Paris’te Mitterand Kütüphanesi galerilerinde Nadar sergisi var. Bugüne kadar sadece Felix Nadar’ı bilirdik. Bu sergi sayesinde Nadar’ların üç tane olduğunu birlikte anılmaları gerektiğini öğrenmiş olduk.
Fotoğrafçı aynı zamanda ressam, tasarımcı, yazarlar, gazeteci, karikatürist ve mucit Felix Nadar,  kardeşi Adrien Tournachon  ve oğlu Paul Nadar fotoğraf tarihine hepsi ayrı ayrı  izler bırakmışlar.
Çok yönlü gösterişli bir kişilik olan Felix Nadar, 1850’ler ve 1860’lardaki çağdaşlarının portrelerini çekip sergilediği portre galerisi ile ünlüdür. Çok az bilinen yönü bilimsel ilerlemenin ateşli savunucusu olması .  Tüm yaşamı boyunca cumhuriyet ve laiklik için savaş verdi.  Aynı zamanda yazar, muhabir ve çok yetenekli bir karikatürist olduğu da biliniyor muydu?  Hayır. Bir erkek kardeşinin, Adrien Tournachon, ressam ve fotoğrafçı, bohem sanatçı olduğu biliniyor muydu? Bunun cevabı da “Hayır”.  Oğlu Paul 1886’da 1855’te kurulan ve 1939’a kadar  ailenin atölyesini yönettiği de az bilinir.  Aynı Paul’un, Fransa’da, Kodak firmasının temsilcisi ve aynı zamanda uzun yıllar fotoğrafçılar odası  başkanıdır.
Nadar‘ın 1830’ların sonlarında Paris’in çeşitli editörleri tarafından kol kanat altına alınması sonucunda diğer iki Nadarın unutulmasına neden oldu. Oysa  Felix Tournachon NADAR diye bir takma adı alır ama diğer 2 Nadar’ı gölgesi altında bırakır. Fransız milli kütüphanesindeki (BnF) sergi bu haksızlığı biraz olsa ortadan kaldırmaya ve üç Nadarı da bize tanıtmaya yönelik bir sergi.
BnF küratörlerinin tarafından düzenlenen sergi önce bu adaletsizliği onarmak ve  bazen birbirlerine karşı olup bazen de müttefik olan bu akrabaların yüzleşmeleri, hedefleri ve nasıl ilerlediklerini anlamamıza sağlamaktadır. İkinci imparatorluktan yirminci yüzyılın ortalarına kadar olan dönemi kapsayan ve üç Nadar’ın farklı işlerini  bize gösteren ve bol dokümanlarla desteklenen bir fotoğraf sergisi..
1950’de, ,Paul Nadar’ın kızı, Nadar ailesinin son ferdi Mar ‘ın ölümüyle BnF, fotoğraf studyosunun tüm arşivlerini alırken, Kütüphanenin Mimari bölümü de  yüz binlerce cam negatife sahip olmuş oldu.
New York Metropolitan Sanat Müzesi, Los Angeles Getty Müzesi de bu sergiye çok önemli destek verdiler.
Üç yüzden fazla parça, orijinal fotoğraf baskıları, çizimler, çeşitli baskılar, resimler, bu  ailenin yaşamı  ve sanatsal yönünü anlamamıza olanak vermektedir. Eserlerin seçimi, kronolojik bir sıra üzerinden yapılmıştır.  Tournachon ve Nadar eserlerinin ne kadar kıymetli ve çeşitli olduğunu görmemizi sağlamaktadır
Gerard de Nerval ve Charles Baudelaire, Sarah Bernhardt ve Josephine Baker, Gustave Dore, George Sand, Victor Hugo, Lamartine Nadarların portrelerini çekerek ölümsüzleştirdiği sanatçılardan sadece bir kaçı. Arşivleri, portre ve otoportrelerle dolu.
Nadarların üçü de pantomime ve tiyatroya düşkün, studyolarında setler kuruyorlar. Hikayeler anlatıyorlar. Studyoyu gerçek bir ticarethane olarak işletiyorlar. Fotoğrafta çeşitli denemeler ve yapıyorlar. Bilimsel gelişmeleri takip edip fotoğrafa uygulamaya çalışıyorlar. Sıcak hava balonu maceraları da mevcut.
Yapay ışık fotoğrafçılığı, hava fotoğrafçılığı ve anlık fotoğrafçılıkta zamanlarının öncüleridirler. Serginin en önemli bölümünün portreler bölümü olduğunu kabul etmemiz gerekir. Fotoğraf tarihini incelerken adını çok duyduğumuz ama işlerini az gördüğümüz bu ailenin bu genişlikteki ilk sergilerinin tüm fotoğraf severlerin ilgisini çekeceğine eminim. Sergi 3 Şubat 2019 a kadar devam ediyor.
.

Bir aralar İbrahim Tatlıses’ten sıkça dinlediğimiz “Bir taş attım pencereye” adlı türküde, “Rakıyı da şaraba katalım mı vay vay” sözleri geçiyor. Rakıyla şarabın hiçbir yerde yan yana gelmesi, uyum sağlaması olası değildir, ancak şarkılarda birlikte olabilirler. Bu yazımızda şarabın müzikle olan ilişkisine değinelim istedik.

Şarap Tanrısı Dionysos, içilen her kadehe bir anlam vermiş: İlki sağlık, ikincisi aşk ve zevk, üçüncüsü uyku içinmiş. Dörtten sonrası içinse «İnsana kendini kaybettirir şiddete yönelmesine yol açar » demiş. Üçüncüde durup, işi tadında bırakmak gerekirmiş.

Belki de haklı, Dionysos. Tıp dünyası günde bir kadeh kırmızı şarabın kalp ve damar sağlığı için yararlarından bahsediyor. Âşıksanız eğer, sevgilinizin gözlerinin içine bakıp da kalbiniz titrerken içtiğiniz ikinci kadeh, sizi çoktan sarhoş eder. O kadehte bu âlemi terk etmişsinizdir artık. Eros’un topraklarında içiniz eriyip gitmiş, doğaya karışmış, çevrenizde size günlük hayatın varlığını hatırlatan tüm detaylar silinip kaybolmuştur.

Şarap büyülüdür. Başınızı döndürür, dilinizi çözer. Şarap aynı zamanda en eski iksirdir. Sıkıntılı bir gününüzde bir iki kadeh şarap ağırlaşmış yüreğinizi hafifletir  size hayatın, dertlerinizin gelip geçiciliğini, uçuculuğunu hatırlatır.

Şarap müziği de büyülemiş, başını döndürmüştür; arşivler, şarabın müziğe verdiği ilhamla dolup taşmıştır. Bu şarkıların içinden bir dönem kalbinize taht kurmuş olanları mutlaka vardır. Arkanızda bıraktığınız güzel günlere duyduğunuz özleme Henry Mancini’nin ‘Days of Wine and Roses’ı eşlik etmiştir belki. İlk öpüşmenizi hatırlarken Weavers’ın ‘Kisses Sweeter Than Wine’ı sırdaşınız olmuş olabilir. Bitmiş bir aşkın ardından, Bon Jovi’nin ‘Bitter Wine’ıyla bastırmış olabilirsiniz içinizdeki boşluğu…

Orijinali Nancy Sinatra ve Lee Hazlewood’a ait olan ‘Summer Wine’ı yeniden söyleyen Ville Valo’yu dinleyince, bir şişe Boğa Kanını yaz sıcağında bir dikişte içmiş gibi sarhoş ve hoş oluyorsunuz. Lütfen YouTube’da arayıp bulun ve dinleyin… Yok yok ben size yardım edeyim; https://www.youtube.com/watch?v=iqe5p0F_SxY

‘Hotel California’nın gizemine gizem katan dizelerinde, “Lütfen şarabımı getirin!/ Dedi ki: 1969’dan beri o içkiyi satmıyoruz” bölümünü yüksek sesle söyleyenlerden miydiniz? Hem ağına düşürülmekten korktuğunuz, hem de aklınızı başınızdan alıp sizi kendinizden geçirmesi dileğiyle yanıp tutuştuğunuz bir kadını düşlerken, Ricky Martin’in ‘Livin’ La Vida Loca’sını mı mırıldandınız? https://www.youtube.com/watch?v=p47fEXGabaY  “Asla su içmez, sana Fransız şampanyası ısmarlattırır.” Femme fatale sevgilinizi Queen’in ‘Killer Queen’ şarkısıyla mı yad ettiniz? Bu yıl sinema dünyasına damgasını vuracak “Bohemian Rhapsodi” ye de bir selam edelim. https://www.youtube.com/watch?v=2ZBtPf7FOoM

Yunanistan’da bir aşk şarkısı olan ‘Passas’ (Paşa), Makedonya’da Kalamatianos Sirto’su olarak aynı melodi fakat farklı sözlerle söyleniyor;

Ah bir hakim olaydım, of aman, yandım doldur şarabı,

Güzele takılaydım, hey dost hey, şarabım nerde?

Kızların en güzelini, of aman yandım, doldur şarabı

Gayri hiç bırakmasaydım, hey dost hey, şarabım nerde?

