci yüzyılın başlarında yahudi bir ailede dünyaya gelmiştir. Alman ve Çek ilkokullarında okumuş, hukuk fakültesine başlamış nazi işgalinden hemen sonra Londra’ya göçmüştür. London School of Economics’te eğitimine devam etmiştir. Babası Prag’da parlamentoda sosyal demokrat partinin bir temsilcisiydi. Vilém Flusser, tüm ailesini Alman toplama kamplarında kaybetti. Ardından İngiltere’den Brezilya’ya gitti. Birkaç yıl boyunca günlük işleri yanında felsefi ve bilimsel konularla da ilgilenmeyi sürdürdü. Dilbilim ve felsefe üzerine makalelerini bu dönemde yayınlamaya başladı. 1940 yılında geldiği Brezilyada 1962 yılında felsefe profesörü oldu.

1971’de Avrupa’ya yaptığı bir yolculuk sırasında Brezilya’yı temelli olarak terk etmeye karar verdi ve  önce İtalya’ya ardından Fransa’ya yerleşti. 1983 te “Bir fotoğraf felsefesine doğru” kitabını yazdı. Kitap 14 dile çevrildi.  Dünyanın çeşitli yerlerinde konferanslar verdi. Pragda verdiği bir konferanstan sonra 1991 yılında  Almanya sınırında geçirdiği trafik kazasında yaşamını yitirdi. Prag’da yahudi mezarlığına gömüldü. Ölümü Walter Benjamininki kadar hüzünlü ama hiç olmazsa onun gibi başka dinden bir mezarlıkta yatmıyor.

 

Diğer düşünürler gibi Vilem Flusser de kendi tanımlarını üretti. Görüntü, teknik görüntü, aygıt, fotoğraflama davranışından bahsetti. Ben de bu kavramları açmaya çalışmak istiyorum.

Flusser fotoğrafı felsefi düzlemde incelemiş ve onu bilgi, varlık, değer, bilim, siyaset, din, ahlak, dil, eğitim ve sanat gibi felsefenin ilişkide olduğu varlık alanlarından biri olarak ele almıştır.

Fotoğrafı  başlı başına bir disiplin olarak ele almıştır. İnsanlık tarihinde yazının bulunuşu neyse fotoğrafın bulunuşu da odur ve bunlar insanlık için en önemli  iki devrimdir diyerek görüşünü bildirmiştir. Fotoğrafı çok yönlü olarak ele alır ve bir fotoğraf felsefesi oluşturmak için , çelişkilere, varolan ve olası sorulara yanıtlar arar.

Vilem Flusser’e göre görüntüler, anlamlı yüzeylerdir. Birçok hallerde, “dışarda” olan bir şeyi gösterirler. Zaman ve mekânın dört boyutunu, soyutlayarak, iki boyutlu bir düzleme indirger ve  düşlenebilir olan bir şeyi tasvir etmek için kullanılır.

“Görüntülerin anlamı ilk bakışta algılanabilir ama bu yüzeyseldir” der Flusser. Ama anlamın derinliklerine inmek istiyorsak, bakışımızı görüntü üzerinde gezdirmemiz gerekir. Yani görüntüyü taramamız gerekir. Bu durumda madalyonun iki yüzü ortaya çıkar, görüntünün kendisi ve bakanın niyeti. Görüntünün güzelliği de burada yatar, fotoğraf yoruma yer açar. Tarama  sırasında öğeler tarafından belirlenen  anlamlı bir ilişkiler bütünü ortaya çıkar. Flusser kitabında büyüden bahis eder. Gerçekten de fotoğraf büyülü ve sihirli bir fenomendir. Bazı kimyasallar ve elektronik devreler olup bitmiş bir olayı gözlerimizin önünde yeniden ortaya çıkartırlar. Flusser’e göre bu büyü “hiçbir şeyin kendini tekrarlayamadığı ve her şeyin kendinden önce gelenin bir “sonucu” ve kendinden sonra gelenin “nedeni” olduğu “tarihsel doğrusallık”tan çok farklıdır.  Görüntü insan ile dünya arasındaki iletişimdir. Görüntüler, dünyayı erişilebilir ve insan tarafından düşlenebilir hale sokar. Dünyayı yeniden sunarlar. Ancak bu durum insanı zora sokmuştur.  Ancak fotoğraflar yüzünden insan içinde yaşadığı dünyaya bir açıklama getirmeyi ummuş ve görüntüler arasında yolunu aramak zorunda kalmıştır. Sonuç olarak, yaratılan “görüntüleştirme” amacı bir tür “yanılsamaya” dönüşmüştür. Yukarıda Flusser’in  insanlık için fotoğrafın bulunuşunu yazını bulunuşu kadar önemli bulduğunu yazmıştık. Flusser  kelimelerle görsellerin mücadelesine inceler. Susan Sontag “Kelimeler anlatır, fotoğraflar gösterir” der. Flusser ise yazı ile görüntünün tarih boyunca mücadele ettiğini savunur. Kavramsal düşünce, görüntüsel düşünceden daha soyut bir yapıdır. Metinler, görüntülerin meta kodlarıdır.

İnsan Homo sapiens sapiens olup dili bulup konuşmaya başladığından beri doğadan kopmuştur. Hayvanlar alemini terk etmiştir, kendi doğasını da terk edip başkalaşmıştır. Dünyayı da başkalaştırmaya devam etmektedir. Yine Flusser’e göre metin ve görüntü arasındaki mücadele tarihin en önemli sorunudur. Yazı, insan ve görüntüler arasında sanki şartmış gibi  açıklayıcı bir işlev üstlenmiştir. Bundan ötürü de, yazı insan ve görüntüler arasına girerler. Dünyayı insan için daha anlaşılır hale getirecekken dünyayı gizlemeye başlarlar. Hikaye anlatırlar. Biz bu insana Homo narrans da diyoruz. Böyle olunca da, insan metinleri açıklayamaz, anlamlarını tekrar kurgulayamaz hale gelmektedir. Metinler akılalmaz ölçüde gelişmekte ve insan da kendi ürettiği metinlerin bir işlevi haline dönüşmektedir. Bir  çeşit “metinperestlik” de geliştirilmiş olur. Bugünlerde “görüntüperestik” de etrafımızı sarmaktadır. Beynimiz altından kalkamayacağı derecede görüntü bombardımanına tutulmaktadır. Görüntü çöplüğü demek içimizden gelmiyor çünkü her görüntünün arkasında çoğu kez bir insan dolayısı ile emek durmaktadır. Flusser’e göre “son aşamada, bütün kavramların anlamları düşüncelerde yatar” der. Flusser, fotoğrafın bulunuşuyla teknik görüntünün metinleri görsel olarak açıklayarak dünyayı zordan kurtardığını savunmuştur.

Nedir bu Flusser’in  teknik görüntüsü?

Flusser şöyle düşünür; Teknik görüntü bir “aygıt” tarafından üretilen görüntüdür. Yapıları gereği geleneksel görüntüler “fenomenleri” gösterir, teknik görüntüler ise “kavramlara” gönderme yapar.

Yazıldığından 40 yıl sonra Flusser’in yazdıklarının ne kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Daha o zaman teknik görüntülerin günümüzdeki gibi  metinlerin yerini almaya başladığında çok tehlikeli olacağını söylemiştir. Çünkü teknik görüntülerin “objektifliği” bir yanılgıdır. Burada Flusslerin anlattıkları daha karmaşık hale geliyor. Ona göre gerçekte  teknik görüntüler yani fotoğraflar bir tür  görüntüdür ve bu yüzden de simgeseldirler. Fotoğraf geleneksel görüntülerden daha soyut bir simgedir ve dolaylı olarak dünyayı simgeler. Teknik görüntüden kastedilen, fotoğrafın dünya hakkındaki kavramları tekrar kodladığı şeklindedir . Geleneksel görüntü söz konusu olduğunda ressam zihnindeki görüntü simgelerini, fırça aracılığıyla boyaları herhangi bir yüzey üzerine sürerek aktarır. Bu tür görüntüyü deşifre etmek istediğimizde ressamın zihnindeki kodlama sürecine uygun olarak bir kod çözme işlemi yapmamız gerekir. Ama fotoğraf söz konusu olduğunda süreç bu kadar basit değildir. Görüntü ve anlamı arasına kamera ve fotoğrafçı girer.

John Berger geleneksel görüntülerle fotoğrafı karşılaştırmaya rönesanstan ve dinsel ikonlardan başlar. Flusser farklı yaklaşıyor. Fotoğrafın bulunuşu sonrası dönemle ondan önceki tüm dönemleri  karşılaştırmaya giriyor. Geleneksel resimleri eski büyü, fotoğrafı ise yeni büyü diye adlandırıyor. ”Bir televizyon ekranı veya sinema perdesi karşısında duyduğumuz çekicilik, mağara resimleri veya Etrüsk mezar freskleri karşısında duyduğumuz çekicilikten çok farklıdır” diyor.

M.Ö. 2000 yıllarında, görüntülerin büyüselliğini önlemek için yazı bulunmuştur. Teknik görüntülerin ilki olarak 19 yy.’da icad edilen fotoğraf, mucidlerinin henüz farkında olmamalarına rağmen, metinlere yeniden büyüsellik katma amacı taşıyordu.

