Akıllı telefonlarla yapılmış görüntüler New York Metropolitan Müzesi’ne nasıl girdi?
 
 
New York, fotoğraf konusunda başı çeken şehirler arasında. İstanbul’un da, fotoğrafın çekildiği, sergilendiği ve izlendiği bir şehir olmasını umut ediyoruz deyip, temmuz ayında dört günlük New York seyahatimiz sırasında yaşadığımız fotoğraf serüvenimizden söz edelim.
Google amcaya ‘New York photo exhibit’ yadığımızda, şehirde 36 tane fotoğraf sergisi olduğunu anladık. Bronx ve Brooklyn komşu bölgeler hariç tabii ki. Sadece Manhattan’dakilerdi sözü geçenler. 36’dan ilgimizi çeken10 tanesini seçtik. Üç galeri kapalı olduğundan Irving Penn’in sergilendiği MET Metropolitan Museum’a üç kez gittik. Nedeni de, dünyanın en önemli müzesi kabul edilen Metropolitan Museum’da iPhone ile yapılmış bir serginin varlığıydı. “Talking Pictures: Camera-Phone Conversations Between Artists” yani “Konuşan Fotoğraflar; sanatçılar arası kamera-telefon muhabbetleri” adlı sergiyi görmek bizi hem şaşırttı, hem de sevindirdi. Kameranın bir amaç değil bir araç olduğunun anlaşılması ve teknolojinin esiri olmak değil teknolojinin bizim esirimiz olmasını anlamak açısından da önemli bir sergi. “Fotoğraf teknolojidir” diyen Mehmet Bayhan hocaya buradan selam ederken, teknolojinin doğru kullanıldığında bizi doğru yere taşıyacağını vurgulamak istiyoruz. Teknolojinin bizim yaratıcılığımıza engel olmaması gerektiğini, sanatın ve sanatçının özgür kalması gerektiğini anlıyoruz.
Irving Penn’in doğumunun 100. yılında düzenlenen sergide, moda fotoğrafçılığında Richard Avedon ile kıyaslanan sanatçının daha ne kadar çok özelliği olduğunu fark ettik. Penn az konuşan, her gün daha iyi fotoğraf çekmek için uğraşan ama hiç bir zaman ün peşinde koşmamış, mütevazi  bir kişiliğe sahip. Öğrencileriyle neredeyse deklanşör sesi ile ilişki kurmuş. Yıllarını karanlık odada baskılarını kendisi yaparak geçirmiş, baskı maddesinin önemini çok iyi kavramıştır. Her yaptığı işi büyük bir titizlikle yapan bu ünlü fotoğrafçı 1917-2009 arası yaşayıp 92 yaşında hayata veda etmiş. Bu sergi kendinin bugüne kadar yapılmış en büyük retrospektif sergisi. Basit stüdyosunda 70 yıllık kariyeri sırasında kompozisyon ve ayrıntı üzerinde durmuş. 200 kadar fotoğraf arasında moda konulu olanların dışında portre, natür mort, nü, sigara ve sokaktan topladıkları ile yaptığı serileri de izlemek mümkün. Her karenin nasıl bir hassasiyetle kompoze edildiğini ve fotoğraf tekniğine nasıl hakim olduğunu anlamak güç değil. Moda fotoğraflarının ağırlıkta olmasının nedeni, eşi isveçli Lisa Fonssagrives’ın dünyanın en önemli top modellerinden olması ve Penn’in Vogue gibi çok önemli moda dergileriyle çalışması olsa gerek. 1961-64 yıllarında kullandığı Rolleiflex 3.5 E3 Twin-Lens Reflex Camera (75 mm Carl Zeiss Planar Objektifli) sergi girişinde sergileniyor. Dönemin moda fotoğrafçılığının fotoğraf makinalarından biri Hasselblad ise diğerinin orta format Rolleiflex olduğunun kanıtı olarak görüyoruz. İlgilenler için, müze web sayfasında çok güzel audio bilgiler, sergide kullanılan fotoğraf ve diğer malzemeler görülebilir
 
MET Museum’da Italyan erken dönem fotoğrafçılığı, fotoğraf tarihi açısından ilginçti. Daguerrotype, cyanotype gibi kullanılan malzemeler, renkler, konular görsel bombardıman altında kaldığımız şu günlerde sanki başka dünyanın ürünleri gibi duruyor.
Women seeing women adlı fotoğraf sergisi de bize ilginç gelen arasındaydı. 12 Magnum fotoğrafçısının organize ettiği 20 önemli kadın fotoğrafçının çektiği, konusu kadın olan moda ve belgesel fotoğraflardan oluşn sergi bizim bulunduğumuz dönemde ne yazık ki kapalıydı. Kadın fotoğrafçıların öneminin her geçen gün arttığı ülkemizde de böylesi sergileri gönül arzu ediyor doğrusu. Georgia O’Keefe 1925 yılında şöyle demiş “I feel there is something unexplored about women that only a woman can explore.”  Yani; Kadında sadece kadının ortaya çıkarabileceği birşeyler olduğunu hissediyorum”
 