Bir türlü unutamadığınız sevgilinizi, kırmızı şarabın silgisiyle silmeyi denediniz, sonra olmadığını gördünüz ve bunu UB40’nin ‘Red, Red Wine’ şarkısıyla mı itiraf ettiniz? https://www.youtube.com/watch?v=zXt56MB-3vc

Aşk acısı gelip de çöreklendi mi, yüreğinizdeki yangını en çok körükleyen şarkılar ana dilinizde yazılmış olanlardır. Sezen Aksu’nun ‘İstanbul İstanbul Olalı’ şarkısında “Bi lodos lazım şimdi bana, bi kürek, bi kayık/ Zulada birkaç şişe Yakut yer gök kırmızı/ Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp/ Düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı” deyişi gibi… https://www.youtube.com/watch?v=QjyWPkoBSjo

Gittikçe yaklaştığını bildiğiniz ancak yine de ertelemeye çalıştığınız sonun kederini yine onunla birlikte, “Bir masaldı aslında/ Ne yazık sonu yoktu/ Bir şarap sofrasında hazin/ Kibar bir vedayla son buldu” diyerek dağıtmaya çalışmak gibi…

Her şeye rağmen toparlanıp yeniden başlamak gerektiğinde moralimizi yükseltecek, yaşadığımız acıları kabullenip arkamızda bırakmamızı sağlayacak yardımı yine bir şarkı sözünden alabiliriz:Hayat şarap gibidir, keder de var neşe de.

 

..”

 

 

 

 

 

 

Aşağıdaki yazıyı tam 10 yıl önce yazmışım. Türk şarapçılığında neler değişmiş diye bir bakayım dedim. Bir arpa boyu yol alamamışız. Hatta alamamışız. Dünyadaki bağ alanı sıralamasında yerimiz 2017 de 2016 ya göre bağ alanlarımızın %20 azalmasına rağmen hala 5. sırada kalmayı başarabilmişiz.  Şarap üretiminde ise 2 sıra yükselip 33 sırayı almışız. Ama hala Yunanistan, Moldovya, Ukranya ve Cezayirin gerisindeyiz. Ülkemizin adı da ortadoğu ülkeleri arasında sayılıyor. Buna sevinmeli mi? Tüm engellere rağmen ihracatımızın arttığı düşünülüyor. Bu iyi birşey. Şarapta kalite de yükseliyor, bunu Türkiyedeki  şarap dünyasının nabzını tutan meraklılardan sürekli duyuyoruz, deneyimliyoruz. Ama heyhat bir arpa boyu yol yok. Şaraba tanıtım yok destek yok. Üreticiye engel diz boyu. Oysa artı değeri en yüksek ürünlerden biri. Düzenli ve sınırlı tüketildiğinde sağlıklı, bir çok hastalığı azaltan resveratrol antioksidanına sahip bir içecek.

Neyse konuyu bilen biliyor bilmeyenlere 10 sene öncesinden bir mektup yazalım…

Şarap Larousse’unun verilerine göre Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağılmadan önce bağ yüzeyi sıralamasında 602 bin hektarla (Birleşmiş Milletler Gıda ve Ziraat Örgütüne göre 560 bin hektar) dünyanın 5’inci ülkesi olan Türkiye, Sovyetler dağıldıktan sonra 4’üncü sıraya yükseldi (Sovyetler’in bağ alanları tüm cumhuriyetlerin bağları toplanarak hesaplanıyordu ve 757 bin hektardı). Bağlarda yetiştirilen üzümlerden üretilen şarapların miktarı olarak hesaplandığında ise Türkiye aniden 30’uncu sıraya iniyor. Türkiye’nin yerinin Çin’den Özbekistan ve Kıbrıs’tan bile geride kalarak en sonlarda yer almasının nedeni üzümlerin sadece yüzde 3 kadarının şaraba çevriliyor olması. Geri kalanı sofralık üzüm, kuru üzüm, pekmez, pestil olarak değerlendiriliyor. Oranlarına bakarsak beşte biri sofralık üzüm, beşte ikisi kuru üzüm ve son beşte ikisi pekmez, pestil ve diğer ürünler olarak dağılmaktadır ki şarap bunlar arasından diğer ürünlere girmektedir. Çekirdeksiz kuru üzümler ihraç edilmektedir, ancak kuru üzüm tüketimi giderek düştüğü için yurt içinde kompostoda kullanılanlardan artanlar, zaman zaman doğu ve güneydoğuda hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Tablo 50 sene önce de böyleydi bugün de aynı üzücü durumda. 8-10 yıldır Türk şaraplarının daha kaliteli olduğunu biliyoruz. Önde gelen üreticilerin Fransız ve Amerikalı önologlarla çalıştıklarını ve ürün kalitelerini artırmak için çaba sarfettiklerini de görüyoruz. Ülkemizde şarapçılıkta neler iyi gidiyor neler kötü gidiyor, araştırmak istedik.

Cumhuriyet tarihinde ilk Türk şarap kongresi 1946 yılında TEKEL tarafından, ikincisi 1963 yılında ve üçüncüsü 1976 yılında Ticaret ve Sanayi Odaları tarafından düzenlenmiş. Bu kongrelerde bir arpa boyu yol alınamadığı ve 30 yıl sonra sorunların aynı olduğu görülmüş. Kongrelerden fayda alınamayınca tenzili rütbe yapılarak kongreler sempozyumlara dönüştürülmüş. Birincisi bağbozumuna denk getirilip 14 Eylül’de Tekirdağ’da yapılan sempozyumların altıncısı, 19 Eylül 2005’de yine Tekirdağ’da düzenlenmiş. Başlangıçta kongrelere Gümrük-Tekel Bakanı ve Ticaret Bakanları gelirken sonraları kimse uğramaz olmuş. Birçok tebliğler verilmiş ama bakılmış ki Türkiye hâlâ şarap ihraç eden ülkeler arasında görülmüyor. Dünya şarap kongrelerinde yıllardır temsil edilmiyor. Önemli uluslararası fuarlarda da Kavaklıdere dışında hiçbir üretici yok. Şarap içilen ülkelerin şarap dükkânlarında Türk şarabı isteseniz gülerler. Yüzölçümü ve bağ alanları bizim yanımıza bile yaklaşamayacak Bulgaristan bizden çok daha iyi şarap üreten ve ihraç eden bir ülke konumunda. Bu durumda olmamız sadece Müslüman ülke olmamıza, zamanında imamların bağ söktürmek için inananlara vaaz vermelerine bağlanabilir mi? Bağlanamaz.

Gelişmiş ülkeler gençliği düşük alkol oranlı içkilere yöneltmeye çalışırken biz tam tersini yapıyoruz. Şaraba en yüksek vergiyi yükleyerek içerdiği alkol oranına göre rakıdan çok daha pahalıya satılmasına ve satılamamasına yol açıyoruz. Çok çarpıcı ve üzücü olduğuna inandığımız birkaç rakam verelim. Atatürk’ün Orman Çiftliği’ni kurup şarapçılığı teşvik etmesiyle şarap üretimi 1928’lerdeki 2,5 milyon litre seviyesinden 1960’larda 50 milyon litre seviyesine çıkmıştır. Ancak daha sonraki yıllarda her yıl üretim düşüş göstererek 1974 yılında 30 milyon litreye gerilemiştir. 2000 yılından itibaren şarap üretim ve tüketiminde bir yükseliş eğilimi gözlenmektedir. 1960’larda 500 adet olan özel sektör şarap üretici sayısı 1976’da 114’e inmiştir. Bugün bu sayı 76’ya düşmüştür. Devlet toplayamadığı vergiyi içkiye koyduğu vergiye ekleyerek alacağını düşünüyorsa, üretici sayısı daha da düşecek kayıt dışı üretim ve metil alkole bağlı ölümler de artacaktır. Bunun örneklerini sürekli görmekteyiz.

Avrupa’da kayıt dışı alkol tüketimi 0,75 litre iken bizde bu rakam ÖTV artışına paralel olarak artıyor ve 5 litre seviyesine vuruyor.

Türkiye’nin şarap ihracatı çok düşük. Tüm ihracat geliriyle ancak İstanbul’da 3-4 tane ev alabilirsiniz. 30 yıl önce Cezayir’in sadece Avrupa’ya sattığı şarap tutarı bugün bizim sattığımızın 10 katı, yine Müslüman bir ülke olan Fas’ınki ise bizim ihracatımızın 4 katı. Tablo çok karanlık sevgili şarapseverler, bilmiyorum tehlikeyi görebiliyor musunuz? Artık ülkemizde bizim şaraplarımızdan daha ucuza yabancı şaraplar içiliyor. Türk şarapları içeride de dışarıda da rekabet etme yeteneğini kaybetmiş durumda. Üreticiler büyük bir sabır ve özveriyle, tabii ki kayıt dışı üretenlerden bahsetmiyorum, durumu kurtarmaya çalışıyorlar. Dileyelim başarılı olsunlar. Ama yok olmamak için daha çok direnmeleri gerekecek. Belki gelecekte bir kurtarıcı da onlara dolayısıyla bize de gelir. Fransızlar’ın şarap koruyucusu Aziz ‘Vin’cent belki bizde bir bilge yöneticiye el verir. Yok, bir kurtarıcı beklemek istemez isek bizim önerilerimiz şunlar:

