FOTOĞRAF   BİZE NEDEN İYİ GELİR?

Mehmet Ömür

Fotoğraf ve sanat bazıları için pek ilgi çekici değildir. Ayrıca gereksizdir de. “Sanat, “Etrafında dönülüyorsa heykel, duvara asılıysa resimdir!(fotoğrafda bu kategoride)” diye tanımlarlar.

Fotoğraf bir sanat dalıdır. 8. sanat dalı olarak sinemadan sonra gelir.

Sanatın 30.000 yıldır uygarlıkların ayrılmaz bir parçası olması da bir tesadüf değildir.

Bir sanat eserine baktığımızda içimizde bir şeylerin harekete geçtiğini hissederiz. Kendimizi sanki daha iyi hissederiz.

Bilimsel araştırmalar bir sanat eserine baktığımızda neler olduğunu artık ortaya çıkartmaya başladı. Nörobilimcilerin 2012 de yaptığı bir araştırmada önemli bir sanat eserine baktığımızda beynimizde dopamin salgılandığını ortaya koydular. Nedir dopamin? Evet, bildiniz! Aşk hormonu. Aşık olduğumuzda da bu hormonun salgılanması artıyor.

Yunan filozof Aristo Milattan 300 yıl önce sanatın sosyal bir olay olduğunu anlamıştı. Arınma olarak da bilinen  katarsis ile Aristo  trajedinin seyirci üzerindeki etkisini anlatır.  Literatürde, ruhun hem özgürlüğüne hem de tarafsızlığına kavuşturulmasını simgeleyen bir retorik olan katarsis, özünde ruhani başkalaşmayı, hatta  boyut değiştirmeyi de anlatmaktadır. Aristo’dan Freud’e çok şeyler değişmiş ve  sanat Freud tarafından da bir çıkış yolu olarak görülmüştür.

Sanatı veya fotoğrafı kendimiz yapalım veya sadece ilgilenelim başkalarıyla iletişim kurmamıza ve kendimizi daha iyi tanımamıza katkıda bulunur. Bir sergide eserleri beğenelim veya beğenmeyelim oradakilerle eserler hakkında fikir alış verişinde bulunmak bize duygu yükler. Estetik kelimesinde yunanca aisthesis kökü vardır. Bu kelime hissetmek ve duygu demektir. Bir yemek sırasında şarap severler masadaki şarabı değerlendirirken, şarap kültüründen konuşurken de benzer duygular yaşarlar. Hissettiklerimizi başkalarıyla karşılaştırmak kendi kişisel dünyamızı anlamamıza da katkıda bulunur. Bu yolla muhakeme becerilerimizi  geliştiririz. Sanat benzer duygu ve düşünceleri taşıyan ruh ikizlerimizi bulmamıza da yardım eder. Bir fotoğrafa bakarken veya bir film seyrederken farkına varmadan gülümseriz, empati yaparız, tiyatro sahnesinde boğulma rolü yapan oyuncuyla nefesimiz kesilir ve güzel müzikle farkına varmadan ayaklarımız ritm tutmaya başlar. Burada “ayna sinir” uçlarımız devreye girmiştir.

En çok da abstre sanat nöronlarımızı kurcalar. Fotoğrafta da abstre söz konusudur. Onu da başka bir yazıya ayırdık. Abstre sanat beynimizi gerçekliğin boyunduruğundan kurtarıp bizi yeni ve bilmediğimiz duyguların kucağına atar. Normalde zor ulaşacağımız heyecanları bize yaşatabilir. Sanatla ilgilenmesi sağlanan çocukların beyinlerinden alınan fonksiyonel MRI bulguları bir çok olayın geliştiğini göstermiştir. Dikkat, hafıza güçlenmesi, geometrik algılama, okuma, anlam bilim, tolerans ve açık görüşlülük, kompleks bir yapı.

Her ne kadar fotoğraf makinesinin fiziksel beceriyi azalttığı görülüyor gibi olsa da sanatsal ifadenin azalmasına  dokunmaz. İşte bu nedenle “Fotoğraf hayat gibidir” dedik

Yine bu yüzden “Hiç bir zaman geç değildir” diyerek fotoğraf öğrenmeye, fotoğrafça düşünmeye başlamayı öneriyoruz.

SENİ DAHA İYİ ANLAMAM İÇİN DAHA ÇOK FOTOĞRAF ÇEKMELİSİN!

Fotoğrafta pratiğin yeri

Mehmet Ömür

Fotoğrafların senin kendini ifade şeklindir. Sen ne kadar çok pratik yaparsan seni o kadar daha iyi anlarım.

“İlk on bin fotoğrafınız en kötü fotoğraflarınızdır”
Henri Cartier-Bresson

Henri Cartier Bresson sokak fotoğrafçılığı duayenidir. Karar anı kavramını fotoğrafa sokan kişidir. Fotoğrafçılık yolunda ilerlerken kendisiyle tanışmakta yarar vardır. Bulabilirseniz  YGS yayınlarından çıkan “Yüzyılın Gözü Henri Cartier Bresson” adlı kitabı okuyun.

Fotoğraf çekerken neyi anlatmaya çalışıyorsun? Bunu hiç düşündün mü bilemiyorum. Ben küçük bir araştırma yaptım ve insanların onlarca nedenden fotoğraf çektiklerini anladım.

Çoğu “Galata köprüsünün üzerine ben!” kimisi de “Arkamda yeni camii ve Galata köprüsü üzerinde ben!” i çekiyor. Bazen güzel bir manzara çekilir bazen de bir insan. Bazen de bir damatla gelin. Şöyle bir fotoğraf düşünün “öğle güneşinde gelin ortalıkda  ayakta durmuş ayakları kadrajın içinde değil ve yüzünün yarısı şapka gölgesi nedeniyle iyi seçilemiyor.” Bir de aynı gelini tarihi bir mekanın önünde merdivenlere oturmuş akşam üzeri gün batımının sıcak ışığı yüzüne düşmüş gözleri kapalı romantik pozda” düşünün. Bu iki gelin fotoğrafı arasında çok büyük fark olduğunu kabul ederiz. Birincie fotoğraf “eee evlendik işte” fotoğrafıdır. Diğeri aşk ve gelecekten bahseder.

Fotoğrafları çekerken ortamı biraz daha konuşkan hale getirbilir söylemek istediğinizi daha net söyleyebilirsiniz.