Diğer önemli bir sergi içinde Amerika’da yaşayan bir Türk fotoğrafçının da bulunduğu karma sergiydi. Uzun süre küçük sergi mekanından ayrılamadık. Özenli değişik baskılar (özellikle arşiv kağıt, arşiv mürekkep ağırlıklı), değişik konular, renkli ve siyah beyazın değişik tarzları bizi alıp değişik dünyalara taşıdı. Sergi mekanının sahibesi Robin Rice’ın kendisi de fotoğrafçı. Türkleri de çok seviyor. Bize, sahibi Türk olan Turks and Frogs adlı restoranda yemek yememizi önerdi. Istanbul’dan bir fotoğraf sergiyi süslüyor.
Küratörlüğünü Mia  Fineman’in yaptığı “Talking Pictures: Camera-Phone Conversations Between Artists” adlı sergi aklımız başımızdan aldı. Beş ay boyunca seçilmiş 12 sanatçının birbirleriyle görseller aracılığı ile iletişim kurmaları, kendi özellerini birbirlerine açmaları, efemera bir diyalog kurmalarının büyüsüne kapıldık. 12 sanatçı, bizdeki aşıkların atışması gibi karşılıklı taşlamalarla ya da birbirleriyle ya tek tek veya toplu halde görsellerle iletişim kuruyorlar. Daha sonra MET küratörünün havuzunda biriken bu görsellerden Mia Fineman 4 kitap 4 duvar sergilemesi ve video instalasyon yapmış. Bu güzellikleri görmek için MET’e üç kez dönüyoruz. Sergiye sadece bağışla da girilebiliyor. Bağış 1 cent ile başlıyor. Çoğu insan 1 dolarla giriyor. 3 kez MET’e dönmek bizi Irving Penn’i tanımamızı ve iPhone fotoğrafçılığının geldiği yeri daha iyi anlamamızı sağladı.
12 seçilmiş sanatçı arasında Türk bir sanatçıya rastlamak bizi mutlu etti. Ahmet Öğüt,     Alexandra Pirici ile eşleşmiş ve güzel bir diyaloğa imza atmışlar.
 
Doris Ulmann önemli bir portre fotoğrafçısı. 1934’te genç yaşta ölen Ulmann Platine palladium tekniği ile baskılarını yapmış ve Amerikalıların portrelerini çekmiş.  Sergisi Keith de Lellis galeride. http://www.keithdelellisgallery.com
 
Gezdiğimiz diğer bir sergi “Sunset Decor” adlı kavramsal bir sergiydi. Marian Goodman Gallery’de Belçikalı Mallermé ve Magritte hayranı “ready made”in uygulayıcılarından plastik sanatçı Marcel Broodthaers’ın ölmeden önceki son iki fotoğrafına gönderme olarak hazırlanmış. Sergi ortamında 10 sanatçının stüdyosu var. Aşırı politik sanatçıya gönderme yapan 10 sanatçının eserleri sergilenmiş. Vahşi batıya dair kültürel ve politik video instalasyonları, objeleri heykeller ve fotoğraflardan oluşan sergi kavramsal sanat sergisine güzel bir örnek olarak hafızamızda yerini aldı.
Ünlü New York çağdaş sanat müzesi MoMa’da bizi ilgilendiren iki sergi vardı. Biri çağdaş sanat tarihine adını akım yaratan kişi olarak yazdırmış Robert Rauchenberg, diğeri Louise Lawler: “Why Pictures Now” adlı görsellerle ilgili felsefi bir sergi. Rauchenberg çok önemli bir sanatçı. Ressam olarak girdiği sanat yaşamında, resim, heykel, dans, müzik, kolaj, instalasyon, fotoğraf gibi değişik sanat alanlarına dokunmuş … Sesin molekülleri harekete geçirdiğini ve bunun sanatta kullanılabileceğini bilim dünyasından önce fark edip uygulamaya koymuş. Fotoğrafa ilgisi yoğun ancak dünya bu konuya ilgisine maalesef ilgisiz kalmış. “Robert Rauschenberg: Photographs 1949-1962” adlı fotoğraf kitabını izlemek fotoğrafa duyduğu sevgiyi anlamaya yeterli.
 
‘Louise Lawler: Why Pictures Now? adlı sergi sanatçının 40 yıl boyunca görsellere yaklaşımını sorgulayan ve ortaya koyan ilk müze sergisi. Bu Amerikalı aktivist, feminist, savaş karşıtı sanatçı. Louise Lawler temelde işini başka sanatçıların fotoğraflarını, görsel işlerini kendi evlerinde, koleksiyonerlerde ve müzayedelerde fotoğraflamak üzerine kurmuş. Bu görsellerin nasıl gösterilmesi gerektiği konusuna kafa yormuş. Sanatçının işinin stüdyoyu terk ettikten sonraki geleceğini sorgulamış. Fotoğrafın gittiği yere göre değerinin değiştiğini vurgulamış. Örneğin bir müzayedede satılmak üzere sergilenen Andy Warhol’un yaptığı yuvarlak altın  Maryline Monroe fotoğrafının fotoğrafını çekerek onu başka boyuta taşımış. Aslında çektiği fotoğrafın baskısı orijinali ile aynı, ama fotoğrafı çekerken müzayede satışı sırasındaki fiyat etiketini de fotoğrafının içine almış. Yani René Magritte in “Bu bir pipo değildir” adlı pipo tablosundaki yaklaşımı sergilemiş. Adını da “ Maryline Monroe sizi ağlatıyor mu?” koymuş. Görselin başlığının fotoğrafın değerini değiştirmesine bir gönderme yapıyor. Sergi salonunda bu eserin bulunduğu duvarın tam karşısına aynı eseri bir daha asmış ve bu eserin adını da “Andy Warhol sizi ağlatıyor mu?” koymuş. 
Sanata boyut tanımayacağının göstergelerinden olduğunu düşündüğümüz bu yaklaşım ile New York fotoğraf ve sanat dünyasındaki kısa süreli gezintimize son veriyoruz.

YAŞAYAN EFSANE

AFRICA.
MAURITANIA. Between Oualata and Nema. Moorish family.

EGYPT. Western Desert. 1984.