En az 30 yıllık planlar yapılarak şaraplık üzüm ve şarap üretimi yasalarla korunmalıdır. Anadolu kökenli üzümlerin tespit edilip şaraplık türlerde klon belirlenmesi yapılmalıdır. Üzüm günü gününe işlenmesi gereken bir ürün olduğundan 500-700 km’den taşımalara son verilip, bağ bölgelerinde tesislerin kurulmasını sağlamak gerekir. Bağ kadastrosunun yapılıp, üzüm çeşitlerinin kalite ve verimlerinin incelenmesi gerekmektedir. Moda olan yabancı üzüm cinslerinin bilinçsizce dikilip üretilmesinin önüne geçilmelidir. Deneme bağcılığını fakültelere ve büyük üreticilere bırakıp heveslerin peşinden koşulmamalıdır. Fakültelerce üzüm cinslerine ve bölge iklim koşullarına göre verim araştırmaları yapılmalıdır. Fidan üretimini artırıcı destek gerekmektedir… Vs, vs…

Selam ve sevgiler

Dordogne, Fransa’nın güney batısında Bordeaux’ya yakın bir bölge. Sanki turist çekmek için yaratılmış. Paris ve Nice dışında Fransa’nın en çok yabancı çeken turizm bölgesi. Dordogne bölgesinin krallar devrinde “kara kılıç” diye bilinen çok kara üzümüne günümüzde “Malbec” adını vermişler. Bu isim bölge şarap dünyasının gezgin satıcısı konumundaki “Bay Malbec”e atfen verilmiş. Bir insanın bir üzüm türüne adını vermesine herhalde ancak Fransa ve Bordeaux gibi kendine özgü bir dünyada rastlanabilir.

Bay Malbec, Bordeaux’da yaşayan bir şarap tüccarı. Ancak üzümlerle yıllardır o kadar haşır neşir olmuş ki bir üzüm türüne Bay Melbec’in ismi verilmiş. Bay Malbec aslında  ‘Negociant’ yani şarap   komisiyoncusu. Mesleğini iyi bilen ve çevresi geniş zat nasıl bir sepaja adını vermiş, doğrusu muamma. Ama Mösyö Malbec, etiyle kemiği ile gerçek bir insan.

Malbec üzümlerine çok daha güzel bir isim daha yakıştırılmış tarih boyunca: Kralın bitkisi! Ne güzel bir ad değil mi? Bu, Malbec’in yüzlerce adından sadece biri. ‘Kara kılıç’  veya İngilizlerin ‘kara şarap’ demeleri, renginin çok koyu olmasıyla ilgili. Cot, Pressac ve yanlış bir adlandırma da olsa Auxerrois ise en çok kullanılan adlar.

900 yıl önce kralların tercihi bir şarapmış. İngiliz prensinin bu bölgenin prensesiyle evlenmesinde bu şarabın rolünün olduğu söylentiler arasında. Bay  Malbec ise  bu şarabın yayılmasında büyük rolü olan  Bordeaux’lu bir şarap tüccarı.

İşte Fransa’nın Dordogne denilen güney batı bölgesinde bu üzüm cinsi de en çok olarak onun adıyla biliniyor. Bordeaux’ya komşu bu bölgede Cahors, Bergerac, Montbazillac, Montravel ve Pecharman apelasyon almış şarap bölgeleri.

Cahors AOC şarapları içlerinde en az yüzde 70’i bu üzümden (Malbec) bulundurmak zorunda. Yanına Merlot ve Cabernet de ekliyorlar.

Fransızlar’ın en büyük derdi yeni dünya ülkeleriyle pazarlama konusunda yarış edememeleri. Çok iyi şarapları olduğuna inanan Fransızlar çok kötü pazarlamacı olduklarını da kabul ediyorlar. Belki de ürünlerinin iyi olduğunu bilmelerinin getirdiği bir rehavet durumu. Her ne ise, bölge şaraplarını tanıma amaçlı yaptığımız gezide durumun değişmeye başlamış olduğunu görüyoruz.

Önce kısaca bölgeyi tanıtalım:

Dordogne, Fransa’nın güney batısında Bordeaux’ya yakın bir bölge.

Sanki turist çekmek için yaratılmış. Paris ve Nice dışında Fransa’nın en çok yabancı çeken turizm bölgesi. Gökten şato yağmış gibi, bu nedenle ‘bin bir şatolar bölgesi’ de deniliyor. Kalelerle çevrili kasaba ve köyler yol boyunca sizi karşılıyor. Tarih öncesi dönem ve Orta Çağda hareketli günler geçirdiği biliniyor.

Dünyanın en eski mağarası olduğu kabul edilen, ilk insan resimleriyle bezeli Lascaux mağarası da burada. Üç Silahşörler filmlerinin çekildiği Orta Çağ kasabaları da. Sarla çok sevimli dar sokakları olan şirin bir şehir.

39 Euroya 2 Michelin yıldızlı menü

Sarla’yı gezdikten sonra kuzey doğuya doğru yönelin, rüya gibi bir şatoda 39 euroya 2 Michelin yıldızlı gastronomik bir mönu yiyin.

Coly adlı köyde Manoir Hautegent adlı şatoyu es geçmeyin. Şiddetle tavsiye olunur. Sahibi Türkiye’yi çok seven, çok misafirperver zarif bir kadın.

Oradan bölgenin başşehri Perigeux’ye gidin. Paris’teki Sacre Coeur’e benzeyen kilisesini gezin. Yolda Tourtoirac adlı sevimli köyün manastırını görün.

Sarla’da, Chateau Chevailers La Grezette’ın açtığı satış noktasından etiketinde Malbec yazan şaraplardan alın. Fransız şaraplarının etiketlerine şimdiye kadar görmeye alışık olmadığımız sepaj adını baş köşede görünce şaşırın.

Teruarın önemine ve önceliğine çok önem veren Fransız şarapçılığı bu yüzden ihracatta alan kaybetmeye başladığından beri uzmanlar soruna çözüm aramışlar ve pazarlamada rekabet edebilmek için yeni dünya ülkelerinin yaptığı gibi tüketicinin arzularına boyun eğmeye başlamışlar. Tüketici çok karmaşık etiketlerden hoşlanmıyor. Çünkü ne içtiğini anlamıyor. Gerek içtiği üzümün cinsi gerek hasat yılı, çoğu için ayrıntı. Bu nedenle artık Fransız şaraplarında da etiketlerde sepaj adlarını görüyoruz.

Aynı şekilde Alpler’deki kayak merkezi Chamonix’de Savoie şaraplarının üzerinde de görünür biçimde Mondeuse üzümünü insanın gözüne sokmaya çalışmışlar.

Artık tüketici farklı üzüm şarapları tatmak istiyor. Bunu da etikette görmek istiyor. Bizim şarapçılığımız da bu yönde gelişiyor. Globalizasyona direnmek mümkün değil.

Tekrar Cahors’a ve şaraplarına dönelim. Cahors, Galliler tarafından Lot Nehri üzerinde kurulmuş. 13’üncü yüzyılda krallar ve hatta papaya kredi açan bankerlerin yaşadığı şehir olarak tarihe geçmiş.

Papa 12. Jean burada doğmuş ve 1332’de burada üniversite kurmuş. Avignon’daki sarayında ise Cahors şarabı dışında şarap içilmezmiş.

Kapitülasyonlar nedeniyle iyi tanıdığımız I. François buradan getirttiği asmaları Fontainebleau’daki sarayının arazilerine diktirmiş. 7’inci yüzyıldan itibaren şarap üretilen bu bölgede 17’inci ve 18’inci yüzyıllarda üretilen şarabın yarısını Hollandalılar daha baştan satın alırlarmış.

Bordeaux’lular da buna bozulduklarından sevkiyat yeri olan Bordeaux’dan Cahors şaraplarının geçişi sırasında diğer şaraplara göre iki misli vergi alırlarmış. Ancak ekonomik sorunlar ve bağları saran hastalıklar, zamanının en sevilen bu şarabını asırlarca tarihin karanlığına gömmüş.

1868’deki floxera salgınından önce Fransız Prof. Michel Pouget  tarafından Arjantin’e  taşınan Malbec’in Fransa’da yeniden dirilişi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1947’de, Parnac adlı kooperatifin kurulmasıyla başlıyor. Ancak 1956’daki büyük don tüm bağları alıp götürüyor.

Kooperatif yeni bir atılımla Malbec’lerin daha dirençli suşlarını yeniden diktiriyor ve günümüze kadar gelmelerini sağlıyor.

1971’de Cahors şarapları AOC apelasyonunu alıp mutlu sona ulaşıyor. Arjantin Malbec’lerinden biraz daha gövdeli, yoğun tanenli  ve buruk bu Malbecler taşlı ve kalkerli topraklarda iyi sonuç veriyor.

Başlangıçta meyvemsi aromaların yoğun olduğu Fransız Malbec’leri şişede yıllanmaya bırakıldıklarında gövdeleri kadifemsi kıvam alıp derin aromalar kavuşuyor.

Beyazda Sauvignon Blanc’ın kullanıldığı Cahors da Malbec dışında diğer sepajlar Cabernet ve Merlot. Önde gelen üreticiler arasında Clos Triguedina, Chateau de Chambert, Chateau de Haute Serre, Clos La Coutale, Chateau La Grezette sayılabilir.

16-18 derecede içilmesi uygun bu şarapları mantarlı etlerle ve kaz ciğeri ile yemenizi tavsiye ederiz.