Geniş açı bir lens kullanarak arkadaşınızı maçın skorunu gösteren pano önünde sinir içindeki ifadesini fotoğraflayabilirsiniz. Bilinçle hareket etmekte yarar var.

Gezdiğiniz yerlerden değişik fotoğrafları facebook veya instagramda paylaşarak etkilerini inceleyin ve oradan gelen geri bildirimleri ciddiye alın. İnsanlara oralara gitme arzusu uyandırabiliyor musunuz yoksa fotoğrafınız etkili değil mi?Fotoğraf çekmeden önce bir dakikanızı ayırıp planlama yapın, “Ben profesyonel değilim onlar da o kadar önemli değil” demeyin. Fotoğraftaki küçücük bir ayrıntının fotoğrafı nerelere taşıdığını fotoğrafla ilgilenmeye devam ederseniz daha iyi anlayacaksınız.

Hareketli bir olay fotoğrafı örneğin hızla ilerleyen bisikletteki kızın fotoğrafını hızlı göstermek mi istiyorsunuz yoksa duruyor gibi mi göstermek istiyorsunuz? Bu farklı iki durumu yaratabilmek için fotoğraf makinenizin ayarlarını bilmeniz gerekecektir.Yeter ki siz ne söylemek istediğinizi belirleyin.

Sonra da deneyip yanılın.

Diyafram önceliğini ilk kez kullandığınızda, makineniz DSLR ise deklanşör hızının çok yavaş olduğunu ve her şeyin çok bulanık olduğunu ve tüm çekimlerin kötü olduğunu fark edebilirsiniz. Cep telefonlarında herşey otomatik olduğu için bu sorunu yaşamazsınız ama bu kez telefonunuzun kamerası sizi yönetmeye başlar. O nereye odaklanmak ister hangi enstantaneyi kullanmak isterse onu kullanır. O zamanda cep telefonunuzun kamerasını biraz tanımalı, ona hakim olup söz geçirmelisiniz. Bunun içinde belki biraz kendinizi eğitmeli egzersiz yapmalısınız. Bol bol deneyin, bir dahaki sefere daha uygun şekilde ayarlamaya ve çekmeye çalışın. Edison ampulü yakmadan önce  önce yüzlerce deneme yaptı.

Sonuç olarak daha iyi fotoğraf çekmek istiyorsanız daha çok fotoğraf çekin. fotoğraf kitaplarına bakın, fotoğraf sergilerini gezin, kurslara gidin, fotoğraf derneklerine üye olun. fotoğraf gezilerine gidin.

Fotoğraf sizin kendinizi ifade etme biçiminizdir. Ne kadar çok fotoğrafla uğraşırsanız ben de sizi fotoğraflarınızda o kadar iyi anlarım

İYİ KAMERAYLA NASIL  KÖTÜ FOTOĞRAF ÇEKEBİLİRSİNİZ?

Mehmet Ömür

Bu soruya “Çok güzel yetişmiş bir bağın çok kaliteli üzümleriyle nasıl kötü şarap yapabilirseniz öyle veya dünyanın en pahalı golf sopasıyla topu deliğe nasıl sokamazsanız aynen öyle” diye cevap verebiliriz.

Gurur, bir konuda pek iyi olmadığımızı kabul etmeyi zorlaştırır. Fotoğrafçılık da bu konuda bir istisna değildir.

“Keşke daha iyi bir fotoğraf makinem olsaydı, daha iyi bir fotoğrafçı olabilirdim” lafını sıkça duyuyoruz. Pek çok insanın anlamadığı şey, kullanılan  kameranın fotoğrafçılığı geliştirmenin yolu olmadığıdır. Yeni fotoğraf makinesine para vereceğinize o parayla fotoğraf kitapları alın ve fotoğraf kurslarına gidin. Aynı fotoğraf makinanızla daha iyi fotoğraflar çektiğinizin farkına varacaksınız.

Kamerayı suçlamak kolaydır. Daha iyi bir kamera satın almak daha iyi fotoğrafçı olmayı sağlayacak mı? Tabii ki değil.

Aslında fotoğraf makineniz ne özellikte olursa olsun daha iyi fotoğraf çekmeniz mümkün. Dijital sistemler o kadar gelişti ki, kameraların hepsi ileri ayarlar yapabiliyor ve çok gelişmiş objektiflere sahipler. Bunlar, yakın zamana kadar sadece DSLR fotoğraf makinelerinde bulunan özelliklerdi.

Şimdi iyi fotoğraf çekmek istediğinizi varsayarak soruyorum. Fotoğraf makinenizle gelen kullanım kılavuzunu baştan sona okudunuz mu? Çoğunuzun hayır dediğini duyuyorum.

Önce bununla başlayın ardından internet üzerindeki milyonlarca ücretsiz kaynaklara ve bilgilere ulaşmaya çalışın, her birinden bir şeyler öğrenebilirsiniz. Kursları, kitap ve e kitapları, workshopları unutmayın.

Fotoğraflarınızı düzenlemeyi unutmayın ve bir alışkanlık haline getirin. Dijital fotoğraflar genelde biraz ruhsuz olabiliyor anları düzenleme programlarıyla biraz cilalalm iyi olur. Bu işlemi yapmadan fotoğraflarınızı paylaşmamanızı öneririm.

İyi fotoğrafçı olmak ve iyi fotoğraf çekmenin fotoğraf makinenizle doğrudan ilgili olmadığını kısa sürede anlayacağınızı düşünüyorum.

Öncelikle ışığı ve kompozisyonu öğrenin derim.

İyi kameraların kötü fotoğraflar çekmesinin nedenleri

Kompozisyon bilgisi iyi fotoğraf için çok önemlidir. Fotoğraf makinesinin fiyatının kompozisyon bilgisiyle doğrudan bir ilişkisi olmadığını bilmeniz gerekiyor. Fotoğraf çekerken çevreye bir turist gibi değil bir sanatçı gibi bakmaya çalışın. Sanat kitaplarına daha sık başvurun.

Ancak bundan sonra daha iyi fotoğrafçı olabilirsiniz.

Tabii ki iyi bir DSLR makinenin çektiği fotoğraf kompakt bir fotoğraf makinesinin veya cep telefonunun çektiği fotoğrafla aynı olmayacak teknik açıdan daha iyi olacaktır. Ama iyi fotoğraf sadece teknik özellikleriyle öne çıkmaz. Size verdiği hazla, anlattığı hikaye ile, diğer fotoğraflarla kurduğu ilişkiyle de öne çıkar. Bu konuları düşünün, ona göre fotoğraf çekmeye çalışın.