2018 Ocak ayında Paris’te Raymond Depardon’un bir filmi gösterime girdi, üç sergisi açıldı. “Sınır Tanımayan Fotoğrafçılar Örgütü” de Olimpiyat fotoğrafları ile ilgili bir Depardon özel sayısı hazırladı.
Fotoğrafçı, yazar, film yönetmeni Depardon tam teşekküllü bir sanat insanı, bir entelektüel.
Röportaj ve belgesel ustası Depardon’un filmleri birer sosyolojik ders niteliğinde. “12 Gün”  örneğin, kendi rızaları dışında akıl hastanesine kapatılan ruh hastalarını konu alıyor . 2013 yılında çıkan bir yasa uyarınca, Fransa’da kendi rızaları dışında ruh hastalıkları hastanesine yatırılan insanların en geç 12 gün içinde durumlarının devamına veya bırakılmalarına karar verecek bir özgürlük veya hüküm hakiminin kararından geçme hakları var. 
Depardon’un Cannes’da özel gösterim bölümünde sergilenen filmi çekme kararı altında halen Fransa’da 92 bin kişinin rızaları olmadan akıl hastanelerinde tutuluyor olmaları var. Yine Fransa’da yaklaşık 2 milyon kişi ruh hastanelerine sık sık geliyor. 20 milyon kişi de düzenli olarak sakinleştirici ilaç alıyor. Fransızlar bu konuda dünya birincisi.
 
FOTOĞRAFA ,SİNEMAYA VE EDEBİYATA ADANMIŞ BİR YAŞAM
 
Genç yaşta  fotoğrafçı olarak atıldığı sanat kariyerinde çok sayıda filme imza atmış Depardon’un sinemadan çok fotoğraf sanatına etkilerini incelemek istiyorum. Kapatılma konusu sadece sinemada değil fotoğraf olarak da ilgilendiriyor Depardon’u. Yaşamı hapishaneler, akıl hastaneleri, mezarlıklar, savaş alanları, mahkeme salonlarında geçmiş. Çad, Angola, Beyrut, Pakistan, İtalya, Ruanda, Polonya gibi farklı ülkelerde gözlemlerde bulunan sanatçı kendini şöyle ifade ediyor; “Ben daha önce gittiğim ülkelere tekrar tekrar gitmekten mutlu olurum. Kendimi evimde gibi hissederim.”  
Vietnam ve Cezayir savaş fotoğrafları, çöller, Garet’deki aile çiftliğinden kareler 1942  Villefranche-sur-Saône doğumlu sanatçının arşivinde özel yer tutuyor.
Magnum üyesi olması ve 1966’da Gilles Caron’la kurduğu Gamma ajansı, foto-muhabirlik konusunda ne kadar başarılı olduğunu göstermeye yeter diye düşünüyorum.
Henri Cartier Bresson ve benzeri hümanist fotoğrafçıların karar anı yaklaşımının aksine çoğu fotoğrafı yorumsuz çekiyor. Walker Ewans ve Robert Frank gibi “Ölü anları”ı seviyor ve görüntülüyor. Seyircinin kendisinin karar vermesini bekliyor. Beni en çok etkileyen fotoğrafları da bunlar zaten.
Bu fotoğraflar ile savaş fotoğrafları arasındaki çelişki büyük, ama bir yandan da sanat çerçevesinde bir dengelenme söz konusu.
Henri Cartier Bresson  vakfında sergilenen “Traverser” yani “Geçmek” adlı retrospektifi ne kadar büyük bir fotoğrafçıyla karşı karşıya olduğumuzu anlamamıza yetiyor.
Paris’te Mitterand Ulusal Kütüphanesinde “Paysages” yani manzara konulu çok büyük tematik serginin bir bölümünü de Depardon fotoğraflarına ayırmışlar.  İlk defa bir araya gelen 60 fotoğrafı büyük bir ilgiyle izliyoruz. Depardon’un tüm fotoğraf geçmişini özetleyen bir retrospektif.  Bazı fotoğraflarında zaman durmuş gibi. Romantik fotoğraflar vardır ya işte öyle… Nerdesiniz?  Bu dünya mı başka gezegen mi? sorgularsınız. Bazı fotoğrafları öyle işte. 
Senegal, Mısır, Eritre, Bolivya, İskoçya, Almanya ve  İtalya’da çektiği sokak fotoğrafları daha çok romantik ve siyah beyaz. Bazen de renkli sokak fotoğraflarına rastlıyoruz. Manzara fotoğrafına yaklaşımına tanık oluyoruz. Sade ve sessiz fotoğraflar.
Sokak fotoğrafında izin almadan  çekiyor. “Ama sen fotoğrafı çalıyorsun” dediklerinde de “Bunu çalma amacıyla değil fotoğrafın doğal olması  için yapıyorum” yanıtını veriyor ve şöyle devam ediyor “Ben kendim de poz verdiğim zaman çok kötüyümdür, durumumun farkındayımdır, şimdilerde selfie’ler fotoğrafı değiştirdiğinden insanlar daha sakin ve gevşemiş duruyorlar.”
Yaşamının çok güzel geçtiğini düşünüyor. Ancak bu yaşta yeniden gezmeye başlasa eski gittiği yerlere gitmeyi tercih edeceğini belirtiyor. Angola’nın güneyine gitmek,  yaşamını birlikte geçirdiği eşi Claudine Nougaret’yi Tanzanya’nın  Ujiji kentine götürmek istiyor.  Gitmek istediği yerler arasında Yemen de var, ama çok tehlikeli buluyor. Amerikalıların Virginia’dan gönderdikleri dronlardan ürküyor. Ortadoğu’da o kadar çekilecek çok fotoğraf var ki ama buralarda fotoğraflar öyle havadan inmiyor. Orada küçük fotoğrafçının tevazuunu  göstermek zorundasın.
Depardon’un fotoğrafçı kimliği “Notlar” ve “New-York yazışmaları” adlı iki kitabında ortaya çıkıyor.
Gerçek fotoğrafçı ile hayali arasındaki kişiliği anlayabiliyorsunuz. Sokak fotoğrafı ile görünmeyen hayalet arasındaki ilişkiyi yazılarla kuruyor. Fotoğraf ve yazı ilişkisine önem veriyor.
Depardon’un üçüncü sergisi Hotel de Ville’de, Paris belediyesinin önündeki avluda açıldı. 7 Ocak  2018’e kadar süren sergi 2024 olimpiyatlarını yapmak üzere seçilen Paris’in hazırlıklara başladığının habercisi. Bu nedenle “Sınır Tanımayan Fotoğrafçılar Örgütü” de Depardon’un görev yaptığı  1964’ten 1980’e tüm olimpiyatlardan gönderdiği fotoğraflardan oluşan özel kitabı yayınladı.
Fotoğraf sihirli bir değnekle gelmez. Dolaşmak lazım. Oralarda Depardon yoktur. Adsız kahramanlar vardır.Film yönetmeni, onlarca kitabı olan yazar ve efsane fotoğrafçı Depardon’u, gerçek yaşayan bir sanatçı olarak saygıyla selamlıyoruz.
Not; arzu edilirse başlangıçta Depardon’un iki sözü kullanilabilir.