Bergerac’ın 15 kilometre güneyinde Montbazillac bölgesinde ise aynı teknikle, Sauterne’lerle yarışacak kalitede tatlı beyazlar üretiliyor ve Semillon gibi benzer üzümlerle yapılan bu beyazlar uzun yıllar yaşlanmaya uygun.

Birkaç şişe almayı ihmel etmeyin, çünkü başka yerde bulamazsınız. Fiyatları da gayet makul, 8  ile 50 euro arasında değişiyor.

Gelelim Arjantin Malbec’lerine.

Şilinin ucuz şarap, Arjantinin kaliteli şarap üretimi peşinde olduğu bilinen bir gerçek. 150 yıl önce Arjatin sadece sofralarda tüketilecek şarapları üretebilmenin derdindeydi. Bugün dünyanın en kaliteli Malbec şaraplarını üretiyor. Belki Fransız Malbec’lerinden de üstün. Dünyanın her bir yanına da ihraç ediyor. Arjantinde bugün 76 bin hetar Malbec ekili durumda. Fransada ise sadece 13 bin hektar Malbec bağı var.

17 Nisan Malbec günü idi. Önümüzdek yıl 17 naisanda  bir Arjantin Malbec i alın. Neyle yiyeceğim diye kafa yormayın büyük bir bifteği ızgara yapın ve Malbekcinizle birlikte afiyetle yiyin.

 

Her sonbahar gibi bu sonbahar da Paris, fotoğraf açısından canlılığını koruyor. Ekim’de Uluslararası Çağdaş sanat fuarının (FIAC) açılışından itibaren galeriler ve müzeler teker teker sergilerini açmaya başladı.  Fotoğraf dergisinin bu sayısına  ben de sizler için müze de Jeu de Paume’da açılan ünlü amerikan dokümanter fotoğrafçısı Dorothea Lange’ın retrospektif sergisini gezdim. Bu sergi Dorothea Lange’ın Paris’teki ilk sergisi değil. Ancak bazları hiç sergilenmemiş fotoğraflar dışında belgelerle de desteklenen, en önemli ve en büyük sergisi . Sergide daha önce pek fazla görülmemiş ikinci Dünya Savaşı sırasında amerikalıların amerikadaki japonları kapattıkları toplama kampları ile ilgili belgesel de izlenebiliyor. Amerikalılar japonlar Pearl Harbour’u bombaladılar diye böyle bir karar almışlar. Lange da bunu çok etkileyici karelerle belgelemiş.

Sergi 5 ayrı salonda 5 ayrı başlık altında geziliyor. 1.ci salonda 1932-34 yıllarına ait fotoğraflar var.Bu bölümün adı “Yaşantıma dokunanlar”. Bu yıllar portre stüdyosunu terk edip sokağa indiği yıllar. Çeşitli gösterileri fotoğraflar. “White Angel Bread Line” adlı fotoğraf bu bölümün baş eseri.

2.ci salon göçlerin peşine düştüğü 1935-41 yıllarına ait fotoğrafların bulunduğu bölüm. Büyük format fotoğraf makinesi sırtında  Amerikanın tam 22 eyaletini dolaşmış sakat ayağı ile. İşte bu yıllar FSA çin çalıştığı ve dünyanın ilgisini üstüne topladığı yıllar. 3.cü salon “iki okyanus savaşı” diye adlandırdığı fotoğrafların bulunduğu bölüm. Bu bölüm Richmond’daki tersaneleri ve iç göçlerin bu tersanelerdeki etkilerini gösteren fotoğrafların bulunduğu bölüm. Bu fotoğraflarda yurtlarından olup buralara kadar çalışmaya gelen ziraat işçilerini görüyoruz. Bunlar perişan duruma düşen ve “Okies” diye adlandırılan amerikalılar. Burada 100.000 işçinin savaş sanayii için gururla çalışırkenki halleri izleniyor.

1944 yılında Fortune dergisi Lange’ı bu işi için görevlendirmiştir. Birbirinden güçlü ve etkileyici bu fotoğrafların bazıları duvar dibine dizilmiş iş bekleyen Ara Güler fotoğraflarını anımsatıyor.

4.cü salonda amerikada yaşayan japonların evlerinden zorla kopartılıp kamplara kapatılma  hikayeleri ve kamplardaki yaşantıları hikaye ediliyor.

5.ci salonda ise “Kamu Avukatı” adlı 1950 li yılların hukuk sistemini konu alan fotoğraflar var. Life dergisi için çekilen bu fotoğraflar da ilk kez gün yüzüne çıkıyor.

Dorothea Lange 1895 yılında New Jerseyde doğar. 1966 yılında MoMa New York modern sanatlar müzesindeki  büyük retrospektif sergisinin hazırlıklarını yaptıktan kısa bir süre sonra maalesef serginin açılışını göremeden aramızdan ayrılır.

Jeu de Paume daki bu serginin küratörlüğünü fotoğrafların çoğuna sahip California Oakland Müzesi’nden Drew Heath Johnson yapmış. Sergide Lange’ın  yaşam öyküsü ve sanatını anlatan 2 saate yakın süren uzun metrajlı bir filmi gösteriliyor. Bu ilginç filmin yanında  birkaç projeksiyon da var.

Dorothea Lange’ın fotoğrafları çok doğal ve bir o kadar da duygu yüklü. Sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi duran hikayelerin ve portrelerin içlerindeki derin acıları iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Sanki o anı yaşıyorsunuz. Lange’ın fotoğrafçı gücü buradan geliyor. Eserleri sanki  iki Dünya Savaşı arasındaki tarihi bizimle tanıştırmak için hazırlanmış büyük bir arşiv. Olaylara fotoğrafçı duyarlılığı dışında büyük bir sosyolog ve antropolog gibi yaklaşmış. Çektiği fotoğrafların kısa hikayelerini ve diyalogları da bir not defterine kaydederek foto muhabirlik ve dokümanter fotoğrafçılık görevlerini de yerine getirmiş. Bütünü göstermek için parçaların kullanılabileceğini söylemiş.  İnsanı anlatmak için cansız nesnelerin nasıl kullanıldığını göstermiş.

Yedi yaşında geçirdiği çocuk felci ile yaşamayı öğrenmiş, kusurlu bedene tutsak olmamayı becermiştir. Başkalarının yaşadıkları yerlere ve kalplerine bakıp fotoğrafladıktan sonra ne bizim ne de bakanın aynı kişi olamayacağını vurgulamıştır.

Dorothea Lange çektiğimiz her karenin hem bizi hem izleyicisini başka boyuta taşıması gerektiği söyler. Çocuk felci için şöyle der;  “Başıma gelen en önemli şeydir, beni şekillendirmiş, bana yol gösterip yardım etti ama  incitti de” demiştir. Alman kökenli babası kendisi çok küçükken  evi terk etmiş, Dorothea’yı annesiyle yalnız bırakmıştır. Anne kız büyük maddi sıkıntı çekerler. Dorothea daha 12 yaşındayken annesiyle birlikte Amerika’nın batı yakasından doğu yakasına göç etmek zorunda kalır. Yaşamındaki bu göç belki de daha sonra göçmenlerin hayatlarına bu kadar büyük bir titizlikle yaklaşmasını sağlamıştır. New York’daki yaşamı Amerika’nın göçmenlerini, ırk farklılıklarını, siyasi yapılarını  ve bu devasa şehrin kozmopolit dünyasını gözlemlemesine olanak sağlamıştır.  Gözlem yeteneğini çok geliştirmiştir.  Gözlem yapmayı çok sevmektedir. Bakışlardan hikaye yazma yeteneği vardır. İşte daha bu yaşlarda gözünü fotoğraf gözü olarak eğitir. Bakmak-görmek-anlamlandırmak zincirini çok iyi kurar.

Üniversitede fotoğrafı okumaya karar verir ve genç yaşında stüdyolarda çalışmaya başlar. Kısa süre sonra kendi stüdyosunu kurar. Çalıştığı binadaki ressam Maynard Dixon ile evlenir. İki çocuk yapıp onları büyütme zorluğuyla uğraşırken “Büyük Buhran” denilen krizle karşılaşır. Stüdyosunu terk edip sokağa iner. Adaletsizliğe yoksulluğa karşı aşırı duyarlıdır. Eşitsizliklerden nefret eder. F/64 fotoğrafçılar grubuyla ilişkileri FSA (Farm Security Administration) fotoğrafçıları arasında yerini almasını sağlar ve Roy Stryker ile çalışmaya başlamasına yardımcı olur. Bu arada Imogen Cunningham, Walker Evans gibi çok önemli fotoğrafçılarla tanışır ve çalışır. Edward Steichen’in dünyayı dolaşan ünlü “The family of man” adlı sergisine yardım eder.