Hangi kameraya sahip olursanız olun, biraz bilgi ve biraz pratikle daha iyi fotoğraflar çekebilirsiniz. Önce bütçenize göre bir fotoğraf makinesi alın, fotoğrafçılığınızı geliştirdikten sonra daha iyi bir fotoğraf makinesi almayı hak edebilirsiniz.

Korona döneminde Aydınlanma

Mehmet Ömür

Immanuel Kant (1724-1804)   Orta yolu bulmaya çalışır.

Sokağa çıkamıyoruz sokak şu sıralarda fotoğrafçılığı bitti. 1 saat çıktığımızda çektiğimiz fotoğraflarda yüzler maskeli, ifadeler yok olmuş. Bu durum fotoğrafı seven bir kişiye ne yapar diye düşündüm. Filozof yapacağına karar verdim. Birden aydınlanmaya başladım.

Aydınlanma konusu hep kafamı kurcalamıştır. İnsanlara özgürlüğün yolunu açan “İnsan hakları bildirgesine” kadar yol alan aydınlanma periyodu nasıl gelişti. Kimler başlattı neler oldu. Bu konuda çok güzel yazılar var. Ben de “Bunlardan yararlanarak acaba kendimce bir derleme yapabilir miyim dedim. madem fotoğraf çekemiyorum biraz da aydınlanayım istedim. 

Biraz araştırdım.

İşe İmanuel Kant’la başlanması gerekiyor. Belki de Descartes daha iyi bir nirengi taşı olabilirdi bilemedim. Kant için 1700 lerin ikinci yarısına kadar geriye sarmalıyız. O dönemde aslında birleşik Almanya bile yoktu. Almanca konuşulan bölge Avrupa’da  birkaç beylik  ve  Prusya, Avusturya ve Bavyera gibi bazı büyük devletlerden oluşuyordu.

Kant bireylerin eğitim düzeylerini yükselmesinin sadece bireylere değil topluma da katkısının olacağına inanmıştı. Oysa o dönemin liderleri böyle düşünmüyorlardı. Hatta tam tersine bireylerin eğitilmesinin toplum düzenine zarar vereceğinde hemfikirdiler. İnsanlar eğitimli olduklarında bağımsız olma arzusu içine girecekler, krallara ve aristokratlara bağlı kalmak istemeyeceklerini düşünüyorlardı.

Kant iktidardakilere şöyle diyordu; “Çok endişelenmeyin. Eğer yüksek sınıfın bir üyesiyseniz, aydınlanmadan korkmanıza gerek yok çünkü sonuçta aydınlanma tüm devletin, tüm toplumun gücünü arttırmak için güçlü bir öge olabilir.”

1789 daki Fransız devriminden 5 yıl önce Kant 1784 te “Aydınlanma Nedir” adlı çok kısa eserini yazıyor. Kant orta yol bulma, denge peşinde. Aynı yıllarda Jean Jacques Rousseau’da sahnede ve farklı bir yoldan düşüncelerini dile getiriyor. Kanttan farklı düşünüyor. Ancak Rousseau Kant’ın aksine düşünceleri içinde tezatlar taşıyor. Rousseau’da birçok metin yazıyor. Bu iki metin dünyayı kültürel, siyasi ve ekonomik olarak değiştirecek güçte düşünceler taşıyor ve bunda başarılı da oluyor.

Aydınlanmanın  tanımını şöyle yapabiliriz: Aydınlanma dünyayı insanoğlu için daha iyi bir yuva haline getirme projesidir. Bunu nasıl yapabilir? Mantık kullanma yoluyla yapabilir. Mantık kullanma diyince işin içine bilim, eğitimi ve özgürlüğü de katmak gerekecektir. Ancak bu yollarla dünya daha konuksever bir yuva haline gelebilir. Aydınlanma aynı zamanda sosyal bir harekettir. Bu yönde Voltaire’i anmadan geçmemek gerek. Voltaire bu noktada “Ecraser l’infame” yani “Alçaklığı ezin” buyurmuştur. Aslında demek istediği saçmalıklardan ve gelişmenin önüne geçenlerden kurtulun demek istemiştir. Ama birçok gazeteci ve ikinci derecedeki entellektüel bunu gücü elinde bulunduran insanlardan kurtulun olarak algılamışlarıdır veya öyle algılamak istemişlerdir.

kant felsefede orta yolu bulmak isteyen bir düşünürdür. Hem pastam dursun hem de karnım doysun demektedir. hem mantığı ve bilimi savunur hem de inanç ve inanışa yer verir.

Plato’dan Kant’a kadar gelen felsefe tarihinde “ İdeal ve reel arasında nasıl bir bağlantı kurabiliriz?” sorunu filozofları fazlasıyla meşgul etmiştir.

Platon için her şey ideal biçimlerle ve onların reelle bağlantısıyla ilgiliydi.

Oysa Kant mantığı savunur, bilimi savunur, yeni bir tür aydınlanmayı savunur.

Ayrıca inanç için de yer yaratır, inanışa da yer bırakır.

Kant’ın Descartes’dan etkilenmiş olduğu besbellidir. Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım.”dır. Şüphecilik mücadelesinin başlangıcı Descartes ile gerçekleşti diyebiliriz.

“Düşünüyorum, öyleyse varım.”Bununla ne demek istemiştir? Demek istediği, Descartes etrafındaki her şeyden şüphe edebilirdi. Her şeyi sorgulayabilirdi. Oysa ingiliz düşünürlerden Descartes’den etkilenmiş olan Locke “Hissediyorum, öyleyse varım.” demiştir. Locke şüpheciliği uzak tutmanın yöntemini deneylerle öğrenmeye bağlar.  Böylece daha fazla tecrübe kazanılacaktır . Deneyim ise bilgiye yol açacaktır.

Locke’nin ardından İngiltere’de David Hume ortaya çıkar ve “Deneyim aslında bilgi vermez” der. “Sadece size alışkanlık kazandırır” der. Bu bizim deneysel şüphecilik diyebileceğimiz yeni bir tür düşünce tarzıdır ve Kant’ı endişelendirmiştir.