 

Mobil Sanat mekan ve zamana bağımlı kalmaksızın, iPhone ve iPad gibi akıllı cihazlarımız aracılığı ile istediğimiz zaman istediğimiz yerde yaratıp düzenleyebileceğimiz, sergileyip, paylaşabileceğimiz bir sanat.

Biz sizi mobil fotoğrafçılık ve dijital resim yapmak üzere bir haftalık bir kampa davet ediyoruz. Unutamayacağınız anlar yaşayacağınız, değişik alanlarda birbirinden çok farklı eserler üreteceğiniz bir ortama çağırıyoruz. Yaratıcılığınızı ortaya çıkarabileceğiniz, fotoğrafa başka boyut kazandırabileceğiniz bir ortam. Ruhunuzu maddeye çevirebileceğiniz….. Gerçekle rüya arasında gidip geldiğiniz.

 

iPhone veya iPad’inizle dijital fotoğraf çekimleri yapacağınız, fotoğraf tekniğinizi geliştirip mükemmelleştireceğiniz, kişisel ve grup geri bildirimleri alacağınız bir ortam.

Drone ile fotoğraf çekimi yapmak isteyenlere bu imkan da var.

Bütün bunları derin Fransa’da Toulouse’a 2 saat mesafede Lot nehri kenarındaki Larnagol yakınında bir handa gerçekleştireceğiz. Kamp 6 odalı bir çiftlik evi çeşitli sanat workshoplarına ev sahipliği yapıyor. Çevresinde şatolar ve dünyanın en güzel 10 köyü arasına girmiş Saint-Cirq-Lapopie var.

https://www.lesgitesdupech.fr

Mehmet Ömür’le iPhone fotoğrafçılığı ve Mobil sanatın inceliklerini keşfedip teke tek eğitimlerle veya grup değerlendirmeleriyle kendi yolunuzu bulmayı öğreneceksiniz.

 

 

Yemekleri Han’nın sahibi Dominique sabah pazardan alınan taze ürünlerle kendi elleriyle yapacak. Bazı akşamlar yemekten sonra birlikte eğleneceğiz. Fransız mutfağının lezzetlerini tadıp günün yorgunluğunu atacağız. Hep birlikte aynı masayı paylaşıp birlikte yemek yiyeceğiz. Bir yemeğimizi ise Larnagol’e çok yakın çok seveceğiniz bir restoranda yiyeceğiz.

Bir günümüzü de Lot nehri üzerinde tekne gezisine ayırdık.

Kampa katılım ücreti ve ayrıntılar konusunda Esra Tanörene; [email protected] veya 00905324318185 den başvurabilirsiniz.

Katılmak için;

Esra Tanören [email protected] adresine “SANAT Kampı Fransa” konu başlığı ile başvurunuz. Kayıt ücreti  yatırıldığı zaman kayıt kesinleştirilecektir.

Not:

Larnagol’e İstanbul _Toulouse THY uçağıyla gelmek en uygunu.

Paris üzerinden biraz daha uzun. Toulouse havaalanından biz sizi karşılayacağız. Bulunduğumuz bölgeye 2 saatlik bir yolculuğumuz olacak.

Mehmet Ömür

Esas mesleği tıp doktorluğu olan Mehmet Ömür gençlik yıllarında başlayıp yoğun meslek kariyeri sırasında bırakmak zorunda kaldığı fotoğraf makinesi 2000 li yıllarda yeniden eline almıştır. Fotoğrafın “teknoloji” olduğuna inanan Ömür önce dijital DSLR ile yoğun ilgilenmiş 2010 yılında Paris’te CE3P fotoğraf ve görüntü okulundan diploma almıştır. 20 dan fazla kişisel sergisi ve Kapadokya ile ilgili fotoğraf kitabı olan Ömür blog’unda ve başta “Fotoğraf Dergisi” olmak üzere çeşitli dergilerde fotoğraf yazıları yazmaktadır.

2014 den beri iPhone fotoğraf ve sanatı (Mobil Sanat) ile ilgilenmekte ve bu konuda çeşitli eğitimler vermektedir. iPhone fotoğrafçılığı ile ilgili kitabı Remzi kitabevinden çıkmıştır.

Larnagol’deki ikincisini yapacağı bu 7 günlük sanat kampında, iPhone fotoğrafçılığı, mobil sanat konularında (Pixanova, iColorama, Procreate vs) eğitim verecektir. Daha güzel fotoğraf çekmeniz, çektiğiniz fotoğrafları daha ileri boyuta taşımak için uygulamalardan yararlanmayı gösterecek ardından mobil araçlarla uygulamalarla nasıl kolaj ve resim yapılacağı konularına girilecektir.

Amaçlarından birisi ise Larnagol’de unutamayacağınız bir kaç gün geçirmenizi sağlamaktır.

 

 

http://mehmetomur.com 

https://www.instagram.com/sukru_mehmet_omur/ 

https://www.facebook.com/saricizmelimmi 

John Berger’le Görme biçimleri
Mehmet Ömür
Fotoğraf ve görüntü konusunda düşünürlere yer verdiğim bu dörtlü seride en son John Berger’e geldik.
John Berger 1962 yılında yazdığı “Görme Biçimleri” adlı kült kitaba şöyle başlar.
“Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.”
“Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez. Her akşam güneşin batışını
görürüz. Dünyanın güneşe arkasını dönmekte olduğunu biliriz. Ne var ki bu bilgi, bu açıklama gördüklerimize hiçbir zaman uymaz. Gerçeküstücü̈ ressam Magritte ‘Düşlerin Anahtarı’ adlı resminde sözcüklerle görülen nesneler arasında her zaman var olan bu uçurumu yorumlamıştır.
Düşündüklerimiz, inandıklarımız ya da inançlarımız nesneleri nasıl gördüğümüzü, görüşümüzü de etkiler. İnsanların Cehennem’in gerçekten var olduğuna inandıkları Ortaçağ’da ateşin bugünkünden çok değişik bir anlamı vardı kuşkusuz. Gene de onlardaki bu cehennem kavramı -yanıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde- ateşi her şeyi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur” diye ifade etmiştir John Berger.
Görme Biçimleri (Ways of Seeing) fotoğrafla ilgili herkesin okuması, kütüphanesinde bulundurması gereken başucu kitaplarından bir tanesidir. Diğer üçünü ise bence şöyle sıralayabiliriz.
2001 yılında Türkçe yayımlanan Walter Benjamin’in “Fotoğrafın Kısa Tarihçesi” ile birlikte 2019 yılında Kolektif Kitap tarafından yayımlanan ve fotoğraf yazılarından oluşan bir derlemesi olan “Fotoğraf Yazıları”, Susan Sontag’ın “Fotoğraf Üzerine” ve Roland Barthes’in başta “Camera Lucida” olmak üzere diğer kitapları.
1926 yılında Londra’da doğan John Berger’i 4 yıl önce kaybettik. John Berger, mesleki kariyerine ressam olarak başladı ve 1940’lı yıllarda Londra’da birçok sergiye katılmasına rağmen adını sanat eleştirmeni olarak duyurdu, bunun yanı sıra belgesel yazarı, romancı, şair, senaryo yazarı olarak da bilinir. Yaşadığı dönemde fotoğrafın yerini irdelemiş, etkileri üzerinde çalışmış ve BBC’de yayımlanan ve çok kişiyi kısa zamanda etkileyen 4 dizilik görme biçimleri adlı dokümanter programlarından yola çıkarak “Görme Biçimleri” adlı kitabını yazmıştır. Resim sanatında “male gaze” dediğimiz erkek bakış açısı kavramını Berger ortaya atmıştır. Erkek bakış açısı  kavramından yola çıkan Laura Mulvey gibi feminist düşünürler de bunu  slogan haline getirmişlerdir.
Kitap fotoğrafçılar arasında ama daha çok grafik tasarımcılar arasında popülerlik kazanmış olan Görme Biçimleri’nde John Berger ne anlatmak istemektedir?
Kitabında yedi ana bölümde incelediği konulara önce Rönesans döneminde görüntünün anlamından başlıyor ve yönetici sınıfın gücünü gösteriyor. Daha sonra çağdaş kapitalist toplumumuzda reklam kodlarının gelişimi ve reklamın her yerde nasıl var olduğu sorunsalını irdeliyor. Böylece de izleyicinin çevresindeki  görüntüleri sürekli sorgulamasını teşvik etmeyi amaçlıyor. Başka bir tartışma açarak, pek çok müzenin sanat eserlerini adeta “kutsal emanetler” gibi sunduğu tabloları ve görselleri, farklı bir biçimde nasıl görebileceğimizi göstererek, bizi kültürel mirasımıza eleştirel yaklaşmaya davet ediyor. Bütün bunlarla birlikte sanat tarihinde kadın vücudunun görselleştirilmesini oldukça geniş bir şeklide analiz ediyor.
Bugün kitabın yazıldığı 1970’lerden çok uzaktayız ama bu kitapta yazılan görüşler ve değerler, bugünün kapitalist yaklaşımını çok net bir şekilde ve güçlü bir öngörüyle o günlerden bize göstermiş oluyor.
Görme şeklimiz bildiklerimize veya neye inandığımıza bağlıdır. İnsanlar Orta Çağ’da Cehennemin varlığına inandıklarında, ateşi bugün sahip olduğu anlam çerçevesinde görüyorlardı. Cehennem fikri, alevlerin yanarak kül haline gelmesi ve yanıkların neden olduğu acı ile yakından ilişkiliydi. Sevgi durumunda ise sevilen kişinin görülmesi, hiçbir kelimenin veremeyeceği bir doygunluk sağlamaktadır. Uzak kaldığımızda sevdiğimizin fotoğraflarını cüzdanımızda veya ceplerimizde taşımamızın amacı da bu açlığı doyurmaya çalışmaktır.
Kelimelerden önce gelen ve kelimelerin hiçbir zaman tam olarak kapsayamayacağı bu görme eylemi uyaranlara karşı mekanik bir tepki sorunu değildir. Sadece baktığımız şeyi görürüz ama izlemek, seçmektir ve bu seçim sayesinde, gördüğümüz şey bize bağlı olmadan karşımıza çıkar. Bakışlarımız asla tek bir nesneye değil, bu nesnelerle aramızdaki ilişkiye de yönelir. Özetlersek, “görme eylemi hiç durmadan gerçekleşen, çevremizdeki dünyayı, mikro kozmosu ve gerçekliği tarayan muhteşem bir eylemdir” der John Berger.
Önümüzdeki sayılarda fotoğraf ve görme üzerine düşünmüş, araştırmış ve yazmış düşünürleri incelemeye devam edecek ve piramidin tepesinde Walter Benjamin olmak üzere aşağıya doğru genişleterek inşa etmeye devam edeceğiz. Bından sonraki yazılarımızda  Laura Mulvey ile birlikte Vilem Flusser, Laszlo Moholy-Nagy’yi inceleme altına almaya çalışacağız.–
Not: 2016 yılı Tilda Swinton John Berger’le  röportaj yapar ve uzun metrajlı bir dokümanter yapılır. Jonh Berger’in yaşamı ile ilgilenenler öneririm.
https://www.imdb.com/title/tt5298558/
Mehmet Omur