Seyahat hayatımı kurtardı.

Seyahat, ne turist gibi, ne gazeteci gibi, hiç bir şey beklemeden….

Hiç bir şey kanıtlamaya kalkışmadan.

MOMUR_KAMP_1   MOMUR_KAMP_2

Benabbio Lucca Toscana İtalya Kampı

10-16 Eylül 2018

https://www.mehmetomur.net/wp-content/uploads/2018/02/MOMUR_KAMP_2.pdf

 

 

 

MOMUR_KAMP_1

Larnagol Toulouse Fransa Kampı

7-14 Haziran 2018

 

https://www.mehmetomur.net/wp-content/uploads/2018/02/MOMUR_KAMP_1.pdf

 

 

 

 

Sokak fotoğrafçılığında vernaküler ve kandid kavramları

Burada sizlere türk fotoğraf literatüründe nadiren adı geçen iki kavram üzerine yazmak istiyorum. Bir tanesi “Vernaküler diğeri “Kandid”.

Uluslararası fotoğraf literatüründe çok öncelerden beri yerini almış bu iki terimi sokak fotoğrafçılığı içinde önemsiyorum.

Vernaküler kelime anlamı ile günlük şeylere, sıradan ve alışılmış şeylere gönderme yapar. Bunlar çoğu kişinin çekmeye değer vermediği konulardır. Okullardaki sınıf arkadaşları gurup fotoğrafları, çeşitli enstantane fotoğrafları, tatildeki anı fotoğrafları, vesikalık fotoğraflar, yerdeki bir çöp, duvar kenarına atılmış bir televizyon, masa üzerinde unutulmuş bir anahtar buna örnek olarak verilebilir. Daha çok mimaride kullanılan ve anıtsaldan çok sıradan binalar gönderme yapan bu kelime tesadüfi sanatı veya istenmeden sanatsal olmuş fotoğrafları anlatır. İkinci dünya savaşı sıralarında öne çıkmaya başlayan bu fotoğrafçılığın en önemli iki ismi ünlü Amerikalı fotoğrafçı Walker Evans ve İngiliz Martin Parr’dır. Bu konudaki  Walker Evans’ın dünyadaki en büyük sergisi Paris Pompidou sanat merkezinde 2017 de yapılmıştı. Herhangi bir yerde karşınıza çıkarsa mutlaka bu büyük fotoğrafçıyı tanımanızı ve sergisini görmenizi öneririm.

Bu sergi ile ilgili yazımı da isterseniz şu linkten okuyabilirsiniz.

https://www.mehmetomur.net/bir-sergi-uc-dusunce/

Kandid fotoğraf ise sokak fotoğrafçılığının öğelerinden olan habersiz fotoğraf çekme anlamına gelir. Kişi poz vermez, hazırlıksızdır, fotoğrafının çekildiğinden habersizdir veya farkedince şaşkınlığını gizleyemez durumdadır.

Taking My Time

 

Gizli fotoğrafçılık ise “Kandid fotoğrafçılığın” alt gurubudur. Bu fotoğrafçılık türünün ilk önemli ismi Doktor Erich Salomon’dur. 1920 li yıllarda Berlin’in kalbur üstü kesiminin fotoğraflarını çekmeyi başarmıştır. Şapkasına gizlediği küçük bir kamera ile konusu olan adliye saraylarında çeşitli mahkeme fotoğrafları çekmiş daha sonra hayatına fotoğrafçı olarak devam etmiştir. Hitler başa gelince Hollandaya kaçmış Life dergisinin Amerikaya göçme teklifini reddetmiş, Hitler Hollandayı işgal edince tutuklanmış ve hayatı Auschwitz de sonlanmıştır.

Sokak fotoğrafı biraz vernaküler, biraz kandid olurken biraz da sosyal olmalıdır diye düşünen fotoğraf eleştirmenleri vardır. Tersini düşünenler de az değildir. Ama bence en olması gereken şey bağımsız ve özgür olması koşuludur. Konusu değişebilir. Estetik ve minimalist olabilir. Kavramsal, avangard,  veya kişisel olabilir.

Ancak sokak fotoğrafı son yıllarda o kadar gündeme girmiştir ki biraz anlamından uzaklaşmış ve  sosyal tarafını da kaybetmiştir.

Bu mektubumu da sokak fotoğrafçılığı ile ilgili birkaç tavsiyede bulunarak bitireyim.

1- Fotoğraf çekiş olmak için fotoğraf çekmeyin. Her ne kadar an fotoğrafı yakalayacak olsanız da iyi bir fon, arka planı kurmak güzel bir kompozisyon için iyi bir başlangıçtır.

2- İkinci ve üçüncü planlar bulursanız anlattığınız hikaye güçlenecektir. Cep telefonuyla meşgul bir kişinin fotoğrafı sıradandır. Ama cep telefonu ile meşgul bir kişinin yanında yerde başka birisi kıvranıyorsa bu daha farklı bir fotoğraf olur.

3- Sokak fotoğrafçılığının standart- geniş açı fotoğrafçılığı olduğunu yani 24-50 mm lens aralığında çekilmesi gerektiğinden bahsetmiştik. Ancak bu lenslerle uzaktan fotoğraf çekerseniz konuyu okumak zorlaşır, o nedenle fotoğrafın içine girmek gerekir.