Bu nedenle Kant temel felsefi çalışmalarını yazarken, Descartes’ın akılcılığı ve Locke ve Hume’un deneyciliği arasında orta yolu tutmaya çalıştığını itiraf eder. Kant’ın çok karmaşık bir düşünür olduğunu anlıyor ve onu anlamakta zorluk çektiğimi fark ediyorum doğrusunu isterseniz.

Yazdığı şu kitapları okumaya da hiç niyetim yok. Filozof olma ihtimalim sıfıra yakın. Saf aklın eleştirisi, Saf mantığın eleştirisi ve Yargı yetisinin eleştirisi kitaplarını okuyabilen zaten başka bir boyuta taşınmış olur.

Kant’a göre bizim dünyanın bir yanı olan bilgilere sahip olduğumuzu anlamak önemlidir. Kant bu yanı fenomenal taraf olarak adlandırır. Fenomenler, gözlüklerimi takıp dünyayı nasıl gördüğümüz, dünyayı nasıl algıladığımızla ilgilidir. Gözlüklerimiz aklımızdır ve dünyayı bize mantıklı gösterir. Bize dünyayı uzay ve zamanda veya diğer kategorilerde organize eder. Kant’a göre bilgi aklımızın dünyayı mantıklı bir yer olarak inşa etmesine yarar.

Bu yolla tahminlerde bulunabiliriz, yıkılmayan köprüler yapabiliriz. Zamanı doğru gösteren saatler yapabiliriz. Bunların hepsi fenomenler dünyası hakkındadır.

Sonra başkaları “Ama bu gerçek dünya mı?” diye itiraz ederler.Kant ise akıl olmadan dünyayı anlamak mümkün olmaz der. Der demesine ama şunu da ekler, “Ama aklımın algılamadığı yerlerde bir şeylerin olduğunu da biliyorum.”

İşte bu diğer tarafta da inançlar vardır. Bu taraf da numenal taraf der.

Bu diğer tarafta ruhun ölümsüzlüğüne, kurtuluşa, Tanrı sevgisine, inandığımız dünya vardır. Bunu dünyayı bilimle çürütmek mümkün değildir. Bilimle kanıtlamak da mümkün değildir. Kant bu iki dünyanın birlikte var olabileceğine inanmıştır. İkisi arasında bir yol tutturmuş gitmiştir.

Kant demiş de demiştir. “Aydınlanma inancı tehdit etmiyor çünkü inanç şeylerin kendisiyle ilgilidir ve bunu kalbinin derinliklerinde hissedebilirsin” demiştir.

“Kendimizi bu toyluktan kurtarmalıyız

“Aydınlanma insanın kendini mahkum ettiği vesayetten kurtulmasıdır.”

“Bilmeye cesaret edin ve kendi aklınızı kullanma cesareti gösterin.”

Ben de şöyle diyorum; “ Ben ne zaman sokağa çıkıp maskesiz insanları fotoğraflarını çekebileceğim? 2021? 2022? 2023? ????”

Kant’a göre aydınlanma size olgunluk, özerklik ve basitçe kendiniz adına düşünme yetisi verir. Kant göre bu durum çok değerli entellektüel ve ahlaki bir yetenek ve kapasitedir.

Şu Coronavirüs salgını sizce ne zaman biter?

Şarapta İkinci Lig

Mehmet Ömür

Süper second veya süper ikinciler denilen şarapları şatoların ikinci şaraplarıyla karıştırmamak gerekir. 

Süper ikincilerin en büyük önemi bir şarap severin  Premier grand cru şaraplara eşdeğer kalitede bir şarabı daha düşük bir fiyata alabilmesinden geliyor.

Süper ikinciler, tüketicilere yüksek kaliteli şarapları uygun fiyatlarla tatma imkanı veriyor. Bu durum kavını yenilemek isteyen bir şarap severin daha küçük bütçelerle çok yüksek potansiyele sahip şaraplara sahip olabilmesi anlamına gelmektedir.

Öncelikle büyük şato şarapları konusunu daha iyi anlamak için, 1855 Grands Crus sınıflandırmasının, Saint-Emilion’un 10 senede bir değişen ve Pomerol’ün resmi olmayan sınıflamalarının  özelliklerini bilmek önemlidir. 

Medoc da Lafite-Rothschild, Latour, Margaux ve Mouton Rothschild, 

Graves bölgesinde Haut-Brion, Sauternes’de Chateau d’Yquem, sağ yakada ise Ausone ve Angelus, Cheval Blanc, Pavie ayrıca  Pomerol için Petrus başı çeken en önemli şaraplardır.

Yukarıda adı geçen şaraplar şarap dünyasında başı çekerler. Bunu hak edecek nedenleri vardır. Tartışmasız gerekli ve yeterli kaliteye sahiptirler. Ancak şarap severler genelde 1855 sınıflandırmasının neden değişmediğini de hep merak ederler. 1855 sınıflandırılmasının değişmezliği üstün kalite performansını beraberinde getirdiği için 165 yıldır değişmedi, değişmesi gerekliliği tartışılmadı.

Süper ikinciler, kalite olarak Premier Grand Crus şaraplar kadar kalitelidirler. Örneğin Pontet Canet 5. grand cru’dür ama kalite olarak en az bir 2. cru kadar büyük bir şaraptır, fiyatı da çok daha düşüktür.

Hangi şaraplar “Süper ikinci”dir.

Medoc bölgesinden: Cos d’Estournel (St-Estèphe), Ducru Beaucaillou (St Julien), Léoville Las Cases (St Julien), Montrose (Saint-Estèphe), Palmer (3e cru, Margaux), Pichon Comtesse de Lalande (Pauillac) , Pichon Longueville Baron (Pauillac), Pontet Canet (5. cru, Pauillac), Léoville Poyferré (Saint-Julien), Lynch-Bages (Pauillac), Rauzan-Ségla (Margaux),

Graves bölgesinden: La Mission Haut-Brion (Parker’den yedi kez 100 puan almıştır), Pape Clément, Haut-Bailly, Smith Haut-Lafitte,

Sağ yaka şarapları: Lafleur (Pomerol), Le Pin (Pomerol), L’Eglise Clinet (Pomerol), Trotanoy (Pomerol), La Conseillante (Pomerol), Clos Fourtet (Saint-Emilion), Le Gay (Pomerol), Clinet (Pomerol),  Macquin (Saint-Emilion), Figeac (Saint-Emilion), Troplong Mondot (Saint-Emilion)

Şaraba  yatırım yapmak isteyen bir kişinin dikkate alması gereken bir nokta, önemli şarapların az bulunur olması ile ilgilidir. Burada da arz talep meselesi çok önemlidir.  Süper ikinci şaraplar grand cru şaraplardan daha fazla olduğu için  ani fiyat çıkışlarından çok etkilenmezler.