Nisan ayı Mobil sanat ayı ilan edildi. Bizim tarafımızdan tabii ki. Biz kimiz? TuMobArt’ız. Türk Mobil sanat platformu. Daha geniş bilgi için www.tumobart.com u ziyaret etmeniz yeterli.

Diğer referansları da buraya koyalım;

https://www.facebook.com/groups/1331930880162804

ve #tumobart

3 Cumartesi 5 kursla Nisan ayını renklendiriyoruz. İlk Cumartesi Cep telefonu ile fotoğrafçılığa giriyoruz. Aşağıda programı mevcut. Ardından Mobil sanata giriş ve gelişmiş üç Mobil sanat aplikasyonlarını öğreneceğiz üç kurs. Superimpose X, iColorama ve Procreate.

Mobil sanat çağdaş sanatın artık yeni  bir akımıdır. Dijtal sanatın alt grubudur. Marcel Duchamp’ın yaptığını yüzyıl sonra yeniden yapmaktadır. Sahiplenmektedir. Etrafınaki her şeyden etkilenmekte, etkilenirken etkilemektedir. Bu bağlamda Fluxus’a benzetilmektedir “Sanat yaşamın içindedir” demektedir. İşini cebindeki telefonla veya çantasındaki tabletiyle görmektedir. Otobüs durağında, takside, uçakta yapmaya devam etmekte, eserlerini 7/24 galerisi İnstagram’ında ve Facebook’unda sergilemektedir. İşlerini her yerde paylaşmakta, dünyanın her yerinde mobil sanat ortamlarındaki mobil sanatçı arkadaşlarıyla paylaşmakta, yaşamını güzelleştirmektedir. Mobil sanat bağımlılık yaratan bir sanattır. İyileştirici bir yolculuktur.  Yeter ki içine düşün. Havuzun etrafında dolaşıp havuz düşmek için birisini itmesini bekliyorsanız işte buradayız.

Aşağıda program hazır her seviyede başlangıçtan en üst seviyeye kadar sanal ortamdaki eğitimlerle yaşamınıza yeni bir sanat kapısı açabilirsiniz.

Önce 101 Cep telefonu ile fotoğrafçılık. Çek Düzenle Paylaş. Bu kursun programı şu şekilde;

Cep telefonu ile mobil fotoğrafçılık kursu Zoom toplantısı şeklinde ve 2 saat sürecek. Eğitim iPhone üzerinden yapılacak ancak android sistem cep telefonları olanlar da yararlanabilirler.

Diğer kurslar da 2 şer saat.

Not; Arzu edenler başvuru kitabı olarak

Mehmet Ömür’ün 

Çek, Düzenle, Paylaş; iPhone fotoğfçılığı kitabından yararlanabilirler.

https://www.amazon.com.tr/Çek-Düzenle-Paylaş-İphone-Fotoğrafçılığı/dp/9751418577

Cep telefonu fotoğrafçılığı; Çek Düzenle Paylaş 

Kamera

Kameranın özellikleri

Lens/lensler,Enstantane,Sensör büyüklüğü, Rezolüsyon(fotoğrafın büyüklüğü), Görüntü kalitesi/görüntü saklama, Hafıza

Aksesuarlar (dış lensler, üç ayak, dış güç kaynağı, power bank), Çeşitli markalar

Kameranın Kullanımı

iPhone kamerasını açalım, iPhone’umuzun kamera özellikleri, Fotoğraf, portre, panoramik modlar

Gece fotoğrafı, Rehber hatların kullanımı

Kameranızın diğer özellikleri

Flaş, HDR, Live modu, Zamanlayıcı, Seri çekim, Zoom yapma

Fotoğraf çekmeden önce yapılması gerenler

Lens temizliği (ön ve arka kameraların lensleri)

Fotoğraf düzenleme 

Snapseed

FOTOĞRAFIN TEMEL KURALLARI

Kompozisyon

Altın oran, Hatlar/çizgiler, Kadraj/çerçeve, Pozitif alan/negatif alan

Simetri, Grafik özellikler, Ritm, Siluet, Gölgeler, Yansımalar

Denge, Arka plan, Alan derinliği, Bakış açısı, Renk, Nefes alan bölge

Çerçeve içine almak, Tek sayı

Işık

Işık ayarı, Ters ışık, Yan ışık, Golden hours, Kontrast

Fotoğraf alanları ve konuları

Gezi-Yol , Manzara, Portre, Sokak, Mimari , Gece, Kedi-Köpek, Anlar-Arkadaşlar, Uçaktan, Efekt-Filtre, Doku, Siyah Beyaz, Kuşlar, Müzik , Şehir, Yeme İçme, Otomobil , Ağaç-Bahçe, Duvarlar, Tekne-Vapur, Detay-Renk-Abstre, Çocuk, Deniz-Plaj, Çift Pozlama, İş Yeri, Uzun Pozlama, Selfie.

Evet ama daha bitmedi.

Mobil Sanat; Art Addict

2 kursumuz Mobil sanat Art Addict dediğimiz kurs. Aslında Healing yani iyileştiren sanat da diyebilirdik. Çünkü bunu yaşıyoruz. O kurs da şu şekilde;

Mobil sanat nedir?; Tanım ve Manifesto

Aplikasyon nedir? Ne işe yarar?

Aplikasyonların genel yönetimi, ayarlar

Küçük aplikasyonlar, gelişmiş aplikasyonlar

KÜÇÜK YARATICI APLİKASYONLAR

(Esra Tanören’in katkılarıyla)

-Fotoğrafları hangi formatta saklarsak iyi olur (JPEG Tiff gibi)

-Fotoğrafımızın boyutunu görmek için kullandığımız app

-Fotoğrafımızın boyutunu yükseltmek için kullandığımız app

-Aplikasyonların organizasyonu

-Renk-texture filtreleri: Mextures / Pixlr  / Distressed FX / Formules

-Boyama efektleri: Glaze / Aquarella / Brushstroke / Repix / Waterlogue

-Geometrik efektler: Fragment / Percolator

-Görsel ekleme: SkyLab

Gelişmiş Aplikasyonlar

SuperimposeX; Katman ve Maske

iColorama aplikasyonuna giriş

Procreate aplikasyonuna giriş

APLİKASYONLARI TANIYALIM

Basit Aplikasyonlar

Boyama filtreleri, Renk filtreleri

Yaratıcı aplikasyonlar

Hareketli aplikasyonlar

Ücretsizler ve Ücretliler

Abonelik isteyenler

Aplikasyonların nasıl peşlerine düşeriz?

Apple store’da nasıl aplikasyon araştırırız?

Facebook da beğendiğimiz resimleri yapanlarla nasıl iletişim kurarız?

Dogsitter’s gibi gruplarda ve diğerlerinde nasıl takip ederiz

Kamera Aplikasyonalrı nelerdir? Native kamera, Camera+ 2, Halide, RAW, Office lens

Edit Aplikasyonaları; Snapseed, Photoshop express, Darkroom, Raw Power, Touch retouch veya Handy Cam

Katman ve Maske Aplikasyonlrı nelerdir?  Image Blender, Diane, Leonardo, Superimpose X

Mobil sanat çalışırken lazım olacaklar

Stock foto nasıl elde ederiz?