4- Evsiz barksızlar konu olarak çok caziptir ancak bunu da abartmamak gerekir. O kadar çok çekilmektedir ki konu sosyal anlamını kaybetmeye başlamıştır.

5- Bazen iyi bir fotoğraf yakaladığınızı sanarsınız baktığınızda beğenmezsiniz, bazen de tam tersi olur. Aslında burada şans veya tesadüf size yardım etmemiştir. Kompozisyon yardım etmiştir. Hızlı ve dikkatli olun. Sabırlı olun.

6- Siyah beyaz fotoğraf duygusaldır ve sokak fotoğrafçılığına yakışır. Ama renkli de yakışır. Kötü bir fotoğrafı sonradan düzenleyerek iyi bir fotoğraf haline getirmek çok zordur. O nedenle işi fotoğraf makinesinde bitirmeye bakmalıyız.

7- iPhone ve dijital fotoğrafçılık çok sayıda düşünmeden fotoğraf çekmenize olanak sağlıyor. Düşünerek çok sayıda çekmek ise size olağan üstü kareyi bulma şansı verir. Fotoğrafı bulduğunuzda değişik açılardan çekmeyi ihmal etmeyin.

8- Işığa dikkat edin, siluet istiyorsanız ters ışıkta çekin, çevresel portre çekecekseniz ışığı arkadan veya yandan alın.

9- Arka planı iyi inceleyin. Ön planın önüne geçmemeli, karmaşık olmamalıdır. Ön planla uyum içinde olmalıdır. Şarap ve yemek uyumu gibi…

10- Son olarak bütün bu kurallar sizi yıldırmasın, sokak fotoğrafçılığının en güzel tarafı sokakta olmak gezip tozmak hayatın tadını çıkartmaktır. Çoğumuz fotoğrafı da hayatımızı güzelleştirmek, sevdiğimiz hobiyle uğraşmak için çekmiyor muyuz? Çevreye ve sokağa merakınızı ve duygusallığınızı bir kenara bırakmadığınız sürece sorun yoktur. Işığınız bol olsun.

 

 

 

 

 

 

Paris iPhone’la fotoğraf gezisine katılacaklar’a yazdığım ikinci mektup…

 

 

Hümanist fotoğrafçılar, Paris nostaljisi üzerine

Fransanın başkenti Paris dünyanın en önemli turistik, sanat, kültür, moda, yeme içme şehirleri arasındadır. Tarih boyunca da böyle böyle olmuştur. Fotoğrafçılar için de muhteşem bir doğal sahnedir. Sokak fotoğrafçılığının en güzel örnekleri bu şehirden çıkmıştır. Bu güzel örnekleri de 1930 yıllarından itibaren ikinci dünya savaşı sonrası yıllara da uzanan bir dönemde “Hümanist fotoğrafçılar” denilen bir gurup fotoğrafçı vermiştir.

Bu yazıda Paris gezimize gitmeden önce fotoğraflarıyla bu hümanist fotoğrafçıları tanıyalım istedim. Böylece biraz Paris nostaljisi yapmış oluruz.

Hümanist fotoğrafçıların başında Henri Cartier Bresson(HCB) gelir. 2004 de 95 yaşında kaybettiğimiz bu büyük fotoğrafçı 1947 de 4 arkadaşı ile Magnum ajansı kurmuştur. Hakkında yazılmış 4 türkçe kitabın hepsinin tükenmiştir. Elinde özellikle  “Yüzyılın gözü HCB” kitabı olan dostlara kitaplarını saklamalarını öneririm. “Fotoğraf çekmek kafayı, gözü ve yüreği aynı nişan çizgisine yerleştirmek demektir” diyen, “Karar Anı-Decisive moment” tabirinin yaratıcısı belgesel fotoğrafın en büyüklerinden HCB “Hayal edin, siz doğru kadrajı bulduğunuzda göz  kırpıyormuş gibi deklanşöre basın” der.

HCB fotoğrafın kendisi için çizim defteri olduğunu söyler. Fotoğraf sezgi, doğallık ve zamana hükmeden bir olgudur. Görsel olarak sorgular ve karar verir. Vizörden baktığınızda ( o zaman fotoğraf makinelerinin sırtında ekran yoktu :) ) dünyayı anlamlı kılmak için kadrajınıza koyduğunuz ve çıkarttığınız şeylerden sorumlu olursunuz, diye düşünür Bresson. Bu yaklaşım da tabiatıyla sizden konsantrasyon, duygu ve geometri bilgisi ister. Kaçan gerçekliği yakalayabilmek için nefesimizi tutup bütün yeteneklerimizi odaklayıp fotoğrafı çekmemiz gerekir. İşte o zaman büyük bir fiziki ve entellektüel mutluluğu yakalarız.

HCB ile kitaplar yazılmış ben bu kısıtlı sayfayı onunla doldurmayayım.

Türkiyede bir kaç kez önemli sergisi açılmış bu ünlü fotoğrafçının Türkiyedeki fotoğraflarını incelemek isterseniz şu linke tıklayın:

https://pro.magnumphotos.com/Catalogue/Henri-Cartier-Bresson/1964/TURKEY-1964-NN143050.html

yoksa yüzlerce ikon fotoğrafının arasında sizin seçtiğim şu dört tanesine bakın.

İstanbulda çekmiş olduğunu mutlaka tanıyacaksınız.