Eleştirmenlerin verdiği puanlar ve önemli yıl kavramı Süper ikinciler üzerinde etkilidir. 

 Grand cru şaraplar yıllardan beri gelen isimleri ve şöhretleri nedeniyle fiyat değişikliklerinden etkilenmezler. . Süper ikincilerin öne çıkması için çok iyi puanlara ihtiyaçları vardır. Kavınızın değerli bir kav olmasını arzu ediyorsanız yukarıdaki Süper ikinci listesinden puanı 95 in üzerinde olanlardan seçmeye çalışın.

İYİ FOTOĞRAFÇI MIYIM?

Mehmet Ömür

Fotoğraf hakkında düşünmeyi seviyorum, sormayı, sorgulamayı da seviyorum. Türkçede çok deyimler vardır bazıların bayılırım. Bazıları düşündürür nereye çeksen gider. Örneğin:  “Her koyun kendi bacağından asılır.”

Bu akşam ben iyi fotoğrafçı konusunu deşmek istiyorum. Kendi bacağımdan asılmak istiyorum. Yazacaklarımdan tamamen ben sorumluyum. Bacaktan asacak birisini ararsanız beni asın.

Herkes kendi bacağından asılmalı mı gibi derin bir konuda Üstad Nazım Hikmet’e baş vuralım;

Özledin,

İçtin,

Ağladın,

Güldün,

Şarkılar söyledin,

Şiirler yazdın.

Peki o ne yaptı? deme.

Herkes kendinden sorumludur aşkta.

Ben de iyi fotoğrafçı tanımında kendimden sorumluyumdur. Facebook’daki kişisel sayfamda facebook arkadaşlarıma iyi bildikleri fotoğrafçıları sordum, “Türk fotoğrafçılığına bu sorunun faydası olmayacağı”na dair eleştiriler aldım. Sevinmedim desem yalan olur. Demek ki “Türk fotoğrafını dert edinenler varmış, ne güzel” dedim.

Yazımda iyi fotoğrafçıdan bahsetmek istiyorum. İyi erkek fotoğrafçı ile iyi kadın fotoğrafçıyı ayırmaya çalışmayacağım. İyi fotoğrafçının tanımını kendi anlayışım sınırlarında yapmaya çalışacağım.

Genelde fotoğraf çekenlere “Nasıl fotoğrafçı oldukları” sorduğunuda nadiren iyi fotoğrafçı olduklarını söylerler. Fotoğraflarını göstermekten hoşlanmazlar. Kendilerine güvenleri eksiktir.

Dünyada  aşağı yukarı 150 yıldır fotoğraf çekiliyor ve bugün 1 milyardan fazla çeşili seviyelerde fotoğrafçı var. Fotoğraf nisbeten sübjektif bir konudur ama iyi fotoğrafçının tanımını objektif kriterlerle yapmaya çalışabiliriz.

Bir milyar fotoğrafçı içinden sıyrılıp iyi bir fotoğrafçı kategorisine ulaşmak istiyorsanız önce bu yazıyı bir okumanız gerektiğini düşünüyorum. Bu yazının Türk fotoğrafçılığına bir katkısı olur mu olmaz mı bilmiyorum, amacım da bu değil zaten  ama size belki faydası olabilir.

Önce neden fotoğraf çektiğinizi bilmeniz gerekiyor. Neden fotoğraf çektiğiniz konusunda kafanız karışıksa bir milyarın içinde kalmaya mahkumsunuz. Bu da sizi fotoğraftan soğumaya iter. Buna da “Yazık” derim.

Fotoğraf kelimesinin “Işıkla yazmak anlamına geldiğini” bilmeyen kalmadı sanıyorum. Yunanca kökenlidir. İngiliz astronomi bilimcisi John Hershel 1939 da fotoğrafın bulunuşundan hemen sonra isim babası olmuştur.

İyi fotoğrafçıyı tanımlamadan önce sıradan bir fotoğrafçının bilmesi gereken minimum tekniği tanımlamalıyız. Fotoğrafçı iyi fotoğrafçı olmadan önce en azından ISO, diyafram, enstantane hızı, ışık değeri, kompozisyon ve kadrajı biliyor olması gerekmektedir.

İyi fotoğrafçı olmak için mucize gerekmez. Fotoğraf eğitimi, sanat eğitimi almış olabilirsiniz. Ya da çeşitli kurumlarda çeşitli fotoğraf eğitimleri alarak kendinizi yetiştirmişsinizdir.

Bazı objektif kriterler üzerinden iyi fotoğrafçıyı bulmaya çalışalım;

İyi bir fotoğrafçı uzun ömürlüdür. Kendinizden ölçebilirsiniz. Kaç yıldır fotoğraf çekiyorsunuz? Kaç tane seri yaptınız? Seri yaptınız mı? Sergi açtınız mı? Kitap yaptınız mı?

Size ait bir bakış açısı var mı? Belirli bir fotoğraf tarzınız var mı? Fotoğrafik imzanız oluştu mu?

Bir bakışta Cindy Sherman’ı tanıyoruz. Bir bakışta sizi de tanıyor muyuz?

Fotoğraf serileriniz uyumlu mu? Onları iyi tanımladınız mı? 

Bir proje içinde fotoğraf seçimi temeldir. Kendi fotoğraflarınız içinden en iyilerini eçebiliyor musunuz?

Eğer fotoğraf makinesi kolunuzun bir uzantısı haline geldiyse, kanınızda fotoğraf akıyorsa iyi fotoğrafçı olma yolunda, sürüyü terk etme seviyesindesiniz demektir. 

Görüntü oluşturmak sizin için takıntı oldu mu? Bu özellik iyi fotoğrafçı için en önemli özelliktir ama tanımı biraz bulanıktır. Bu bir yaşam şeklidir.

Bir fotoğrafın çekildiği an önemlidir. Ama beynimizde cereyan edenler farkında olalım veya olmayalım  çok önceden belirlenmiştir.

Sabah kalkar kalkmaz aklınıza o gün çekeceğiniz fotoğraflar geliyor mu? Fotoğraf sizde takıntı haline geldi mi? Geldiyse bu iyi bir şey demektir.