Pixabay, Unsplash, Sktchy vb

Random yani Tesadüfi ve Yaratıcı Aplikasyonlar; Percolator, Trigraphy, Frax, Pixel Wakker, Trimaginator yeni adıyla Vecotr Q, Aerograph, Matter, Flowpaper, Circular Lens FX, AlienSky, Sky Lab,  Phototropodelic, PopArt, Olli, PaintCan.

Bağlantılar; Web, internet / -Instagram / -Facebook

 

Gelelim gelişmiş aplikasyonları; Superimpose X, iColorama ve Procreate.

Bir Mobil sanatçının gelmesi gereken yerin Procreate aplikasyonu olması gerektiğini düşünüyoruz. Ve buraya ulaşmanın yolunun Superonline ve iColorama dan geçtiğine inanıyoruz. Superimpose X katman ve maskeleme ile buluşacağımız yer. iColorama da ileri boyama teknikleri,  doku ve filtrelerle tanışacağız. Procreate ise hayalimizdeki herşeyi gerçekleştirebileceğimiz sonsuz alternatifleri olan bir aplikasyon. Sınırları hayal gücünüz. Photoshop kullanan profesyonnelrin yaptıklarını cep telefonunuzda veya tabletlerinizde yapmayı mı düşlüyorsunuz , hem de çok daha kolay olarak o zaman procreate öğrenmelisiniz.

Superimpose X i tanıtmayla başlayalım.

Superimpose X: Mobil machine öğrenme teknikleriyle profesyonel fotoğraf düzenleme araçlarını akıllı telefonlara getirdi.
Standart fotoğraf editörlerinde genellikle ölçekleme, kırpma, renk, döndürme, bulanıklaştırma, filtreleme gibi ortak bir araç paketleri vardır.

Daha güçlü, gelişmiş ve karmaşık bir şey istediğimizde ne yapmalıyız? İşte burada Superimpose X devreye giriyor. Yakın zamana kadar, bu işlemleri yapmak için fotoğraflarımızı büyük olasılıkla Photoshop gibi güçlü masaüstü düzenleme platformlarına aktarmak çözüm olarak görülüyordu.
Ancak ağır düzenleme araçlarının hem öğrenilmesi zor hem de bize Adobe üyeliği gibi yüksek maliyet getirebilir. Akıllı telefon kameralarındaki son gelişmelerle artık biz de giderek daha kaliteli fotoğrafçılık yapabiliyoruz. Telefonumuzun fotoğraf albümü veya kütüphanesi ile masaüstü bilgisayarımızdaki Photoshop gibi yazılımlar arasında gidip gelmek artık hepimize çok zahmetli bir hale geldi.
Pankaj Goswami’nin yarattığı Superimpose X ile (şu anda iOS’ta mevcut) fotoğraf düzenleme yazılımının gücünü telefonlarımıza getirdi ve hayatımızı çok kolaylaştırdı.
Pankaj, çoğu fotoğraf düzenleme mobil uygulamasında aynı anda bulunmayan 2 özelliği tek aplikasyon bünyesinde topladı: maskeleme ve katmanlama. Bu özellikler sayesinde hayal güçlerini istedikleri gibi kullanabiliyorlar. Kompozit görüntüler, çift pozlamalar, gerçeküstü görseller, manzara içinde harmanlanmış farklı dünyalar gibi çeşitli görüntüler oluşturabiliyorlar.

Özetle Superimpose X, görsel öğelerin çeşitli araçlarla maskelenerek ve karıştırma yöntemleri kullanılarak bir arka plan görüntüsüne eklenmesini sağlayan güçlü bir mobil sanat uygulamasıdır. Maskelenmiş öğeler, gelecekteki projelerde kullanılmak üzere bir kitaplığa kaydedilebilir. Hem ön plan hem de arka plan görüntülerinin seviyelerini ayarlamak için uygulama içinde çeşitli filtreler mevcuttur.
Superimpose uygulamasının yeni nesli Superimpose X Neo ile fikirlerinizi muhteşem bir sanat eserine dönüştürebiliyorsunuz.

Birden çok katmanla çalışabilme imkanı vardır. Superimpose X neo da katman sayısı 12 ye çıkmıştır. Diğer versiyonlarda maksimum 8 katmanda çalışılabilir. Superimpose x veya Superimpose X neo karıştırma modlarından, maskelemeden, ayarlardan, fırçalardan, şekil bozulmalarından, efektlere, bulanıklık modlarına kadar çok çeşitli düzenleme yetenekleriyle dolu güçlü bir fotoğraf editörüdür.

Tüm projelerinizi oturum alanına (sessions veya galeri) kaydedilir. Bir projeyi bırakıp bir başkasına geçmek istiyorsanız mevcut projenizi kaybetmezsiniz.

Bütün bunlarla beraber Superimpose X in çok güzel tasarlanmış bir arayüzü kullanıcıyı korkutmadan bir çok güçlü aracı onun hizmetine sunmaktadır.

Superimpose X in güçlü ve çeşitli araçları arasında şunları sayabiliriz;

• Çoklu katmanlar ( iPhone 7 ve üzeri için 12’ye kadar).
• Harmanlama modları, 18 tanesi.
• Opaklık kontrolü.
• Magic Wand’den Magic Lasso’ya, önceden tanımlanmış şekillerle çok sayıda maskeleme aracı.
• Gölge oluşturma aracı.
• Light Wrap aracı.
• Maskelenmiş görüntülerinizi saklamak için Maskeleme Kitaplığı.
• Tüm projelerinizi otomatik olarak depolayan “Oturum” (Sessions) Kitaplığı.
• İstenmeyen nesneleri otomatik olarak kaldırabilen nesne kaldırma aracı.
• Katman bulanıklığı.
• Fotoğraf efektleri (63 adet).
• Clarity aracı.
• Gelişmiş ayarlama araçları.
• Metin, Seçici Bulanıklık, Hareket, Yakınlaştırma, Mercek Bulanıklığı, Gradyan gibi araçlar.
• Şekil bozma, Perspektif dönüşümü ve daha fazlası gibi deforme edici araçlar.
• Çok sayıda boya ve efekt fırçası.
• Leke fırçası
• Klon damga fırçası
• Koyulaştırma, Açma, Doygunluğu Giderme için fırçalar.
• Katmanlarla birlikte Photoshop doküman formatında (PSD) dışa aktarma seçeneği.
• Bir milyondan fazla telifsiz stok fotoğrafına erişim olanağı.

Bu aplikasyon kursunda canlı uygulamalar yapılarak;
-Ana galeri (Sessions); fotoğraf, stok, maske kütüphanesi
-Katmanlar
-Maskeleme ve araçları
-Blending (harmanlama)
-Editör menüsü
-Filtreler menüsü

-Superimpose, superimpose X ve superimpose X neo farkını bu kursta konuşacağız.

iColorama aplikasyonu

Fotoğrafınızı resme dönüştürme konusunda en başarılı aplikasyon diyebilirim. Apple Store daki binlerce fotoğraf ve video aplikasyonu arasında 102. sırada. Katerine Alieksieienko tarafından geliştirlimiş bu aplikasyonun 300 den fazla filtresi var. instagramda #icolorama tag lediğinizde 250 binin üzerinde resim görebiliyorsunuz. Çok güçlü ve gelişmiş bir yuygulama ve ben kullandığım 4-5 yılsüre içinde bir kez çöktüğünü görmedim.

iColorma ile basit fotoğraf düzenlemeleri yapabileceğiniz gibi fotoğrafınıza karmaşık değişimler de uygulayabilirsiniz.

Bu uygulamaya yapılabilecek tek eleştiri tecrübe sahibi olmak zaman alıyor ve oldukça pratik gerektiriyor. Ayrıca geri al/ yinele yani  undo/redo düğmesinin olmaması da bir dezavantaj. Maskeleme işlemleri de Superimpose X deki kadar basitleştirilmemiş.

Ücretsiz olmasa bile bir kere vereceğiniz 4-5 euro ile, diğer fotoğraf uygulamaları gibi abonelik ücreti istememesi güzel yanlarından birisi. Bu uygulamafotoğraflarınızı sanat eserine dönüştürmede vazgeçemeyeceğimiz bir uygulama. Bir altın standard. Yaratıcılığımızı besleyen, aplikasyon kütüphanemizde olmazsa olmaz bir aplikasyon.

Menüsünde Tone, Preset, Style, Effect, Adjust, Brush, Form ve Texture gibi mod’lar var. ve her Mod’un altında da çok sayıda alt menüler var. Her adımı onaylanmanız gerekiyor, yoksa yaptığınız işlem kayboluyor. Onayladığınız adımları steps denilen yaptıklarınızın geçmişi bölümünden izleyebiliyorsunuz. İki fotoğrafla çift pozlama uygulaması ve harmanlama fonksiyonu da mevcut. Çalışma sırasında zaman zaman ilk hali ile son halini mukayese etmek mümkün. Maske mantığı diğer uygulamalardaki gibi boyadığınız zaman siliyor sildiğiniz zaman geri alabiliyorsunuz. Ancak dediğimiz gibi bu kısım diğer aplikasyonlara göre biraz daha kompleks.