Gelelim Willy Ronis’e. Sokağın şairi olarak gördüğümüz Ronis 20’nci yüzyılın en büyük hümanist fotografçılarından biridir. 2009’da 99 yaşında hayata gözlerini yuman sanatcı etik kurallara çok değer vermiştir. Life dergisi, röportajının fotoğraf altlarını kendisinin yazmasına olanak tanımadığında, o dergi ile bir daha çalışmama kararını gözünü kırpmadan verme cesaretine de sahiptir. 95’inci yaşı için ve ölümünden bir yıl sonra 2010 içinde çok büyük iki sergi ile Paris’te onurlandırılımıştır. Birinci sergisini 500 bin kişi gezmiştir. Willy Ronis’in belgelerini, albümlerini, negatiflerini, basılmış işlerini ve diğer tüm malzemelerini Fransız kültür bakanlığı koruma altına almış ve fotoğrafçılık tarihi için araştırmaya açmıştır. Gelin bir kaç fotoğrafına bakalım

Sırada eserlerinde şiirsel bir hüzün olan İzis var. Şehir fotoğrafçılığı üzerine yoğunlaşan İzis fotoğraflarını şöyle yorumluyor: Benim fotoğraflarıma gerçekçi değil diyorlar. Gerçekçi olmayabilir ama bunlar benim gerçeklerim. 1951 yılında New York MOMA” ya Henri Cartier Bresson, Robert Doisneau, Willy Ronis ve Brassai ile birlikte davet edilip Fransız  fotoğrafı ile ilgili sergide eserleri sergilenen bu Paris fotoğrafçısı ne yazık ki bu yıla kadar gölgede kalmış ve diğer 4 Paris fotoğrafçısı kadar tanınamamıştır.

Konu olarak neden Paris’i neden seçtiğine gelince “Paris benim ilham dünyamı kamçılıyor. Bana göre her şey Paris’te olmaktadır. Bize hayal kurduran özgürlük, eşitlik, kültür hepsi Paris’tedir” demektedir. “Benim Paris’im ne modern ne eski Paris’tir, Benim Paris’im Romantik 1950 li yılların Rüya Paris’idir ” demiş ve 1980 yılında Paris’te yaşama veda etmiştir. Izis, “benim fotoğraflarıma gerçekçi değil diyorlar. Gerçekçi olmayabilir ama bunlar benim gerçeklerim”  der bu dünyaya bıraktığı fotoğrafça izler arasından…

 

 

Paris de Hotel de Ville önünde öpüşen aşıkların fotoğrafını çekerek gelmiş geçmiş en çok basılan fotoğraflardan birini yakalayan Robert Doisneau ise hümanist fotoğrafçılar arasında bir fenomen.’

Sıradan insanların, sıradan anlardaki, sıradan davranışlarını’ tesbit eden ünlü bir fotoğrafçı olarak niteleyebileceğimiz Doisneau’nun “Dünyayı tam da olduğu gibi göstermek mümkün değildir” diye bir aforizması vardır.

Robert Doisneau, hakkında hayli yazılmış, spekülasyon yapılmış bir Fransız fotoğrafçısı. 68 yıl boyunca hiç bilet almadan dünyanın en güzel görüntülerini  bedavaya seyreden, arada bir de, fırsat çıktığında, bir “görüntü saklayan kişi’ olarak tanımlıyor kendisini. Böylece yılların nasıl geçtiğini anlamamış. Bazı eleştirmenlerin olumsuz yaklaştığı hümanist fotoğrafçılığın önderlerinden Robert Doisneau, kim ne derse desin, fotoğraf tarihine, hepimizin hayranlıkla seyrettiği ölümsüz kareler bırakmıştır.

Doisneau’nun da karelerinde diğer hümanist fotoğrafçılar gibi duygular, espri anlayışı ve şiirsel yaklaşımın uyum ve bütünlüğü öne çıkar.

Robert Doisneau savaş sonrası gece hayatı ve marjinal kesimle tanışır. Bir taraftan şehir hayatını fotoğraflarken diğer taraftan Paris’te moda fotoğrafçılığından para kazanmaya başlar. Moda fotoğrafçılığı burjuva kesimini ve tanınmış kişileri daha yakından tanıma fırsatı verir. Geceleri Saint-Germain ve Montparnasse’de dolaşır. Arkadaşları Greco, Dubuffet, Albert Camus, Brassens, Simone de Beauvoir olmuştur. Life dergisinin Rapho ajanstan istediği bir seri fotoğraf Doisneau’nun hayatını iyice değiştirir. Tüm fotoğrafseverlerin yakından tanıdığı ‘Le Baiser’ (Öpücük) adlı fotoğrafı çeker.Bu, milyonlarca kez çoğaltılmış bir fotoğraftır. Paris Belediye Saray’ını arka plana alan romantik bir Fransız genç çiftinin öpüşürken  bir kafeden çekilmiş bu fotoğrafın da ilginç bir öyküsü vardır. 1950 yılında çekilmiş bu fotoğraf aleyhine 1993’te dava açılır. Denis ve Jean Louis Lavergne adlı çift Doisneau’yu özel yaşama tecavüz gerekçesiyle mahkemeye verir. Dava kısa sürede düşer. Çünkü Doisneu bu fotoğrafın kurmaca olduğunu mahkemede kanıtlar. Tabii ki bu durum Doisneau’nun  fotoğrafçı olarak prestijini sarsar, ama bu fotoğrafın satışlarında  patlama yaşanır.  Bir orjinalini hediye ettiği fotoğraftaki  genç kız Françoise Bornet de, elindeki fotoğrafı müzayedeye koyarak 150.000 euroya satar.Benzer fotoğraflar Paris serisi olarak Fransa ve Amerika’da büyük başarı yakalar. Otantik dekorlar önünde sıradan yaşamın görüntüleri insanların çok hoşuna gitmiştir. Paris bu görüntülerle hayalleri süslemeye başlamıştır. Bu başarıyı fotoğraflarının Ronis ve İzisin fotoğraflarının yanında sergilenmek üzere New York Modern Sanatlar Müzesi’ne kabulü takip eder.