Ben yaşamın amacını bügüne kadar çözemedim. Fotoğraf yaşantımıza bir anlam katabilir.

İsteyerek veya istemeden çeşitli eğitimler alırız. Ama uzun süreler sonra çok azımız aldığımız bu eğitimlerin bizden beklediği mesleklerin dışına çıkıp fotoğrafla ilgilenen kişiler oluruz. Sevdiğimiz şeyi yaparak hayatımıza anlam katmaya çalışırız. Fotoğrafla yaratır, tanıklık eder, duygularımızı aktarır, mesajlar veririz.

İyi fotoğrafçı hata yapmaktan korkmaz. Eleştirilere kulak asmaz. Bunlardan ders çıkartır ve fotoğraf yolculuğuna devam eder.

İyi fotoğrafçı olmak sabırlı olmayı, israrlı olmayı, kendine inanıp güvenmeyi gerektirir.

İyi fotoğrafçıyı sınırlayan tek şey hayalinin sınırlarıdır.

İyi fotoğrafçı olmak için mükemmelin sınırlarını sürekli zorlamak gerekir. Bunu her zaman deneyebiliriz. Yeni ayarlar, yeni teknikler deneyebiliriz. Yaptıklarımızdan tatmin olmayıp daha iyisini yapmaya çalışabiliriz.

Kendinizi fotoğrafçı ilan edin. Kendinize ve çevreye karşı mücadele edin. Yeni değişik fotoğraflar çekin. Fotoğrafçı gözünüzü ve stilinizi geliştirin. Konfor alanınızdan çıkın. İlginç fotoğraflar çekin.

İyi fotoğrafçı olmak için hiç bir zaman pes etmeyin. Özgür olduğunuzu sanatsal veya belgesel fotoğraflar çekmekte kimsenin size karışmaya hakkı olmadığını bilin. Bunların çoğu belki başarısız olacaktır. Olsun. Siz olanaklarınızı sonuna dek zorlayın.

Dünya anlaşılmaz,  büyük ve karmaşık. İşte bu nedenlerden dünya güzel.

Bu arada tekniğinizi çok iyi geliştirin ve ardından teknikle çok fazla  uğraşmayın.

Teknikle uğraşmadığınızda iyi fotoğrafçı olma yolundasınız demektir. İyi refleksler geliştirin. Teknik konuda otomatik hareketleriniz oluşsun.

Fotoğraflarınızın iyi olmadığını düşündüğünüzde bunları silebiliyorsanız iyi fotoğrafçı olma yolundasınız demektir.

Dünyada herkes güzel bir fotoğraf çekebilir. Hele yeni cep telefonlarıyla neler yapılmaz ki? Ama herkes fotoğraf yapamaz, fotoğraf serileri yaratamaz. Fotoğraf tekniktir. Fotoğrafçılık meslektir. Fotoğraf sanattır. Yaratıcı alandır.

Sanat üzerinde düşünülmeye değerdir. Sanat ve fotoğraf özgürleştirir.

Fotoğraf ciddi bir iştir, saygı gösterilmelidir.

Dünyaya dikkatle bakın, hikayeler anlatın. Rüyalarınızı süsleyen fotoğrafları yaratın.

Lütfen bu yazdıklarımdan iyi bir fotoğrafçı olduğum çıkartılmasın. Sadece düşünmeye, anlamaya ve fotoğrafçı  olmaya çalışıyorum.

Domaine du Bouchot – Pouilly-Fumé

Pouilly-Fumé’de yeni bir yetenek olan Antoine Gouffier’in muhteşem şarabı dikkatimi çekti! Bouchot arazisi, Loire vadisinde Saint-Andelain köyündeki tepenin güneybatı yamacında, Kimmeridgien döneminin kil-kireçtaşı topraklarında yer almaktadır. 2009 yılında organik sertifikalı 10 hektarlık bağa sahipti. Uzun yıllardır kendini doğaya adamış olan  felsefesiyle tanınmaktadır ve hatta bağları AOC Pouilly Fumé’deki ilk organik etiket alan bağ olmuştur. Dünyanın dört bir yanından yıllar sonra memleketine dönen köyün çocuğu Antoine Gouffier, mülkü 2018’de satın aldı. Eski sahipleri Rachel ve Pascal Kerbiquet’in desteğiyle bağda tutkulu ve titiz çalışmalar yürütüyor.

İşte size web sayfası

https://www.domaine-du-bouchot.com

Pouilly Fume denilince aklımıza ne geliyor?

https://en.wikipedia.org/wiki/Pouilly-Fumé

Peki sauvignon blanc denilince aklımıza ne gleliyor?

https://en.wikipedia.org/wiki/Sauvignon_blanc

 

 

 

Benim içtiğim bu şarap, Kimmerigdian topraklarına dikilmiş eski Sauvignon asmalarından geliyor. Optimum olgunlukta ve düşük verimde hasat edilen üzümler, mahzende  36 ila 40 saat boyunca kabuk maserasyonu yaşar. Bu şarap yapma yöntemi, şarapta daha fazla yapı ve daha fazla aromatik elde edilmesini sağlar. Daha sonra alkollü fermantasyona  geçilir. Ardından da paslanmaz çelik kazanlarda 12 ay olgunlaştırılır. Bu soluk altın renkli beyaz şarap, yüksek mineralite, turunçgil profili ve ardından baharatlı lezzetler sunar. Çok fazla yemekle denemedim ama fırında kalkan balığı veya   istiridye  gibi yemeklerle mükemmel uyum sağlıyor.

 

Şarap çok yönlüdür, yedinci sanata da gönül vermiştir. Sinema ise bu sevgiyi karşılıksız bırakmamış, şaraba rol vermiş, o da çok iyi bir oyuncu olup, çıkmıştır. Şarap, filmlerin pek çoğunda figüran ya da dekorun bir parçası olarak görev yapmaktan gocunmamıştır. Belli ki, bunu sinema kariyerinde atılması gereken bir adım, kazanılması gereken bir deneyim olarak görmüştür. Kimi filmlerde suça yataklık etmek zorunda bırakılmış: içine zehir karıştırılıp, kurbana –ölümün soğuk nefesinin kendi hoş tadı eşliğinde– usulca yanaşmasına göz yumması gerekmiştir istemeyerek de olsa… Zaten şaraba itiraz hakkı tanınmamıştır. Ona kalsa, böyle olmayacağından eminiz. Çünkü şarabın aslında kötü niyetli olmadığını biliyoruz. Ama kariyer uğruna buna bile katlanması gerekmiştir. Ambiyans göstergesi olarak filmdeki yerini aldığı durumlarda, koltukları kabarmıştır.