Bu arada ünlü ekonomi  profesörü Paul Tylor Dorothea Lange’ın fotoğraflarını fark edip yazılarında kullanmaya başlamıştır. Aralarında duygusal bir yakınlık doğar. İkisi de evlidir. Eşlerinden boşanıp evlenirler. Lange daha sonraki 30 yılı Paul Tylorla birlikte geçirir. Çok güzel bir işbirliği yaparlar. Amerikanın sosyoloji bilimine büyük katkı sağlayacak ve hatta fotoğraf tarihine de çok önemli bir eser olarak kalacak “An American Exodus” adlı kitabı 1939 yılında yayınlarlar. FSA önemli bir projedir. Roosevelt’in New deal diye adlandırdığı kalkınma hareketinin bir parçasıdır. Bu projenin fotoğraf ayağını Walker Evans, Jack Delano, Russell Lee gibi önemli fotoğrafçılarla birlikte yürütür. Beş yıl içinde 130.000 kadar fotoğraf çekerler. Bu fotoğraflar önce  basının ardından hükumetin ve insanların neler olup bittiğine anlamasına yardımcı olur.

Daha sonra zencilerin fotoğrafını çekmeye başlar hem de farklı bir yaklaşımla çeker. O zamana kadar zenciler fotoğraflarda eşyalar gibi yer alırken o zencileri şahsiyet olarak ele alıp özel fotoğraflarını çeker. En önemli fotoğrafı “Göçmen Anne” fotoğrafıdır. Çaresizliği ve endişeyi gözlerinde okuduğunuz bu kadının fotoğrafı ikon fotoğraf olarak dünyada en çok bakılan fotoğraflar arasına girmiştir.

Bu fotoğraf  iyi bir portre fotoğrafının dünyaya neler söyleyebileceğinin, nelere kadir olduğunun kanıtı gibidir. Paris’teki bu sergide “Göçmen Anne” fotoğrafı yer almıyordu ancak diğer fotoğrafları o kadar olağan üstü ve doyurucuydu ki insan bu fotoğrafın eksikliğini hissetmiyordu bile.  Her duvar birbirinden güçlü fotoğraflarla dolu. Dorothea Lange’ın bir de ayak fotoğrafları serisi var. Sadece kendi ayakları değil, çeşitli insan ayakları. Bu seride kendi ayağının sakat olmasının rolünü aramak gerekir.

Portre fotoğrafçılığı için de çok şey söylemiştir Lange  “Her portre fotoğrafı bir insanın diğerine nasıl yaklaşması gerektiğini öğreten önemli bir derstir” diyerek fotoğraf tarihine diğer bazı özlü sözler gibi önemli bir söz bırakmıştır. Arkasında başka güzel sözler de bırakmıştır. “Fotoğraf çekerken kendinizi başkalarıyla konuşuyormuşsunuz gibi düşünün, profesyonel olmakla amatör olmak arasındaki fark budur işte” bu sözlerden biridir.

Son yıllarında eşinin uzakdoğuya seyahatleri nedeniyle çeşitli ülkeleri gezmiş ve fotoğraflar çekmiştir. Fotoğrafları dünya fotoğraf tarihinin çok önemli kültür hazinesidir. Lange’ın fotoğrafı için  “Toplumcu gerçekçi” bir fotoğraftan söz edilir. Göçmen Anne fotoğrafı o günden bugüne çok değişik amaçlarla kullanılmış ve dünyamıza çok güzel mesajlar göndermiştir.

Sahaflarda bir japon ressam;

Sahaflarda gezinirken bir kitabı karşıma çıktı, basiretim bağlandı alamadım, belki de ebay de bulurum diye düşündüm. Oysa kitabın içindeki resimler beni derinden etkilemişti. Abstre resimler çok doğal, basit ve etkileyiciydiler. Basit güzeldiri vugular gibiydiler. Eve gelir gelmez araştırdım. Karşımda türkçe Google’ın tanımadığı, yüz yaşının üzerinde yaşlı bir bayan Japon ressam vardı. Bu melek yüzlü kadın bir yazıyı hakediyor diye düşündüm.

102 yaşındaki Japon ressam Toko Shinoda, geleneksel japon sanatından yola çıkıp modernisme yanaşan bir abstre resim sanatçısı.

Toko Shinoda 1913’te Mançurya’da doğdu. Ailesi de çok yaşlıydı, bir tütün şirketi işletiyordu. Toko Shinoda, “ Japonya dışında doğmuş insanların özgür ve sınırsız bir zihne sahip olduğunu” söylüyor. 

Babası Çini mürekkebini, hat sanatını ve Çin şiirini seviyordu. Babası 6 yaşından itibaren, o zaman kadınlara kapalı olan bir alanı olan hat sanatını öğrenmesini sağladı. 15 yaşında kendi kişisel stilini geliştirir. Çünkü geleneksel yöntemleri çok kısıtlayıcı bulmaktadır. Babası ise  Toko Shinoda’nın geleneksel yoldan saptığı için ona kızar..

Büyük amcası, İmparator Meiji’nin resmi mühür ustasıdır.  Dolayısıyla da hem hat hem de heykel ustasıdır. Toko aktör ve oyun yazarı Zeami’den de (1363-1443) çok esinlenmiştir.

Evliliği bir “engel” olarak görüp, bekar kalmayı tercih etmiştir.

Toko Shinoda’nın özel bir  karakteri vardır. Okuldan sıkılır ve kaligrafi derslerinin ağır disiplininden rahatsız olurdu. Dışardan dayatılan kurallara karşı gelir. Ama kendisi çok disiplinlidir. Kendi kendini kontrol eder ve yaşama çok bağlıdır. Küçük bir kadındır  ama kaplan gibi yırtıcı durur.

Toko Shinoda’nın sanatı

27 yaşında 1940’da  ilk kez  Tokyo’da bir galeride sergilendi. Fakat savaş çıktığındantaşrada yaşamaya başlar.

1954’te Brezilya’nın Sao Paulo şehrinde Japon Pavyonu için yaptığı geniş duvar resmi sayesinde Toko Shinoda uluslararası sanat eleştirmenleri tarafından fark edildi. Üst üste siparişler almaya başlar.

1956’da New York’ta iki yıl yaşadı. İkinci dünya savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri zengin bir ülkeydi oysa Japonya yaralarını sarıyordu.  Soyut Dışavurumculuk, Rothko, Pollock vb. Ön plandaki ressamlarla tanışır ve cazı keşfeder. Toko Shinoda, günlük yaşam heyecanı hisseder ve büyük bir özgürlük yaşar. İşinde kendine güven kazanır.

Toko Shinoda New York’ta kalmaya niyetliydi çünkü New York ona sanatsal düzeyde çok şey kazandırdı. Ama Japonya’yı özledi, ailesini özledi, japon yemeklerini de özledi ve Japonyaya döndü.

Ayrıca Çin mürekkebi Japonya’nın ikliminde daha iyi sonuç veriyordu.New York’ta kuruduğu için banyoda  sıcak su musluğunu açıp çalışmaları sırasında  Japonya’nın nemli iklimini yaratmaya çalışıyordu. Nem rengi çok etkimektedir.

Toko Shinoda’ya göre sanatının anlamı

Toko Shinoda, “bir gün öleceğimi kesinlik biliyorum ama eserlerim  sonsuza kadar hayatta kalacak” der. Sanatçı olalım olmayalım herkes bir iz bırakmak ister, aslında bunlar yaşamımıza anlam katan şeylerdir diye düşünür.

Toko Shinoda, Çin mürekkebine çok bağlıdır. Çini mürekkebi sadece siyah değildir siyahın yoğunluğu çok değişkendir der. Bu nedenle mürekkep izleyicilere de özgürlük verir. Yüz yaşını geçen Toko Shinoda, Çin mürekkebine bir yaşam içinde hakim olmanın, bu konuda ustalaşmanın mümkün olmadığını söyler

Soyutlama onun için son derece önemlidir. Toko Shinoda, izleyicilere mesajını söz olmadan iletmek istediğini söyler. Toko Shinoda şöyle düşünür: “Bir sanatçıdan işini tanımlamasını istemek, bir çalılık içinde  bir balık aramak gibidir. Aslında, işlerimin hiçbir şey ifade etmediğini düşünüyorum. Aynı hiçbir şey ifade etmeyen bulutlar gibi ama biz yine de izlemeyi severiz. 

Toko, insanlara özünlerinde dokunmak ve sanatının dünya barışına katkıda bulunmasını istiyor. 

Toko Shinoda’nın sanatında hareketin güzelliği vardır, güzelliğin kendisi dışında bir anlamı yoktur. Toko Shinoda hiçbir şey demez, gösterir. 

Çin, Japonya, Kore gibi bu bölge ülkelerinde resimde boşluğun anlamı, müzikte sessiziğin anlamı gibidir. 

Büyük beyaz alanlar, boşlukların hiçbir şey olmadığı anlamına gelmez. Boşluklar kompozisyonda aktif bir rol alır. Japonca sözcük “Yohaku” bu kavramı çok güzel ifade eder.

Toko Shinoda, geleneksel malzemeleri çok iyi kullanır ve kağıt ve eski mürekkepleri çok sever. Atölyesi sanki bir hattat atölyesidir. Mühürlerde kullanılan  zincifre kırmızısı çok kullanır. İlerlemiş yaşına rağmen yaptığı işler genç bir adamın elinden çıkmış gibidir. Aslında, geleneksel kaligrafiye çok iyi hakim olmasına rağmen kaligrafide kalmayıp soyutlamaya doğru giderek  köklerini koruyarak modernite akımına geçmiştir.

Japon ressamı Toko Shinoda, çağdaş Japonya’nın en büyük ressamlarından biri olarak kabul edilmesine rağmen eserleri birkaç yüz dolarla bir kaç bin dolar gibi makul seviyeler arasında dolaşır.