1955’te Paris Jacque Prevert’in önsözünü yazdığı gece hayatı görüntülerinden oluşan ‘Le vin des rues’ adlı kitabı yayımlanır. ‘Le Rectangle’ adlı grubun ardından ‘Onbeşler’ grubunun kurucu üyesi olur. 1952’de dünyayı dolaşan Edward Steinchen’in sergisinde de fotoğrafları yerini bulur. 60’lı yıllarda foroğraf sanatında bir çökme yaşanır. Dekoratif fotoğraflar ön plana geçmiş, sergiler kitaplar iyice azalmıştır. Televizyonun yaşama girmesi de fotoğrafı olumsuz etkilemiştir. İhtisaslaşmış genç fotoğrafçılar, Doisneau ve arkadaşlarının dönemini kapatmışlardır. Bundan sonraki dönemde Doisneau yine Paris sokaklarında sürtmeye devam eder, ama karanlık yılların önüne geçemez. Eşinin hastalığı 60’lı yılları çekilmez hale getirmiştir. 70’li yıllarda önemli bir çıkış yakalar. Halen Fransa’nın en önemli fotoğraf etkinliği olan, tüm ağustos ayı boyunca süren ‘Renconrtes d’Arles’ı Lucien Clergue ile birlikte yaşama geçirir. Bundan sonra şans yine Doisneau’dan yana döner. Yeni kuşaklar onu ve fotoğrafçılığını tanımak istemektedir. Sergiler kitaplar ününe ün katar, mediatik olur. Milyonlarca satış yapan fotoğraflartan bir başarı öyküsü oluşturur. Cavanna’nın metinleriyle yayınladığı ‘Parmaklarında mürekkep’ adlı kitabı bir fotoğraf kitabında görülmemiş satış rakamlarını bulur: 300.000.

Tüm bu başarılar Doisneaunun mütevazı kişiliğini değiştirmez. O hala, “Çok sevdiğim bu küçük dünyadan birkaç anı bırakmak istemiştim” demeyi sürdürmektedir. 90’lı yıllarda tekrar karamsarlık kaplar bünyesini, “Paris değişti, fotoğraf çekene şüpheyle bakılmaya başlandı, sihir bitti, içim sıkılıyor” demeye başlar. Ama bu durum kendisine gösterilien ilgiyi azaltmaz. Tv’de röportajlar, hakkında yapılan fimler sürer gider. Sabine Azema ‘Bonjour Monsieur Doisneau’ adlı filmi çeker. Bu arada sinemayla da ilgilenir Doisneau,

François Truffaut ile birlikte  ‘Piyaniste ateş edin’, Bertrand Tavernier ile birlikte ‘Un dimanche a la campagne’ adlı filmleri yönetir.

“Bir dünya düşlüyorum, insanların sevimli olduğu, bana sevgiyle baktıkları. fotoğraflarım da böyle bir dünyanın var olduğunu göstermeyi amaçlamıştır hep. Bu fotoğraflar hem objektif hem de sübjektiftir. Tabii ki dünyayı tam da olduğu gibi göstermek mümkün değildir” dedikten bir süre sonra, 1 nisan 1994’te bu dünyadan göç eder

 

 

Robert Doisneau’yu biraz uzattım ama hak eder doğrusu, Paris denilince efsanedir.

Marc Riboud ile bu mektubumuza son verelim.

Jacques Lartigues, Atget ve Brassai’yi bir başka sefere saklayalım sizi de çok fazla sıkmayalım.

Vietnam savaşı protestoları sırasında askerlere çiçek uzatan kız (la Jeune fille à la fleur , 1967) ve Eiffel Kulesi Boyacısı gibi ikonik fotoğraflarla tanınan Fransız fotoğrafçı Marc Riboud “Fotoğraf, dünyayı değiştiremez, dünyayı gösterebilir” diye düşünür. Fotoğraf onun için meslekden çok bir tutku olmuştur hem de saplantıya yakın bir tutku. Bu fotoğrafa bulaşmış ve bu yolda uğraşan hepimizi bekleyen tehlike. 93 yaşında kaybettiğimiz Riboud, fotoğraf sanatının efsane isimlerinden. Henri Cartier Bresson ile tanışıp onun olumlu eleştirilerini aldıktan sonra da fotoğrafçılığı meslek edinmeye karar verir ve 1953’te, dünyanın en büyük fotoğraf ajanslarından Magnum’a gidip Capa’dan iş ister. Capa, “ Seni tanıyan yok daha doğru dürüst fotoğrafların da yok ben sana nasıl iş vereyim?” der. Ama hemen arkasından ilave eder, “Şehirler serisini bitirdik bir tek sehir kaldı, Leeds. Oraya kimse gitmek istemiyor hadi seni oraya göndereyim!”

Bu teklif Riboud’ya profesyonel hayatın kapısını aralar. UNESCO’ dan sponsorluk alır ve   dünyanın çeşitli yerlerine fotoğraf çekmeye gönderilir. İstanbul’da 2 ay, Hindistan’da 6 aydan fazla kalır. Çin, Ortadoğu, Afganistan, Filipinler, Rusya, Amerika, Cezayir ve daha birçok yerdenden çarpıcı kareler gönderir.

Fotoğrafın öğrenilebileceğini savunan Riboud yaşamı boyunca 40 kadar kitaba imza atar. İstanbul üzerine kitabı 2003’te Actes Sud tarafından yayınlanmıştır.

Çektiği her kareye kendinden bir şey koymuş, yaşama, çevresindeki dünyaya duyduğu tutkuyu aktarmıştır. Riboud için fotoğraf anlatılacak bir öykünün bir parçası olmuştur. Bu yüzden fotoğrafları bu denli güçlü, derin, hasas, anlamlıdır. Her karesinde iletişime, kültürel farklılıklara günlük yaşamın analizine verdiği önem fark edilir. Kendisini, ‘değişimin ve anının anlatıcısı’ olarak tanımlamasını boşuna değildir. Onun için fotoğraf görmeyi hatta görmeyi arzulamayı ve hayatı sevmeyi öğretir.