Michael Curtiz’in 1942 yapımı kült filmi ‘Casablanca’dan aklınızda kalan kim bilir ne çok şey var… Ünlü repliği “Tekrar çal, Sam”, ünlü şarkısı ‘As Time Goes by’… Şarap ve şampanya, filmde umutsuzlukla ve sıkışıp kalmışlık duygusuyla baş etmeye çalışan karakterlerin sığınağı olarak dikkatimizi çeker. Yine de şarap sadece kederin eşlikçisi değildir. Ilsa (Ingrid Bergman) ve Rick’in (Humphrey Bogart) mutlu Paris günlerinde, keyfin tamamlayıcısıdır. Ayrılmalarına ramak kala, Rick’in bol bol şarap içtiği görülür. Çünkü, Almanlar’ın Paris’e yaklaştığını duyan Fransızlar, Cordon Rouge’a kıyamazlar; normalin çok üstündeki miktarlarda tüketerek bu değerli şarabı bitirmeye çalışırlar. Amerikalı Rick, Fransızlar’ın tarafını tuttuğundan, onlara Cordon Rouge içerek destek olmaktadır.

Frank Capra’nın yönettiği, 1946 yapımı ‘It’s a Wonderful Life’ (Şahane Hayat) adlı filmde, bir meleğin (Donna Reed) bunalımdaki işadamına (James Stewart), hayatın kendisi olmasaydı neye benzeyeceğini gösterme çabaları konu edilir. Filmde şampanya ve sıcak şarap da rol alır.

Raymond Chandler’ın ‘The Big Sleep’ (Derin Uyku) adlı romanından, William Faulkner’ın senaryosunu yazdığı, 1946 yapımı filmde, Humphrey Bogart ve Lauren Bacall başrolleri paylaşmışlardır. Film, çetrefilli bir cinayeti çözmeye çalışan bir dedektifin başından geçenleri anlatır. Karakterlerin sertliğiyle uyumlu olarak bolca brandy tüketilir. Brandy, genelde şaraptan damıtılarak elde edilir. Alkol oranı yüzde 40-60 arasında değişir. Üzüm dışında, erikten de elde edildiği olur.

Klasik bir aşk hikâyesinin anlatıldığı, Cary Grant ve Deborah Kerr’in oynadıkları 1957 yapımı ‘An Affair to Remember’ adlı filmde pembe şampanya başroldedir.

‘Baba’ filmlerinde şarap, İtalyanlar’ın günlük yaşamındakine paralel olarak önemli bir rol üstlenmiştir. Filmlerin pek çok sahnesinde çeşit çeşit şarapla karşılaşırız. En pahalı şaraplardan, ev yapımı markasız şaraplara kadar. Bu filmlerde Chianti’nin tercih edilen şaraplardan olduğunu görürüz. Chianti, İtalya’nın en ünlü kırmızı şarabıdır. Toskana Vadisi’nde üretilir. Ana malzemesi Sangiovese üzümüdür. Başka üzümlerle de takviye edildiği olur.

James Bond’un Votka Martini düşkünü olduğu bilinir. Ancak James Bond serisinde baştan beri şarap da vardır: 007, özellikle 1953 Dom Perignon’a düşkündür.

Jonathan Demme’in 1991 yapımı ünlü filmi ‘Kuzuların Sessizliği’nde, karizmatik psikopat katil Hannibal Lecter’ın (Anthony Hopkins) favasına eşlikçi olarak tercihi Amarone’dir. Amarone, hasır üzerinde kurutulmuş Corvina, Rondinella ve Molinara üzümlerinden yapılan güçlü bir İtalyan şarabıdır. Asidi azdır ve alkol oranı genelde yüzde 15’in üzerindedir.

Alexandre Dumas Père’in yapıtından 1993’te yeniden çekilen ‘Üç Silahşörler’ adlı filmde, silahşörlerden Athos’un (Kiefer Sutherland), Anjou şarabını tercih ettiği görülür.

Türk filmlerinde assolistlerin ayağına su gibi dökülen, pompalı bir tüfek gibi patlatılan şampanyaları da es geçmemek gerek.

 

 

 

Pinot Noir, nazlı bir üzüm. Sisli, rüzgârlı, serin, gölgelik ve kuzeye bakan alanlarda iyi ürün yetişiyor. Kabuğu ince. Üzümün cinsi ne kadar küçükse, şarabı o kadar iyi oluyor. Fransa’nın kuzeyinde kendisine uygun iklim koşulları sağlanıyor ve en iyi Pinot Noir orada yetişiyor. En iyi koşulları bulduğu Bourgogne dediğimiz bu bölgede bile ancak üç yılda bir iyi Pinot Noir ürünü elde ediliyor.

Pinot Noir ile sek kırmızılardan köpüklü şaraplara dek farklı çeşitler üretilebiliyor. Rengi açık ya da koyu kırmızı olabiliyor. Meyve tatları aldığınızda; bu, çilek de olabiliyor, kiraz ya da erik de. Sandal ağacı, baharat ve çiçek aromalarını ayırt edebiliyorsunuz. Kompleks tatlar alıyorsunuz. Pek çok yemeğe iyi bir eşlikçi oluyor.

Üzüm yetiştiricilerinin bazıları, kendilerine meydan okuyan bu çeşidi özellikle üretmek istiyorlar. Çünkü Pinot Noir’dan yapılan şarap, kalbe hitap ediyor. Nadir bulunan, nadiren iyi yetişen bu üzümden, gizemli ve romantik hisler uyandıran şaraplar yapılıyor.

Şarapseverler arasında takım tutar gibi Pinot Noir’ı tutanlar var. Bunlardan birisine ‘Sideways’ filminde rastladık. Filmin kahramanı Miles (Paul Giamatti), filmin en unutulmaz sahnesinde, Maya’ya (Virginia Madsen) neden en sevdiği şarapların Pinot Noir’dan yapılanlar olduğunu açıklıyor. Pinot Noir’ı Cabarnet Savignon ile kıyaslıyor. Cabarnet Savignon’un kolay yetişir, her yerde karşılaşılır oluşunu olumsuzluklar hanesine yazıyor. Pinot Noir’ın kaprisine rağmen, sunduğu eşsiz tatların peşinden gittiğini anlatırken, adeta aradığı kadını tarif ediyor. Maya ise ona şarabı neden sevdiğini anlatıyor. Bu eşsiz diyalog sinema tarihinde yer alacak gibi görünüyor. Şaraba aşkla bağlı iki insanın, hayatlarının zorlu bir döneminde birbirlerini buluşu ve şarabın onları birbirlerine bağlayışı filmi izleyenleri mutlaka etkiliyor.