Çalışma alanının sağ tarafı hazır ayarlara ayrılmış en alt satır ise ince ayarları yapmanıza olanak sağlıyor. 

Bu aplikasyonla ilgili internette çok sayıda video tutorial izleme şansı da mevcut.

Mobil sanatçıların dağarcıklarında bulundurmaları ve öğrenmeleri gereken bir aplikasyon olarak değerlendiriyoruz.

Procreate ve Procreate pocket

Hem kolay kullanımlı hem de profesyonel işler yapılabilecek kadar gelişmiş bir aplikasyon. Bolca çizim ve boyama araçlarının yanında illüstrasyon yapmaya çok uygun bir aplikasyondur.

Yüzlerce el yapımı fırça, bir çok sanatsal araç, gelişmiş bir katman sistemi ile desenler, resimler, çizimler hatta animasyonlar oluşturmak için her şeye sahip bir uygulamadır.

Evde koltukta, otobüste, trende, plajda veya kahve için sırada beklerken çalışıp üretebilirsiniz. İdeal mobil sanat aplikasyonudur. Photoshop a yakın gücu ama onla kıyaslanmayacak kadar kolay kullanımı ile vucunuzun içinde eksiksiz bir sanat stüdyosu gibi düşünebilirsiniz.

Procreate’in ne gibi özellikleri var biraz da onlara bakalım; 

Yüksek Çözünürlüklü tuvaller

Düzgün şekiller için QuickShape özelliği

Pürüzsüz ve duyarlı örnekleme olanağı

iPhone için en hızlı 64-bit boyama motoru

Kısayolları kullanmak için bir klavye bağlanabilme özelliği

64 bit renkte işler oluşturma

250 seviye geri alma ve yineleme

Sürekli otomatik kaydederek işinizi kaybetmenize izin vermez.

Fırçalar

Yüzlerce fırça

Her fırça için 100 den fazla özelleştirici ayar

Kendi fırçalarınızı tasarlama olanağı

Fırçalarınızı başkalarıyla paylaşma 

Photoshop fırçalarını kullanın hatta Photoshop dan daha hızlı kullanın

Katmanlar

25 den fazla katman harmanlama mod’u

Tahribatsız düzenleme

katman ve kırpma maskeleri

Katman grubu yaratma

Nesneleri birden çok katmanda aynı anda değiştirme

Renk

ColorDrop ile çizgi çalışmalarınızı hızlı renklerle doldurma olanağı

Disk, Klasik, Uyum, Değer ve Palet renk panelleri

Renk eşleştirme için renk profillerini içe aktarabilme

Tasarım

Metin Ekleme

Perspektif, İzometrik, 2D ve Simetri görsel kılavuzları

Çizim Yardımı

Animasyon yardımı

Glitch, Chromatic Aberration, Glow ve Halftone gibi efektler

Derinlik ve hareket için Gauss ve Hareket Bulanıklığı filtreleri 

Netlik için Keskinleştirme aracı

Ton, Doygunluk veya Parlaklığı gerçek zamanlı olarak ayarlama özelliği

Renk Dengesi, Eğriler ve HSB dahil güçlü görüntü ayarlamaları

Çözgü, Simetri ve Sıvılaştırma Dinamikleri

Video üretimi için Hızlandırılmış kaydınızı 4K olarak dışa aktarabilme özelliği

Procreate pocket iPhone için tasarlanmış Procreate ise iPda için tasarlanmış.

iPad’in sahip olduğu ekstra çizim kılavuzları, sıvılaştırma ve hızlı şekil gibi özellikler iPhone da bulunmuyor. Dolayısı ile iPad’te kullanmaya alışınca iPhone da kullanmak istemiyor insan. Procreate mobil sanatçının sanatını geliştirmesine yardımcı oluyor.

 

Dijital Ressam olun…

Normalde ressamlar elleriyle, kalem ve kağıtlarıyla çalışmayı sever. Bunun için saatler harcarlar. Kağıt üzerine çizim yapma hissini güçlü bir duygudur, ama zaman alıcı ve pahalıdır.

Yaptığınız resmi dijital ortamda paylaşabilmeniz için dijitalize etmeniz gerekir. Bu da zaman alıcıdır ve resmi orijinalinde olduğu gibi gösteremez. Oysa baştan procreate de resminizi oluşturursanız işler değişir.

‍Procreate çok miktarda imkan sunuyor. 

Fırçalar, sulu boyalar ve kağıt ve tuvalleriniz masraf açacaktır. Bilgisayar ihtiyacı da cabası.

Ve daha da kötüsü… fırçalarız yıpranır ve suluboyalarız  sonsuz değildir. 

Resim yaparken odanın yarısını kullanırsınız, oysa Procreate ile ihtiyacınız olan iPad’iniz ve bir Apple Pencil’dır. İstediğiniz her yerde istediğiniz zaman çalışabilirsiniz.

Toplu taşıma araçlarında, parkta; isterseniz  iPad’inizi getirin ve biraz resim yapın.

 

 

 

Fotoğrafa Aşk Mektubu: Roland Barthes ve Punctum kavramı

Mehmet Ömür

Roland Barthes’ın yazdığı kitabın orijinal adı Aydınlık Oda. Neden “Karanlık Oda” değil de “Aydınlık Oda” yani “Camera Lucida?” Çünkü bu çok şahsi bir eser. Barthes’ın belki de en güzel eseri. Başlangıçta deneme olarak başlanmış ancak daha sonra özellikle kitabın ikinci bölümünde Barthes olayı duygu optiğinden geçirmiş ve özeline taşımıştır.

Cahier de Cinema bir sinema dergisidir ve bu dergi Barthes’dan sinema üzerine bir kitap yazmasını istemiştir ama Barthes 1,5 yıl kadar bir süre bu siparişi bir kenara atmak durumunda kalmıştır çünkü annesinin ölümünün yasını tutmakta ve başka bir şeyle ilgilenememektedir. Ta ki fotoğrafın ölümle ilgisini kurana kadar. Bu ilişkiyi kurunca evine kapanır ve kitabı 6 haftada bitirir. Kitap bir deneme kitabı olmaktan çıkmış herhangi bir tarza sokulmakta zorlanılacak bir kitap haline gelmiştir. Kitap müzik eseri gibi 2 bölümde yazmıştır ve partisyonlar vardır ve her bölümde 24 kısa düşünce parçaları vardır. Bu kitapta fotoğrafı sinemanın karşısına koyar, çünkü sinema fotoğraf kadar kendisini çekmemektedir. 

 

Camera Lucida, orijinal adıyla “La Chambre Claire” yani Aydınlık Oda, aşk mektubu gibi duran metaforlar yığını bir kitaptır. Barthes, Latince sözcüklerle daha özgün anlam arayışları içine girmiştir. Roland Barthes, fotoğrafın başkaları için değil de, kendisi için ne anlama geldiğinin arayışı içindedir ve kitabın ikinci bölümünde de tamamen duygularını açar. Hayatının en önemli fotoğrafı olan, annesinin 5 yaşında çekilmiş “Kış Bahçesi” adını verdiği fotoğrafını değerini düşürecek diye kitapta göstermez ama uzun uzun anlatır, içini döker. Ona göre fotoğraf kişiseldir, herkesin her  fotoğrafa yaklaşımı farklı ve özeldir ve Barthes kitabında bunun üzerine uzun uzadıya durur. Kitap fotoğraf sanatına bir güzelleme olarak yazılmıştır. Roland Barthes fotoğrafı sinemaya tercih eder demiştim.  Fotoğrafı sahneye benzetir, ona göre fotoğraf tiyatroya sinemadan çok daha fazla yakındır. Ben de zaten ileride yazacağım tiyatro oyunumda onu Susan Sontag’ın karşısına erkek başoyuncu olarak çıkartacağım. Başrol veriyor olmamın başlıca nedeni fotoğrafı sinemadan çok seviyor olması değil tabii ki. Karizması, düşünceleri ve fotoğrafa yazdığı “Camera Lucida” kitabı. Barthes, fotoğraf felsefesiyle fotoğraf severlerin gönüllerine taht kurmuştur. Amatör olarak bile, fotoğraf çekmedikleri halde bir arkeolog özeniyle fotoğrafı böylesine özenli bir şeklide irdeleyen düşünürlere hayranlığım büyüktür doğrusu. Aynı şekilde John Berger ve Walter Benjamin de fotoğraf sanatı için çok değerliler ve sırada onlar da var. Barthes’in fotoğraf kitabı fotoğrafa adeta bir aşk mektubudur. Ölümünden çok kısa süre önce 1980 yılında, Susan Sontag’ın “Fotoğraf Üzerine” kitabından birkaç  yıl kadar sonra yazdığı bu kitabında Susan Sontag’a neden hiç gönderme yapmadığını merak ettim doğrusu. Oysa birbirlerini iyi tanırlar bu iki fotoğraf düşünürü. Barthes’a hayran olan Sontag,  onu anlatırken “Elimi öpüp yanağına götürmesini hiç unutamam” der. İşte böyle kibar bir beyefendidir ve Sontag da Barthes’den çok hoş bir kişi diye bahseder. Barthes’ın narin bir yapıya sahip olmasında belki de çocukluğunda yakalandığı verem hastalığının rolü vardır ve 3 yıl eve kapanmasına neden olan bu hastalığın, çok sonralar geçirdiği kazanın ardından kendisini toparlayamayıp ölmesine neden olduğunu düşünenler de vardır.