Kaynak; http://naaba.fr/fr/toko-shinoda-peintre-japonais/

Koku nerede saklanır?

Patrick Suskind’in yazdığı, orijinal adı “Das Parfum” olan kitabın filmi sinemalarda gösterime girdi. Filmin adı Türkçeye “Koku” olarak çevrilmiş. Koku kelimesinin anlamı parfüm kelimesinin anlamını tam olarak karşılamıyor. Parfüm güzel koku, esans ve güzel kokuların karıştırıldığı bir ürün olarak Türkçeye tercüme edilebilir. Koku yabancı dillerde smell, odor, odeur, geruch veya duft gibi kelimelerle ifade edilir. Ama ben filmin adını yanlış tercüme yerine tamamen değiştirip “Burun”  demeyi yeğlerdim. Çünkü filme burnu olağanüstü çalışan kendisi kokmayan bir insanın koku tutkusu anlatılıyor. İyi burun kokuyla işi olan özellikle de şarap seven, yemek seven herkese gereklidir. Ancak, maalesef demek gerekir sanırım, herkesin koku alma yeteneği aynı değildir. İnsanların % 50 si orta derecede koku alırken, % 25 i çok az, % 25 i ise mükemmel koku alırlar. Siz bu üç guruptan hangisine girersiniz bilmiyorum ama ”Koku” filmindeki Jean Baptiste Grenouille hepimizi kıskandıracak koku alma özelliklerine sahip bir burna sahipti. Böyle bir buruna sahip olmak için insan neler vermez ki? Her ne kadar bilim yapay burun yapmaya çalışıyorsa da insanın koku alma duyusuyla rekabet edecek herhangi bir kimyasal analiz cihazı henüz yoktur.

Koku alma duyumuzun olanaklarını keşfetmek için şarap tadımından daha iyi bir fırsat olabilir mi? Biz de bu hafta öyle yaptık. Türk Şarapçılık dünyasına iddialı giren bir şarabı tattık. Akın Öngör’ün Akhisar’daki bağlarında kendi Cabarnet Sauvignon, Şiraz ve Merlot üzümlerinden yaptığı bordo renkli ama mat kupajın ilk burunda yoğun, kalıcı ve karmaşık aromaları ön plana çıkıyor biraz bekledikten sonra arkadan topraktan gelen kokular ve sonra mineral, deri, kırmızı dağ meyveleri, baharatlar, erik, gül, yeşil biber ve pişmiş meyve kokuları var. Asit alkol tanen üçgeni dengeli olan şarabın bize göre bazı önemli özellikleri var. 6400 tane üretilmiş ve şişlerin üzerine numaralanmış. Biz 371 no.lu şişeyi tattık. Şarapların etiketlerini ünlü ressamımız Yavuz Tanyeli hazırlamış. Diğer özelliği de 56 YTL olması. Bir Türk şarabı için pahalı görünüyor. Ancak kalite bir şarap için insan bazen paraya kıymalı.

Gördüğünüz gibi tattığımız şarapları değerlendirirken önce rengini değerlendirdik, sonra ilk ve ikinci burunlarından bahsettik sonra genel görüşümüzü verdik. Bu şaraplar için Buke’den bahsetmek doğru olmaz. Bir şarapta buket yıllanmayla ortaya çıkan aromalar olduğundan genç bir şarap için bundan bahsetmek doğru olmaz. İlk aromalar toprak, iklim ve üzümle ilgili kokulardır. Ardından ortaya çıkanlar ise insanın şarabı oluşturması sırasında gelişen kokulardır. Şarabın oluşturulması işlemine vinifikasyon da derler. Fark ettiğiniz gibi Selendi şarabındaki metiltiopropanol’den veya asetatlardan bahsetmedik. Çünkü bunlardan bahsetmek keyif almak için şarap içen bir kişiyi şaraptan uzaklaştırmaya yeter de artar bile. O nedenle şarap tadımlarında kokular gruplar içinde değerlendirilir.

Kokuları 6 ila 14 gruba ayıranlar vardır. Biz 12 gruba ayırmayı tercih ediyoruz. Bunları özetlersek;

Çiçeksi kokular: Akasya, gül, iris,  portakal çiçeği,  kır çiçeği, hanımeli,  ıhlamur, menekşe, sümbül, nergis, yasemin, katırtırnağı

Meyvemsi kokular: Kayısı, ananas, muz, kiraz, çilek, frenküzümü, ahududu, dut, ayva, armut, muskat, erik, limon, turunçgiller, acı badem, egzotik meyveler

Kuru meyve: Kuru incir, badem, fındık, ceviz, kuru erik, kuru üzüm, pişmiş meyve

Bitkisel kokular: Ot, eğreltiotu, kesilmiş saman, nane, adaçayı, bitki çayı, çay, tütün, yeşil zeytin, yaprak, fındıkkabuğu, yeşilbiber, mantar, misk, humus, porcini mantarı.

Baharatsı: Anoson, tarçın, karanfil, rezene, meyankökü, hindistancevizi, defne, ıhlamur, fesleğen, lavanta, safran, biber, vanilya

Balsamik: Reçineler, çam, tütsü, ardıç terementin

Kavrulmuş: Füme, kakao, kahve, çikolata, karamel, kavrulmuş badem, kızarmış ekmek, kauçuk. 

Hayvansı kokular: Amber, kürk, kösele, av eti, ter, kedi çişi

Ahşap: Şarabın muhafaza edildiği ahşaptan gelen kokular (meşe, akasya)

Diğer besinler: Un, ekmek kabuğu, mayalar, yağ, peynir, bal, bira

Kimyasal: Sirke, kükürt, ilaç, dezenfektan, selüloit

Uçucular: Aseton, sabun, mum, süt ürünleri, laktik bakteriler, mayalanma değişiklikleri ve fermantasyondan gelen kokular.

İşte bu kokular içtiğimiz şarabın içerdiği yüzlerce kokudan bazıları, benzerleri. Biz tadımlar yaparak koku dağarcığımızı geliştirebiliriz. 

Kokular nerede mi saklanır? Kokular şarapta saklanır. Şarap açılıp kokular kaçmaya başlayınca sakın endişelenmeyin saklayacağımız başka yerler de var. Sakın Koku filminin kahramanı Jean Baptiste güzel genç kızların kokuların küçük bir parfüm şişesine saklamaya çalıştığı gibi yapmayın. Kokuları beyninizdeki koku kütüphanesinde saklayınız. En güvenilir yer orasıdır. Tadımını yaptığınız şaraplardaki kokuları burnunuzla beyninize taşıyın ve kütüphanenizde güzel bir köşeye yerleştiriniz. Göreceksiniz şarap içmekten giderek çok daha fazla keyif alacaksınız. İngiltere İrlanda Kralı VII Edward şarap sadece içilmez; koklanır, bakılır, yudumlanır, hakkında konuşulur demiş. Biz de ekleyelim bir de en kutsal yerimiz olan beynimizde saklanır.

Hepinize güzel tadımlı günler dileriz.

Mobil Sanat Manifestosu

Hali hazırda bilinenlerin dışında hiçbir şey kavranamaz.
Mobil sanat kendisini 20 yüzyılın avangard akımlarından Fluxus ve Sosyolojik sanatın devamı
olarak konumlandırır. Kendine “Sanat hayattır” düsturunu slogan alır. Bunu kanıtlamak için de
varoluşun temelini oluşturan “günceli” bünyesine sokar. Güncel olmazsa Mobil sanat da olmaz.
Güncellik kendisine ne sunuyorsa onu bolca bir şekilde kullanır. Her yenilik Mobil Sanat’a henüz denenmemişleri de denemeyi beraberinde getirir. Malzeme ve bilimin ilerlemesiyle gelişir. Hiç yerinde durmaz bugünkü cep telefonunun fiziki varlığının da ötesine geçmeye çalışır. Uyum sağlar çünkü aklı ve ruhu maddenin içinde değildir.
Mobil Sanat toplumla doğrudan ilişkiye girer. Aktüalite, eğilimler, korkular, arzular, görüntülerle de doğrudan ilgilenir. Zamanını gözlemler, tanıklık eder ve katılır. Rol alır, oyuna katılmaktan, oyun kurmaktan ve keyif almaktan korkmaz. Hayali ve düşünceyi kışkırtan, sanatçının inancını besleyen
şeyler üzerinde herhangi bir önceliği yoktur. Mobil Sanat açık sanattan başka bir şey değildir.
Bu sanattan doğan herşey paylaşılan kitle ile değişime, paylaşıma, yorumlamaya ve sahiplenmeye uğrar. Bu sanat devinim halinde bir sanattır. Bir şekle veya mecraya sokulması zordur.
Bütün sanat alanlarında kendine yer bulur. Plastik sanatlar, edebiyat görsel sanatlar buna dahildir. Bu nedenle kendine “Tam Sanat” tanımını yakıştırır.
Mobil sanat “Herkes için sanat” iddiasındadır. Akıllı telefonların kütlesel olarak benimsenmesi bu sanatın temelinde yatar. Bütün coğrafyalar, kültürler ve bütün sosyal sınıfları ilgilendirdiği için tam demokratiktir. Mobil sanat kendisini “Sosyal heykeltraşlık” olarak görür. Topluma kendisinden yararlanmayı önerir. Bu sanat akımına katılan herkese, tüm üyelerine sanatçı olsun veya olmasın
yaratıma katılma yeteneği sağlar. Bu bakış açısıyla, bu sanat, değişimin olumlu bir oyuncusu olarak topluma faydalı bir değişime olanak sağlamak istemektedir.
MOBİL SANAT ÖZGÜRDÜR. VAROLMAK İÇİN SINIRLARA İHTİYACI YOKTUR.