‘Sideways’, evlenmek üzere olan Jack’in (Thomas Haden Church), arkadaşı Miles tarafından Kaliforniya’da bir haftalık şarap ve golf turuna davet edilmesi ile başlıyor. Film iki erkeğin orta yaş krizine, birbirine tam anlamıyla zıt tepkilerinin açığa çıktığı, zaman zaman çatışmaya dönüştüğü durumların bir toplamı haline dönüşüyor.

İki erkeğin şaraba bakışları, hayata bakışlarını da temsil ediyor. Miles, şarabı hakkını vererek içmeyi tercih ederken, Jack yola yordama aldırmaksızın, o an aklına esen şişeyi açıp içiyor.

Filmi izlerken, dünyanın önde gelen Chardonnay ve Pinot Noir üretim yerlerinden Santa Barbara’nın bağlarında, şarap tadımı yapılan yerlerinde nefis bir gezi de yapıyorsunuz. Şarap tadımıyla ilgili çok başarılı sahneler var.

Miles, Maya’ya çok nadir bulunan 1961 ürünü şarabını neden o güne kadar içmediğini anlatırken, buna değecek özellikte bir gün yaşamadığını söylüyor. Maya ise böylesine muhteşem bir şarabın açıldığı günün -ne olursa olsun- özel bir güne dönüşeceğini söylüyor.

İşler planlandığı gibi gitmeyince, şarap baş döndürmeye başlıyor. Güvenli ana yoldan ayrılıp, nereye gittiği belli olmayan, ancak risk alınıp sapıldığında asıl güzelliklerin görülebildiği yan yollara sapma cesareti veriyor. Bazen rotadan ayrılmak iyi gelir. ‘Sideways’, Oscar ve Altın Küre ile ödüllendirildi. Biz güzel bir şarap açıp içtiğiniz ve güzel kıldığınız her güne bir Oscar veriyoruz.

 

AOC Fransa’da ortaya çıkmış, şarapların kalitesini korumaya yönelik bir sistemdir. Şarapçılıkta iddiası olan ülkelerde kullanılmaktadır. Ülkemizde “Şaraba yol mu verilmelidir, yoksa önü mü kesilmelidir?” konusu hâlâ kesinleşmediği için, henüz bu sisteme değinememiştik. Bu yazımızda, kökeni belli şarapları adlandırmada kullanılan AOC teriminin çıkış noktasını anlatacağız.

Olay 1854 yılında Paris’te başlar. III. Napolyon, Paris’te ‘Evrensel Sergi’yi hazırlamaktadır. Bordeaux bölgesinden en iyi ürünlerini göndermelerini ister. Bordeaux’lular Bourgogne ve Champagne bölgelerinin sergiye şarapla katılacaklarını öğrenirler. Onlar da şarap göndermeye karar verirler. Ancak gönderecekleri şarapları hangi yöntemle seçecekleri konusunda karar vermekte zorlanırlar. Ticaret Odası’ndan yardım isterler. Ticaret Odası bir komisyon oluşturur. Bu komisyon yıllar boyunca en pahalı 60 şarabı belirler. Onlara göre fiyat, kalitenin en önemli göstergesidir. Bu 60 şaraba ‘Premier Cru’ adını verirler. 15 Nisan 1855 tarihinde beş grup da 60 şarabı teslim eder. Bu beş gruptan dört tanesi Medoc, biri Haut-Brion’dur. Saint-Emilion ve Pommerol’u (Petrus) Bordeaux şarapları içinde saymazlar, çünkü bunlar Bordeaux sınırları dışında, Liboune adlı bölgededirler. Beyazlardan Sauternes şaraplarını seçerler. Château d’Yquem’i çok özel bir yere yerleştirip ‘Premier Cru Superieur’ diye adlandırırlar…

Bugüne kadar bu seçilmiş 60’ların arasına girmeyi başarabilmiş tek bir şarap vardır: Mouton Rothschild. Bu şarabın listeye girebilmesi kolay olmamıştır. Baron Philippe de Rothschild’in bastırması ve 1973 yılında Jacques Chirac’ın Tarım Bakanıyken verdiği destek sonucunda bu iş başarılmış ve bu ünlü şarap hak ettiği yeri bulmuştur. Premier Cru olarak seçilen bu şarap, lokomotif görevini üstlenerek Château’sunu ön plana çıkarmayı başarmıştır. Diğer ünlü Premier Cru’lar ise Lafite, Latour, Margaux Haut Brion ve Yquem’dir. Premier Cru mükemmellik ister. Sıradanlık hissedildiği anda klasifikasyondan düşer.

Paris’te beni havaalanından şehre götüren taksi şoförü nereden geldiğimi öğrendikten sonra İstanbul’daki havayı sordu. Cevabını verip, daha az sıradan bir soruyu kendisine yönelttim: Hangi şarabı seviyordu. Cevabı çok hoşuma gitti. “İşte dalga geçilmeyecek bir konu!” dedi. “Şarap şakaya gelmez. En güzel şaraplar Bourgogne bölgesinden çıkar. Paris’teyken mutlaka bir şişe Mercury için.” Maalesef sözünü tutamadım ve ben yine yönümü Bordeaux’ya çevirdim. Hiç pişman olmadım desem yalan olmaz. Özellikle de 1986 Cote de Castillon mükemmeldi, diyebilirim.

Ülkemizde şarap şu anda çıktığı yerden alaşağı edilmezse, mutlaka benzeri düzenlemelerle kalite kontrolü standart hale getirilmeli ve denetim sıkı bir şekilde yapılmalıdır… İşte o zaman Türk şaraplarının kalitesi giderek artacak ve dünya standartlarını yakalayacaktır. Yanlış anlaşılmak istemem; ülkemizde de kaliteli şaraplar üretilmekte ve bu şaraplar ülkemize has üzümlerden yapıldıklarından, şarapseverler için özel bir anlam taşımaktadırlar.