Roland Barthes “Camera Lucida” da tamamen kişisel duygu ve düşünceleri üzerinden yürüyor, yeni kavramlar üzerinde duruyor ve yeni kavramlar kuruyor; Operator, Spektator, Spectrum, Studium ve Punctum öne sürdüğü önemli kavramların bazılarıdır. Bir de “Ça-a-été” var ki, bu kavramın Türkçe’de tam karşılığını bulmak biraz zor. Barthes, fotoğrafın anlamın peşindedir. Ça-a-été,  “O oldu, bu vardı, öyleydi” anlamlarına gelir. O anda, orada bir şey olmuştur ve bir daha tekrarı olmayacak olan “bu şey” sonsuza kadar fotoğraf tarafından gösterilecektir. Bu kitapta “Punctum” kavramını ortaya atmıştır. Bu kavram, fotoğrafın dışına da çıkıp başka alanlarda da kendisine yer bulmuştur. Delip geçen şey, yani bu Punctum bizi yakalayan, yani aşık olduğumuz o küçük şeydir. Başkasında belki aynı duygu oluşmayacaktır, yani özeldir.

Barthes, bir ontolog (varlık bilimci), -her ne kadar kendisini öyle görmese de- bir filozof, bir göstergebilimci ve bir yazardır. Sorbonne’da hoca olabilecek kadar, kendi kendisini yetiştirmiştir.

Barthes, kitabına Napoleon’un yeğeni Jerome’un fotoğrafıyla başlar. “İmparatoru gören gözleri” görüyordum demesi ilginçtir. Barthes, ölümle kafasını bozmuştur diyebilirim,   sonra girdiği büyük bir yas döneminde bu düşüncelerinin etkisine girdiğini söyleyebiliriz. Camera Lucida’da yazarın amacı, fotoğrafın temel bir özelliğinin olup olmadığı, daha doğrusu “tek başına diğer imge gruplarından farklı bir  üstünlüğü” olup olmadığını anlamaya çalışmaktır. Yazar, fotoğrafın bir daha asla tekrarlanamayacak bir şeyi mekanik olarak tekrarladığını söylerken seyirciyi pasif konuma sokmaz. Aslında genel olarak imgeleri okunması gereken bir metin gibi görmeye eğilimimiz vardır. Çünkü güçlü bir referans noktasına ihtiyacımız vardır. Oysa imge konuşmaz, grameri yoktur, ayrıca kavram da değildir. Fotoğraf ise bize gösterir, bilgilendirir ve hayal etmemizi sağlar. Ama meraklı beyinlerimiz her şeyde olduğu gibi fotoğrafı da deşifre etmeye, okumaya çalışır. Fotoğrafları ve imgeleri sessiz bir dilbilim, imge sözlükleri, ikonografiler olarak ele alan teoriler üretmeye çalışıyoruz. Bu şekilde anlamayı ümit ediyoruz. Roland Barthes’de kitabındaki 48 bölümde bunu yapıyor ve görüntü sorununun fotoğraftaki yerini anlamaya çalışıyor. Bir göstergebilim uzmanı olan Barthes’a  göre fotoğrafın bir dili yoktur, doğası gereği olamaz, sadece kayıpla veya ölümle ilişkisi vardır 

Fotoğrafı çekene Operator, seyredene Spectator diyor. Fotoğrafın kendisine ise Spectrum. Spectrum’un “Spectacle” ile yani sahne ile ilişkisi olduğunu söylüyor Barthes.  Ona göre “Studium” kavramıyla ise genele gönderme yapar, yani ortalama işler, beğenilen ama aşık olunamayan işler anlamında. Barthes için en önemli olan “Punctum” dur. O küçük şey, o aşık olunan şey, herkes için farklı olabilen her fotoğrafta da olmayan “O şey”. O bir anda görüp de vurulduğumuz küçücük şey, bir yıldırım aşkı. Barthes bunu fotoğraflar üzerinden de anlatır ve  o fotoğraflardan bir tanesini fotoğrafı buraya aldım

.

Roland Barthes, çığır açan çalışması Camera Lucida’da, Koen Wessing’in 1979’da Nikaragua’da çekmiş olduğu silahlı askerlerin yanından geçen iki rahibeyi gösteren fotoğrafı ele alır. Bu fotoğrafa çarpılmıştır çünkü bu fotoğraftaki çelişkili durum Barthes’ı  çok etkilemiştir. Barthes’e göre Spectatoru yani izleyeni durup, tekrar bakmaya  yönelten bu şey yani imgenin Punctum’unu yaratan işte bu fotoğraftaki “o” çelişkidir. 

Barthes, bu kitabı sadece analog fotoğrafın gündemde olduğu, fotoğrafın kağıda basıldığı ve bakıldığı bir tarih aralığında kaleme almıştır. Acaba kitabını bugün, fotoğrafların neredeyse tamamının ekranlar üzerinden izlendiği bu dönemde yazsaydı, düşünme tarzı farklı olur muydu diye de aklımdan geçirmiyor değilim doğrusu.

Bir de bu kitabın 1996 da Türkçeye kazandıran Altıkırkbeş Yayınları ve Reha Akçakaya’ya teşekkürlerimi iletirken yazın dünyasının profesyoneli olmayan birisi olarak küçük bir eleştirimi iletmek istiyorum. Keşke kitapta Studium ve Punctum kelimelerinin Türkçesini bulma çabasına girmediğiniz gibi; Operator, Spectator ve Spectrum’u da, İşletici, İzleyici ve Tayf olarak değiştirmemiş olsaydınız. Okuyucuya için bir kolaylık olurdu diye düşünüyorum.  Muhtemelen bir nedeniniz vardır, belki o yıllarda okuyucu daha çok öz Türkçe seviyordu, kim bilir? Yine de Kitabın Türkçeye çevrilmiş olması, Türk fotoğraf dünyasına bir armağandır. Her dönemde okunabilir bir kitaptır ve her fotoğraf severin mutlaka okuması gereken bir eserdir diye düşünüyorum. Yardımcı olsun diye en önemli kelimelerden çok kısa, 6 kelimelik bir lügat yarattım ve buna Barthes’in okuma lügatı demek istiyorum. 

Operator: Fotoğrafçı

Spectator: İzleyici, fotoğrafa bakan kişi

Spectrum: Fotoğrafın konusu

Studium: Genel beğendiğimiz fotoğraf

Punctum: Fotoğrafta bizi çarpan şey, bizi o fotoğrafa aşık eden o küçücük ayrıntı

Ça-a-été: Bu vardı veya O şey oldu

Bilim sanatın insan sağlığına iyi geldiğini iddia ediyor. Biz bunu zaten her zaman hissettik, yaşadık. Müzede veya galeride beğendiğimiz bir tablonun karşısında durup, derinine baktığımızda hissettiklerimizi bir biz biliriz. Bir de yanımızdaki sanatsever arkadaşımız. Ona ”Vay be şuna bak o kırmızı noktayı nasıl da yerine yerleştirmiş” dediğimizde de o da bize “He ya, aynen!” derse ikimiz de nirvana ya evrilmiş gibi oluruz. Beynimizin iki önemli eylemi var biri haz alma, diğeri ise mantıklı olma.
Bir sanat eseri önünde içimizde ortaya çıkan olaylar nelerdir? O esere baktığımızda hissettiğimiz duyguların yükselmesinden nasıl haberdar oluyoruz. İnsan bir başka insanla karşılaştığı zaman herhangi bir duyguya kapılabiliyor. Bu iyi olabilir kötü olabilir. Aynı şekilde bir sanat eseri ile karşılaştığınızda da bu beynimizde bir takım olaylar ortaya çıkıyor. Nörotransmiterler denilen kimyasallar aracılığıyla bir çok olaylar beynimizde fırtınalar kopartıyor. Beynimiz vücudumuzun % 2 si ama vücudun tükettiği enerjinin %20 sini tüketiyor. Bu tüketimin % 60 ı ise görme ve görsellerin algılanması işlerine harcanıyor. Muhteşem bir işlemci. Mikro saniyeler içinde binlerce, milyonlarca işlem yapıp bizi çevreleyen gerçeklikle uyum sağlamamıza yardımcı oluyor. Olağanüstü değil mi? Bir de üstelik bilim dünyası bugün hala beynimizin bu işleri nasıl başardığını anlamış değil.
Diğer bir yanda bir sanat eserinin önünde hissettiğimiz estetik empati de denilen zevk alma, haz duyma olayının gizemleri var. Normalde beynin hayatta iki işlevi var. Bir tanesi hayatta kalmamızı sağlayan ve bize yaşama arzusu veren bir işlev. Diğeri ise haz alma işlevi. Biri Apollo diğeri Diyonisos. Biri at binen süvari diğeri at. Bir bilgisayar asla bu şekilde çalışamaz.