Marie Laure Desjardin 2017

MEXICO. Mexico City. Olympic stadium. 3.000 meter steeplechase. 1968.

2018 Ocak ayında Paris’te Raymond Depardon’un bir filmi gösterime girdi, üç sergisi açıldı. “Sınır Tanımayan Fotoğrafçılar Örgütü” de Olimpiyat fotoğrafları ile ilgili bir Depardon özel sayısı hazırladı.
Fotoğrafçı, yazar, film yönetmeni Depardon tam teşekküllü bir sanat insanı, bir entelektüel.
Röportaj ve belgesel ustası Depardon’un filmleri birer sosyolojik ders niteliğinde. “12 Gün”  örneğin, kendi rızaları dışında akıl hastanesine kapatılan ruh hastalarını konu alıyor . 2013 yılında çıkan bir yasa uyarınca, Fransa’da kendi rızaları dışında ruh hastalıkları hastanesine yatırılan insanların en geç 12 gün içinde durumlarının devamına veya bırakılmalarına karar verecek bir özgürlük veya hüküm hakiminin kararından geçme hakları var. 
Depardon’un Cannes’da özel gösterim bölümünde sergilenen filmi çekme kararı altında halen Fransa’da 92 bin kişinin rızaları olmadan akıl hastanelerinde tutuluyor olmaları var. Yine Fransa’da yaklaşık 2 milyon kişi ruh hastanelerine sık sık geliyor. 20 milyon kişi de düzenli olarak sakinleştirici ilaç alıyor. Fransızlar bu konuda dünya birincisi.
 
FOTOĞRAFA ,SİNEMAYA VE EDEBİYATA ADANMIŞ BİR YAŞAM
 
Genç yaşta  fotoğrafçı olarak atıldığı sanat kariyerinde çok sayıda filme imza atmış Depardon’un sinemadan çok fotoğraf sanatına etkilerini incelemek istiyorum. Kapatılma konusu sadece sinemada değil fotoğraf olarak da ilgilendiriyor Depardon’u. Yaşamı hapishaneler, akıl hastaneleri, mezarlıklar, savaş alanları, mahkeme salonlarında geçmiş. Çad, Angola, Beyrut, Pakistan, İtalya, Ruanda, Polonya gibi farklı ülkelerde gözlemlerde bulunan sanatçı kendini şöyle ifade ediyor; “Ben daha önce gittiğim ülkelere tekrar tekrar gitmekten mutlu olurum. Kendimi evimde gibi hissederim.”  
Vietnam ve Cezayir savaş fotoğrafları, çöller, Garet’deki aile çiftliğinden kareler 1942  Villefranche-sur-Saône doğumlu sanatçının arşivinde özel yer tutuyor.
Magnum üyesi olması ve 1966’da Gilles Caron’la kurduğu Gamma ajansı, foto-muhabirlik konusunda ne kadar başarılı olduğunu göstermeye yeter diye düşünüyorum.
Henri Cartier Bresson ve benzeri hümanist fotoğrafçıların karar anı yaklaşımının aksine çoğu fotoğrafı yorumsuz çekiyor. Walker Ewans ve Robert Frank gibi “Ölü anları”ı seviyor ve görüntülüyor. Seyircinin kendisinin karar vermesini bekliyor. Beni en çok etkileyen fotoğrafları da bunlar zaten.
Bu fotoğraflar ile savaş fotoğrafları arasındaki çelişki büyük, ama bir yandan da sanat çerçevesinde bir dengelenme söz konusu.
Henri Cartier Bresson  vakfında sergilenen “Traverser” yani “Geçmek” adlı retrospektifi ne kadar büyük bir fotoğrafçıyla karşı karşıya olduğumuzu anlamamıza yetiyor.
Paris’te Mitterand Ulusal Kütüphanesinde “Paysages” yani manzara konulu çok büyük tematik serginin bir bölümünü de Depardon fotoğraflarına ayırmışlar.  İlk defa bir araya gelen 60 fotoğrafı büyük bir ilgiyle izliyoruz. Depardon’un tüm fotoğraf geçmişini özetleyen bir retrospektif.  Bazı fotoğraflarında zaman durmuş gibi. Romantik fotoğraflar vardır ya işte öyle… Nerdesiniz?  Bu dünya mı başka gezegen mi? sorgularsınız. Bazı fotoğrafları öyle işte. 
Senegal, Mısır, Eritre, Bolivya, İskoçya, Almanya ve  İtalya’da çektiği sokak fotoğrafları daha çok romantik ve siyah beyaz. Bazen de renkli sokak fotoğraflarına rastlıyoruz. Manzara fotoğrafına yaklaşımına tanık oluyoruz. Sade ve sessiz fotoğraflar.
Sokak fotoğrafında izin almadan  çekiyor. “Ama sen fotoğrafı çalıyorsun” dediklerinde de “Bunu çalma amacıyla değil fotoğrafın doğal olması  için yapıyorum” yanıtını veriyor ve şöyle devam ediyor “Ben kendim de poz verdiğim zaman çok kötüyümdür, durumumun farkındayımdır, şimdilerde selfie’ler fotoğrafı değiştirdiğinden insanlar daha sakin ve gevşemiş duruyorlar.”
Yaşamının çok güzel geçtiğini düşünüyor. Ancak bu yaşta yeniden gezmeye başlasa eski gittiği yerlere gitmeyi tercih edeceğini belirtiyor. Angola’nın güneyine gitmek,  yaşamını birlikte geçirdiği eşi Claudine Nougaret’yi Tanzanya’nın  Ujiji kentine götürmek istiyor.  Gitmek istediği yerler arasında Yemen de var, ama çok tehlikeli buluyor. Amerikalıların Virginia’dan gönderdikleri dronlardan ürküyor. Ortadoğu’da o kadar çekilecek çok fotoğraf var ki ama buralarda fotoğraflar öyle havadan inmiyor. Orada küçük fotoğrafçının tevazuunu  göstermek zorundasın.
Depardon’un fotoğrafçı kimliği “Notlar” ve “New-York yazışmaları” adlı iki kitabında ortaya çıkıyor.
Gerçek fotoğrafçı ile hayali arasındaki kişiliği anlayabiliyorsunuz. Sokak fotoğrafı ile görünmeyen hayalet arasındaki ilişkiyi yazılarla kuruyor. Fotoğraf ve yazı ilişkisine önem veriyor.
Depardon’un üçüncü sergisi Hotel de Ville’de, Paris belediyesinin önündeki avluda açıldı. 7 Ocak  2018’e kadar süren sergi 2024 olimpiyatlarını yapmak üzere seçilen Paris’in hazırlıklara başladığının habercisi. Bu nedenle “Sınır Tanımayan Fotoğrafçılar Örgütü” de Depardon’un görev yaptığı  1964’ten 1980’e tüm olimpiyatlardan gönderdiği fotoğraflardan oluşan özel kitabı yayınladı.
Fotoğraf sihirli bir değnekle gelmez. Dolaşmak lazım. Oralarda Depardon yoktur. Adsız kahramanlar vardır.Film yönetmeni, onlarca kitabı olan yazar ve efsane fotoğrafçı Depardon’u, gerçek yaşayan bir sanatçı olarak saygıyla selamlıyoruz.
Depardon’dan 2 söz;

Seyahat hayatımı kurtardı.

Seyahat, ne turist gibi, ne gazeteci gibi, hiç bir şey beklemeden….

Hiç bir şey kanıtlamaya kalkışmadan.

Meraklısına not; Depardon’u daha iyi tanımak isteyenlere için belgesel. Le Journal de France.

 

 
 
Açıldığı 1996’dan beri Maison Europeenne de la Photographie’yi (MEP) yöneten Jean Luc Monteresso, Paris’in bu önemli fotoğraf merkezinden artık ayrılıyor. Yönetimin başına Londra Tate Galerinin fotoğraf bölüm başkanı sanat tarihçisi Simon Baker geliyor. Kendisinden MEP’de çok önemli sergilere ev sahipliği yapmasını dilerken, Musee de Jeu de Paume’daki çok önemli iki sergiyi bu sayfalara taşımak istedik.
Birincisi 1948, Baltimore doğumlu Amerikan fotoğraf sanatçısı Susan Meiselas’ın  retrospektif sergisi.
 
 
1976 yılından bu yana Magnum fotoğrafçısı olan Susan Meiselas’ın, Alberto Korda’nın çektiği Che Guvera fotoğrafı kadar ünlü bir fotoğrafı var. 1979’da Nicaragua’daki özgürlük savaşı sırasında çekilen, sol elinde tüfeğini tutan sağ eli ile molotof kokteylini fırlatmaya hazırlanan adamın fotoğrafı Nikaragua devriminin simgelerinden biri oldu.
Free lance çalışan Meiselas 1970’lerin sonunda, muhalefet gazetesi La Prensa’nın direktörüne yapılan suikastın başlattığı ayaklanmayı gözlemek ve fotoğraflamak  üzere Nikaragua’ya gitti. 
Nikaragua Sandinista Devriminin renkli görüntüleri ile dünyanın en ünlü foto muhabirlerinden biri oldu. Susan Meiselas, bu ayaklanmada bir foto muhabirinin yaptığı gibi bir dizi yalıtılmış haber fotoğrafları çekmedi, günlük gelişmelerin tarihi sürecini göstermeye çalıştı.
 