Süvari entelektüel beyni temsil ederken at haz ve ödülü simgeler. Herhangi bir çatışmalı bir durumda her zaman at kazanır. Bizi rasyonellikten ayıran ama aynı zamanda insan olarak tanımlayan şeyler hatalardır, fantezilerdir ve arzulardır.
Okşamış beyinlerden bahsedebiliriz. Bilim adamların söyledikleri şöyle; bir sanat eseri beynin her iki işlevini de devreye sokar.
Sanat eseri beyine bilmediği şeyleri gösteri, onu şekillendirir. Onu okşar ve ona zevk ve ödül verir. Bu olay müzikte yoğun olarak incelenmiştir. Görsel sanatlar alanında da benzer durum söz konusudur

Bu konuda bir çok deney yapılmaktadır.
Bunlardan bir tanesi müzedeki ziyaretçilerin sanat eserleri önündeki kalp atışlarının ve terlemelerinin miktarını ölçmek. Ziyaretçi sanat eserini seviyorsa vücudunda kortizol üretimi yani stres hormonu azalıyor.
Dolayısı ile stresi azalıyor. Koridorları sanat eserleriyle süslü hastanelerin hastalarının hastanede geceleme sayısı kuru ve laboratuar gibi olan hastanelerden daha düşük. Yani sanat içinde insanın iyileşme süresi hızlanıyor.
Kalp daha sakin atıyor, vücut gevşiyor. Beyinde mutluluk hormonu diye bilinen dopamin salgılanması artıyor. Müzik dinlerken arttığı gösterilen endorfinler ve oksitosin (sevgi hormonları) kimyasal cephaneliğimizin bir parçası olarak çalışıyor. Bunların hepsi bir sanat eserinin önünde de ortaya çıkıyor. Altın oran olarak bilinen bir kavramdır. Görsel estetiğin temelindedir. Bu incelendi. Bir eserin estetik niteliklerini değerlendirebilmek ve onu beğenmek nasıl oluyor bu bilimsel olarak tesbit edildi. İnsanlara değişik fotoğraflar gösterildiğinde hangi sosyoekonomik sınıftan gelirlerse gelsinler hangi yaşta olurlarsa olsunlar, sıradan fotoğraflara göre ustaların fotoğraflarını tercih ettikleri bilimsel olarak gösterildi.

Bir italyan bilim adamı iki beynimizin birbirinden bağımsız olarak çalışabileceğini gösterdi. Ama aralarında gelişmiş sürekli açık bir bir bağlantı kanalı vardır, burası akıl ve duyguyu birleştiren empati yeridir. Pariste hastalara müzeye gitme reçetesi yazmaya kalkan doktorlar var. “Güzelliğe davet” derneği nörolojik, psikolojik ve sosyal düzeydeki araştırmalardan dolayı UNESCO’nun himayesine verildi. Lyondaki bir hastanenin iç hastalıkları bölümünde hastalar hastaneden odalarına asmak için beğendikleri bir sanat eserini isteyebilmektedirler. Yani okuduğunuz bir kitabın antidepresan etkisi gibi acı çeken insanların bir tabloya bakarak gevşemesi tabii ki doğal bir durumdur.
Başka bir çalışmada ise orta seviyede oluşturulan deneysel bir ağrı 6 aydan uzun süreli ilişkileri olan kadınlarda partnerlerinin fotoğrafları gösterildiğinde bu ağrıyı daha az hissettikleri bilimsel ortaya kondu. Fotoğrafın ağrıya yanlarında ellerini tutan bir kişiden daha fazla faydası olduğu ortaya çıktı. İlginç değil mi?

 

 

https://www.scn.ucla.edu/pdf/Master-InPress-PsychSci.pdf

Sanat ve sağlık

Kim Korkar Susan Sontag’tan?

Tek resimli fotoğraf yazısı..

Fotoğraf Felsefesi sahnesinde hangi oyuncuya baş rol verirdim diye düşündüğümde aklıma ilk önce Susan Sontag geldi. Hiç fotoğraf çekmeden fotoğraf aleminde en çok sözü edilen fotoğraf konusundaki düşünce üreten bir kişi. Roland Bartes, John Berger, hatta üçünün ilham kaynağı olduğunu düşündüğüm Benjamin Walter dururken neden Sontag diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bu sahnede rol alabilecek Vilem Fussler, Laszlo Moholy-Nagy, Laura Mulvey gibi başka isimler de var ama hiç biri değil de neden Sontag? İzninizle anlatayım… 

Bu isimlerin içinde her şeyle oynamaya eğilimli en büyük oyuncu o. Her şeyle oynamaya eğilimli, karakterinin özü bu olan, kimdir bu Susan Sontag? Kendisiyle yapılan röportajlardan birinde doğaçlama olarak kısaca, “Amerikalıyım, yazarım, sinemacıyım, anneyim, gezginim” diyor ama o kadar değil.  Cinsiyet sorunları, başta kanser ve AIDS olmak üzere sağlık sorunları, LGTB sorunları, edebiyat, fotoğrafın gücü, rock müzik, sanatçı girişimi, kişilik kavramı; Vietnam, Sırbistan ve 11 Eylül sorunları gibi bir çok konuyla yakından ilgileniyor. Her şeye meraklı, dünyada ne oluyor, ne bitiyor bilmek istiyor. Uzaktan izlemek yerine  fiziken orada olup bizzat gözlemek istiyor. Amerika, Fransa ve “Yorum” gibi değişik politik, sanatsal ve sosyo-psikolojik konular her zaman ilgisini çekiyor. Özel bir insandan, 3 yaşında okumayı ve 19 yaşında üniversitede  2 yıl içinde lisansını tamamlamayı başaran üstün bir zekadan bahsediyoruz. Sol militan bir aktivist, eleştirmen ve düşünür olarak 20. Yüzyılın ikinci yarısına, 21. Yüzyılın da ilk yirmi yılına damgasını vurmuş bir düşünür, bir eleştirmen, bir yazardan bahsediyoruz. Özel yaşamı da çok çok ilginç. Ünlü dansçı Lucinda Childs ile yaşayıp dans üzerine denemeler yapan, ünlü fotoğrafçı Annie Leibovitz ile yaşamının son 15 yılını geçiren, eşcinsel olan ama eşcinselliğini saklamadığı halde arada sırada erkeklerle de ilişki kuran bir yapısı var ve kendisini açıkça biseksüel olarak tanımlamaktadır. Annie Leibovitz ise, Sontag’ın kansere yakalandığı süreci ölümüne kadar düzenli fotoğraflıyor ve “kendisine bunu borçluydum” diyor. Toplumun ne dediğini hiçbir zaman umursamayan Sontag, hayatı dolu dolu yaşayan bir kişilik. Sabah Stendhal okuyor, ardından piyanoya geçip Beethoven çalıyor, öğlen yemeğinde sanatçı arkadaşlarıyla yemek yiyor, öğleden sonra arkadaşları ile sergi gezip, akşam üzeri konsere gidiyor.  Böylesine  meraklı ve kabuğuna sığmayan hareketli bir insan. 

Babasını çok erken yaşta kaybetmiş, sert yapıda bir anneyle büyümüş Polonyalı bir ailenin çocuğu. Daha çok denemeci olan Sontag’ın romancılığı ve sinemacılığı oldukça zayıf, romanları ve filmlerinden birer tanesi dışındakiler pek tutmuyor. En önemli eseri ise bence “Camp”adlı deneme kitabıdır.  Çocukluğunda Marie Curie gibi kimyacı olup Nobel almayı uzun süre düşlemiş ama yıllarca sonra bu fikirden vazgeçip yazmaya soyunmuş ve gazeteciliğe başlamış. Andy Warhol, Susan Sontag’ın fotoğrafını çekmiş, ressam Jasper Johns ile ilişkisi olmuş. 18 yaşındayken, 10 gün içinde karar verip yeni tanıştığı bir asistanla evlenmiş ve ondan bir oğlu olmuş. Güncesi ölümünden hemen sonra yayınlanınca ne kadar oyuncu bir kişiliği olduğu ortaya çıkmış ama bu hesaplı kitaplı bir oyunculuktur bence. Susan Sontag’ın fotoğraf konusunu diğer düşünürlerden daha fazla kurcaladığını düşünüyorum. 1973 ile 1977 yılları arasında dört yıl boyunca fotoğraf üzerine denemeler yazıyor ve dersler veriyor. 12 yaşında Nazilerin toplama kampları ile ilgili gördüğü fotoğrafların kendi yaşamını değiştirdiğini söylüyor. İlginç bir söylemle, içinin bir tarafında bir şeylerin öldüğünü, diğer tarafının ise hala ağladığını ifade ediyor. Bu fotoğrafların kendini bir daha düzelmeyecek şekilde değiştirdiğini, daha sonra dayanamayıp yırttığını söylüyor  Sontag. 12 yaşında, yaşamını o fotoğraflardan öncesi ve o fotoğraflardan sonrası diye ikiye ayırıyor. Daha sonra 2003 yılında, yani ölmeden çok kısa süre önce yazdığı yine fotoğraf üzerine olan “Başkalarının Acısına Bakmak” adlı kitabında  benzer savaş fotoğraflarına yoğunlaşıyor ve yer yer ilk yazdığı “Fotoğraf Üzerine” kitabındaki bazı söylemlerinin günahını çıkartmaya çalışıyor. İşte muhteşem Susan Sontag böyle birisi; oyuncu, provokatör, çelişkili yaşamların sahibi, dolayısıyla tam bir sahne kişiliği. Ben de kendisini işte bu yüzden çok seviyorum.