1970’li ve 1980’li yıllarda Orta Amerika’daki çatışma bölgelerinden gönderdiği çok güçlü renkli görüntüler ile tanındı. Musee de Jeu de Paume’daki sergide de, savaştan insan hakları sorunlarına, kültürel kimliğe, seks endüstrisine kadar birçok konuyu kapsayan fotoğraf, film, video ve arşiv materyallerini görme olanağı buluyoruz.
Susan Meiselas’ın bu retrospektif sergisi1970’li yıllardaki fotoğrafçılığın gelişimine odaklanıyor. İlk başlarda Meiselas’ın portreleri konularına nasıl soktuğunu görüyoruz. 44 Irving Caddesi’nde (1972), fotoğrafını çektiği kişilerden. o anki durumlarını ve duygularını yazmalarını istedi. Sergide bu yorumlar fotoğrafların yanında yer alıyor. 
Susan Meiselas, 1970’li yıllarda belgesel fotoğrafçılığa başladı ve modelleriyle yaşadığı etkileşimlerini sorgulamayı o zamandan beri sürdürdü. Uzun vadeli  projelerinin her biri, fotoğrafı ve görüntünün çağdaş toplumda oynadığı rolü inceliyor. Arabuluculuk (1982) adlı  sergisi ile imgelerin anlamlarını sorguluyor. 
Yeni teknolojiler sayesinde fotoğrafçılık, küresel değişimin boyutlarını gösteriyor. Meiselas’ın tutumu, arşivi daha önce az görülmüş değerde. Nikaragua ve Kuzey Irak kürtlerine ayrılmış iki serisi bu sergide geniş yer tutuyor.
Carnival Strippers adlı seride (1975) striptiz yapan kızların görüntülerin alındığı ortamdaki seslerin kaydı sergiye başka bir boyut kazandırmış. Bunu, bugün  foto muhabirlikte yaygın olarak kullanılmaya başlayan yöntemin ilk uygulamalarından biri olarak kabul edebiliriz. Bu fotoğraf serisini hazırlayıp bir dergiye sunduğunda; “Biz bunları hiçbir zaman basmayız, siz gidin Demokratların genel kurulunda konuşan kadınları çekin” yanıtını almış. Denileni yapan Meiselas da, tesadüfe bakın, orada Magnum fotoğrafçısı Gilles Peress ile tanışımış. Peress’in önerisi ile Magnum’a kabul  edilen Meiselas’in arşiv belgeselciliğine ve görsel hikayelerinin toparlanmasına olan ilgisi bu dönemlere  kadar uzanır (Lando, 1975). Kuzey Irak konusundaki araştırmalarında da bu arşivciliğinden yararlanan Meiselas’ın fotoğrafını işlerken kullandığı sanatsal yaklaşım  zamana göre gelişebilen gerçekliği tamamlamaya yarıyor.
Sergi, Susan Meiselas’ın kişisel ve jeopolitik yaklaşımını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda hem zaman içinde hem de çatışmalarda nasıl evrimleştiğini de bizlere gösteriyor. Kendisinin de olaylardaki şahitlik rolünü de nasıl sorguladığını anlayabiliyoruz.
Sergide, Meiselas’ın katıksız bir belgesel fotoğrafçı olduğu açıkça görülüyor.
 
 
KUTU: Kamera ait olmadığınız bir yerde olmanız için bir bahanedir. Benim bir yere bağlanmamı ve ayrılmamı sağlar. SUSAN MEİSELAS
 
KUTU; Susan Meiselas (Baltimore, Maryland, 1948)
1970’te edebiyat fakültesinden diplomasını aldı, 1971’de Harvard Üniversitesi’nde Güzel Sanatlar Yüksek Lisansı yaptı. Halen New York’ta yaşıyor . Paris, Madrid, Amsterdam, Frankfurt, Londra, Los Angeles, Chicago ve New York’ta kişisel sergiler açtı ve çalışmaları Amerikan ve uluslararası koleksiyonlarda yer aldı.
Bu retrospektif, Meiselas’ın Avrupa’da yapılan en büyük retrospektif sergisi. Bütün büyük eserleri bir arada sunuluyor: Nikaragua – Arabuluculuk (1978-1982) , Kürdistan (1991-2007), bazıları nadiren sergilenen dört serisi ve aile içi şiddet konusu üzerine son çalışması; A Room of Their Own (2015-2017).
 
 
 
 
RAOUL HAUSMANN
 
Raoul Hausmann’ın (Avusturya, 1886-Limoges, Fransa, 1971) fotografçılığı her nedense
uzun süredir göz ardı edilmekte ve önemsenmemektedir.  20.yüzyılın bu önemli sanatçısı, her şeyden önce, Berlin’de Dada  akımında  oynadığı büyük rolün yanısıra,  fotomontajları ve optofonetik şiirleri ile ünlüdür. Dadacıların 12 Nisan 1918’de Berlin’deki Sezession’da düzenledikleri ilk suarede 
“Resimde Yeni Malzeme” adlı bir manifesto okumuştu. 
Sanatçı, yazar, dergi editörü, yeni akımların öncüsü Raoul Hausmann, arkadaşı Franz Jung’a göre ’önde gelen kültürel ajitatör’dür. Yazılı basından alıntıladığı görsel imajlarla, kelimeleri, kombine ederek, politik hiciv, sosyal yorum ve eleştiriler içeren fotomontaj çalışmalar yapar. Raoul Hausmann, eserlerinde tipografi ve gazete dergilerden elde edilen farklı parçaları bir araya getirerek yeni anlamlar oluşturur ve Dada akımının kışkırtıcı ve başkaldırı niteliğinde bir akım olduğunu gözler önüne serer.
‘Berlin’ adlı filmini 1927’de fotoğrafçı gözüyle çekti. Belgesel fotoğrafçılığa çok önem verdi ve bunu yaşam biçimi ve kişisel felsefesi ile birleştirdi. En önemli arkadaşları arasında August Sander, Raoul Ubac, Elfriede Stegemeyer, Laszló Moholy-Nagy vardı.
Moholy-Nagy, Hausmann’ın eski bir kız arkadaşına, Vera Broïdo’ya açıkça şunları söylüyordu;”Her şey Raoul’dan öğrendiğimi kesinlikle biliyorum. “
İkinci Dünya Savaşı sırasında Moholy-Nagy, Hausmann’ı Chicago’da kurduğu Tasarım Enstitüsü fotoğraf bölümüne  davet etti, ancak Hausmann kabul etmedi.
Naziler tarafından yoz sanatçı ilan edilen Hausmann, baskılarını, çizimlerini ve kolajlarını bırakarak sürgüne gitti. Kayıp olduğu sanılan fotoğrafları yıllar sonra kızının Berlin’deki evinde bulundu. Bunları çeşitli müzeler satın aldılar. Musee de Jeu de Paume müzesindeki sergisinde Hausmann’ın 140 orijinal eseri yer alıyor.
Hausmann önce Kuzey Denizi ve Baltık’taki küçük köylere sığındı. O bölgede uzun süre kaldı. Bataklıkları, dalgaları, kum tepelerini, çıplakları ve otları fotoğrafladı. Güzel olmayanın içindeki güzeli aradı. Mükemmeliğin peşinde koşmak yerine özgürce davranmakta karar kıldı. Zamanın acımasızlığına karşı sakin ve onurlu durmayı yeğledi.
Hausmann sürekli olarak insanların egemen olmadıkları bir dünya hayal etti. Nü fotoğrafları sanki  canavar nazi vücutlarına karşı bir isyandır. Basit kameralarla  gelişmiş bir varoluş çizgisi çizmek ister.
Reichtsag yangınından sonra Almanya’dan kaçtı ve İbiza adasına gitti. Adanın iç bölgeleri için “Buralarda sürprizden sürprize koşarsınız” der. İbiza’da köylülerin beyaz evlerine hayran kalan sanatçı, “mimarsız mimari” dediği bu evleri fotoğraflayarak envanterlerini çıkardı. İspanya iç savaşının başlaması Franco’nun İbiza’da gücü ele geçirmesinden sonra yeniden yollara düştü. Yaşamı 1971 yılında Fransa’nın Limoges kentinde sona erdi.
Hausmann’ın Jeu de Paume’daki bu geniş sergisi 1936’da Zürich’te açtığı sergideki büyük boy fotoğraflardan oluşuyor.
Jeu de Paume’a, böylesi büyük bir fotoğrafçı ve sanat insanını bizlere tanıştırdığı ve hatırlattığı için teşekkür etmek gerekir diye düşünüyorum. Ayrıca  20 Mayıs 2018’e  kadar açık kalacak Meiselas ve Hausmann sergilerine, Paris’e yolu düşen fotoğraf severlerin mutlaka uğramasını tavsiye ediyorum