Susan Sontag’ın fotoğraflarla ilgili eserlerinde değindiği gibi “burada ve orada olmak” tanımına uygun bir şekilde yaşıyor.  Burada huzur var ama orada savaş var diyerek Vietnam’a gidiyor, Saray Bosna’ya gidiyor orada aylarca yaşıyor, Küba’ya gidiyor Castro’nun yanında duruyor. Susan Sontag fotoğrafın gücünü uzun uzun sorgulamış, Fotoğraftaki acı çeken kişiyi görmekle o acıyı çekmenin aynı şey olmadığını söylemiştir. 

Orta doğuya, İsrail-Arap Savaşı’na gidiyor orada bir film yapıyor. Haklı olarak entelektüelleri sorumluluk almamakla suçluyor. 

Aslında bütün fotoğrafların çekilmiş olduğunu ama buna rağmen her gün daha fazla fotoğraf çekilmesini  gözümüzün doymak bilmez açgözlülüğüne bağlıyor. Fotoğrafın gerçeği göstermediğini, çok daha başka bir şeylerin de olduğunu sürekli vurguluyor.

“Fotoğraf Üzerine” isimli ve her fotoğraf severin okumuş olması gereken fotoğraf kitabına bu yazımda hiç girmedim. Çünkü sadece o kitaptan bir kaç makale malzemesi çıkar ama özetlemek gerekirse kısaca şöyle anlatayım. Kitabına, Platon’un mağara alegorisi ile gerçeklik kavramı ilişkisini fotoğraf üzerinden sorgulayarak başlıyor. Ardından ayrıntılı olarak tüm fotoğraf alanlarını sayıyor ve fotoğrafların hangi duygularımızı uyandırdığını söylüyor ve daha sonra filmlere ve bazı metaforlara göndermeler yapıyor. Fotoğraf makinesine bir çok sıfat yüklüyor ve makinenin her ne kadar konusuyla doğrudan ilişkiye girmese de onu öldürdüğü, ona tecavüz ettiği gibi metaforlar üretiyor.  Fotoğrafların şok edici etkilerine odaklanıyor ve savaş fotoğrafları üzerinden ilerliyor. Fotoğrafın ilk dönemlerinde yaşamış olan önemli Amerikalı fotoğrafçıların farklı yaklaşımlarını gösteriyor ve bize biraz fotoğraf tarihi gezintisi yaptırıyor. Kitabın son bölümünde fotoğrafa dair çok sayıda özlü sözler sıralıyor. Girişte hayalini kurduğumuz sahnede başrolü neden Susan Sontag’a vermek istediğimi anlamışsınızdır sanırım. 

Sontag, kendisinden 18 yaş büyük Roland Barthes’e hayrandır ve bu nedenle hayalini kurduğum bu oyunda yardımcı oyuncu rolünü de ona vermeyi düşündüm çünkü Sontag Barthes’in düşüncelerin iyice benimsemiş ve çok etkilenmiştir. Ancak “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabında Barthes’in ünlü “Camera Lucida” adlı kitabından esinlendiğini söyleyemeyiz. Çünkü Sontag bu kitabını Barhes’in kitabından bir kaç yıl önce yazmıştır. Tersi olmuş mudur? derseniz ona da cevabım “hayır“ olacaktır. Çünkü Barhes’in “Camera Lucida”sı tamamen farklı bir lezzette ve fotoğrafı farklı bir yaklaşımla ele almıştır. Barthes’in aslında hem kariyer açısından hem de kişilik açısından Sontag’dan farklı yapıda. 

Sahnedeki oyuncuları oluşturduktan sonra oyunun senaryosunu ona göre geliştirmenin daha akılcı olacağını düşünüyorum.

Şimdilik, Susan Sontag’ın “Fotoğraf üzerine” adlı kitabında yaptığı gibi ben de ona ait özlü sözlerle yazımı bitireyim.

“Fotoğraf biriktirmek dünyayı biriktirmektir.”  Susan Sontag 

“Yazı anlatır, fotoğraf hatırlatır.”  Susan Sontag

Bir ayağı İstanbul bir ayağı Paris’te yaşayan bir kişi olarak aklıma bir an dünyanın en önemli iki mutfağının ortak özellikleri geldi.

O kadar farklı iki mutfağın ortak özelliklerinden  bir tanesi her ne kadar hazırlama tarzları farklı da olsa bence  sakatatlar.

Fransızlar sakatata 20-30 yıl öncesine kadar çok düşkündü.

Özellikle taşrada ve Lyon mutfağında Buşon denilen restoranlarda özel bir yeri vardı.

Zamanla gözden düşmesine rağmen bugün özellikle uykuluk ve birkaç sakatat yemeği ile Michelin yıldızlı restoranların  mönülerini tekrardan süslemeye başladı.

Bazı ünlü şefler bu organlara asil organlar diyorlar.

Aslan avını yakalayınca neden doğrudan önce bu organları temizliyor? diye soruyorlar.

Büyükbaş hayvanın ön yarısındaki iki bölge ve arka yarısındaki iki bölge dışında  bu organların bulunduğu bölgelere karkas içi beşinci bölge diyorlar. 

Şimdi size tanıdığınız ve daha az tanıdığınız birkaç sakatat yemek adı söyleyeceğim. Ben  bunları evde yaparak yiyebiliyorum.

Kasaplara gidip bu konuda bilgi istediğimizde bizi aydınlatıyorlar.  Aydınlatmakdan mutlu oluyorlar tarifler veriyorlar.

Ayrıca sakatat diğer ürünlere göre daha ucuz.

Kırmızı sakatatlar bizim çok iyi bildiğimiz ciğer, dil, böbrek, yanak ve yürek. Burada hayvanın ağız ve burnuna da rağbet edenler de var.

Beyaz sakatatlar ise işkembe, beyin, yumurtalık, paça, kulak, mumbar hatta meme.

Bizde  sakatatlar ve deniz ürünleri ne kadar sade hazırlanıyorsa Fransa’da da o kadar soslarla, değişik parfümü yağlarla, baharatlar ve  sarmısakla muamele edip öyle servis ediliyor.

Burada yemekten zevk aldığım dört tane sakatat yemeğini size söyleyeceğim ama  aslında bu liste uzayıp gider.

Yüzlerce tarif bulunabilir, bu konuda yazılmış onlarca kitap var.

Ne de olsa Fransız mutfağı krali sanat olarak adlandırılıyor. 1789’da kraliyet kaldırılınca şatolardaki bütün ahçılar işsiz kaldılar ve ellerinde “portakallı sülün” tarifleriyle ülkenin dört bir köşesine yayıldılar.

Onların ruhları bugün Bocuse’ün öğrencilerinde  Alain Ducasse’lar Guy Savoy’lar ve Joel Rebouchon’lar  gibi ünlü şeflerin bedenlerinde ortaya çıktılar.

Burada en sevdiğim sakatat yemeklerini şöyle sıralayabilirim.

Kemik iliği, Caen tarzı işkembe, Fırında gevrek krustilyan kulak (3 saat ördek yağında fırın), Andouillette ve andouille denilen kokoreç tarzı yemekler ve  fırında paça pane. Kemik iliği ve kokoreçin sakatattan şarküteriye doğru bir geçiş olduğunu hatırlatarak yemek tarifine başlayayım.

Size eski Caen üsulü işkembe tarifini yapayım.

4 kişi için Eski Caen usulü işkembe şu şekilde yapılıyor.

2 kilo temizlenmiş işkembeyi küçük küçük kesiyorsunuz. Aynı şekilde 2 dana paçayı da küçük küçük kesiyor kenara koyuyorsunuz. 6 havucu, 3 pırasayı ve 6 soğanı kalın halkalar şeklinde kesip onları da bir kenara koyuyorsunuz.

Bir güvecin en alt kısmını sebzelerle döşüyorsunuz, üzerine bir kat işkembe , onun üzerine bir tabaka paça döşüyorsunuz. Ezilmiş sarmısağı, baharatları, artan kemikleri ve 2 karanfil tanesini içine koyduğunuz küçük torbayı ortaya yerleştirip geri kalan işkembe ve sebzelerle üst kısmı dolduruyorsunuz. Hepsinin üzerine bir şişe Cidre ve 4 çorba kaşığı Calvadosu boca ediyorsunuz. Güvecin kapağını kapatıp etrafını hamurla tıkıyorsunuz. 120 derece Fırında 8 saat pişmeye bırakıyorsunuz.

Afiyet olsun.

Hepinize iyi günler dilerimFransa’da sakatat