 

Ed Kashi, Kürt sorunları ile ilgili 20 yıllık National  Geographic  fotoğrafçısı. Görevli olarak Kürtlerin yaşadığı değişik yedi ülkeyi gezmiş ve konuyu foto röportajcı olarak görüntülemiş. Dünyanın değişik yerlerinden çok kuvvetli görüntüler getirmiş olan bu ünlü fotoğrafçının New York sokaklarını iPhone’la fotoğraflattırdığı National Geografic’in düzenlediği workshop’a katıldım. Hafta sonu iki günlük maceraya değdi mi değdi doğrusu.

Ed Kashi’ nin kendisine sordum ? Neden İphone diye?  O da şöyle cevapladı; Bütün fotoğraf makinalarının zayıf tarafları vardır. Bunun da var, özellikle az ışıkta sorun yaşanıyor ancak her ortamda rahatlıkla kimseyi rahatsız etmeden kullanılabilmesi, bünyesinde karanlık oda barındırması ve çekimin hemen ardından paylaşılabilme özellikleri onu çok güçlü bir fotoğraf makinesine dönüştürüyor.

New York’ta Lisa Paliti’nin  NatGeo ile organize ettiği bu iki günlük hafta sonu etkinlik sunular   ve tavsiyeler ile renklendi. Feyz  aldık desek yalan olmaz. İlk sabah ki tanışmamızın ardından ilk sunumunu yaptı, Ed Kashi fotoğraf çekerken nelere dikkat ettiğini detaylarıyla anlattı. Kompozisyona ne kadar  önem verdiğini en küçük ayrıntıları nasıl hesapladığını ve kafasında ki fotoğrafı oluşturmak için ne hallere girdiğini gözler önüne serdi. Görevli olarak sahaya çıktığında bir işçi elbisesi giydiğini yerlerde yuvarlanmaktan dönüşte elbisenin paramparça olduğundan dem vurdu. Özetlemek gerekirse yakın ol, gözümüzün görmeye alışık olmadığı farklı açı bul. Önden arkaya sağdan sola katmanlarla görüntünü yarat. Yansımalardan yararlan. Bak – gör  – çek . Birkaç tane çek sonra seç. Gerektiğinde sahneyi kurgula. Alan derinliği sağlamak için öne, öndeki yüze yaklaş, fokus’u kilitle ve sahneyi değiştir. Sabırlı ol. Fotoğraf değişkenlerden oluşur (f,iso,shutter ). iPhone ile çok yüksek kalitede çekmeye özen gösteriyor. Sonra  Snapseed uygulaması ile düzenleme yapıyor, bazen filtre  ve  çift pozlama yapıyor. Bazen bir hikâye anlatmak için triptik yapıyor.

Önce bir arka plan  bulmaya özen gösteriyor, ve orada sabırla bekliyor. Kafasında kurduğu hikaye her zaman oluşmasa da oluştuğu zaman çok ödüllendirici olabiliyor. Daha sonra Daniella Zalcman ‘dan  bahsetti bu Kennedy  ödüllü fotoğraf sanatçısı bütün hikayelerini çift pozlama  ile yapıyor. Bunun üzerinde bende fotoğraf dergisi okuyucuları için iPhone ile çalışan dünyaca ünlü fotoğrafçılar üzerine küçük bir araştırma yaptım.

Magnum’dan Garry Pinkhassov, New York Times fotoğrafçısı Damon Winter, portrede Jim Darling, manzarada Robert-Paul Jansen, gezi fotoğrafında Benedicte Guillon, siyah beyaz sokak fotoğrafında Greg Schmigel dünyanın en iyilerinden

Çift pozlama ile ödüllü Daniella’dan sonra iPhone’un faziletlerine dönüldü. Bu cihazla iki değil on tane üst üste pozlama yapılabileceği söylendi. Bu zaten bizim ilgi alanımız olan bir konuydu. iPhone’daki  Diana , Hipstamatic, Burst  mode, Burst cam, Cortex cam gibi aplikasyonlar ikiden yüze kadar üst üste pozlama yapabiliyor. Evet, yanlış okumadınız yüz. Eskiden yapamadığımız şeyleri hatta hayalini bile kuramadığımız şeyleri bu iPhone yapıyor. Cesaret edin ve yapın. Sonra tekrar fotoğrafa dönüyoruz ve fotoğrafta kompozisyon özellikleri  konuşuyoruz ; çerçeve içinde çerçeve,  gözü konunun içine çekebilecek  ve neyin önemli olduğunu gösterecek teknikler konuşuluyor..Blur, vinget vs. Konu içindeki elementlerin birbirlerinin üzerine binip birbirlerini saklamamaları konusu gündeme geliyor. Konu içinde çeşitli öğeler kullanarak hikaye anlatmakta çok önemli.

Sonra fotoğraf dili, environmental (çevresel) portre ve candide moment (saf, masum anlar) terimleri Ed Kashi’nin sıkça sözlüğünde yer alıyor. Candide moment sanki Henri Cartier Bresson’un “Decisive moment”ına tekabül ediyor. Environmental portre ise kişiyi etrafı ile göstererek kişiyle ilgili daha fazla bilgi vermek. Bu teknik hikaye de anlattığından güçlü fotoğraf yaratıyor. Environmental portre’de ifadelerle birlikte çevredeki konular hikayeyi yaratıyor.

Fotoğrafçının olayları kontrol etmesi için sürekli hareket etmesi gerekir. iPhone Ed Kashi’ye göre pasaportumuz. Kişilerle ilişki kurup fotoğraf çekmemizi kolaylaştıran unsur. Daha sonra fotoğrafı işlerken beğenmediğimiz küçük bölgeleri çıkarır veya koyulaştırırız. Detay fotoğrafları da önemlidir ve zordur. Hikaye detayın içindedir ve bunu gösterebilmek marifettir. Fotoğrafı yaratırken yerleştiğimiz nokta önemli; otobüs durakları, metro çıkışlari tekrarlayan olaylarda pozisyon almak önemli ve gerekli. Sonuçta fotoğrafta en önemli unsur kompozisyon! Kompozisyon..

Ed bir saat boyunca çeşitli örneklerle kompozisyon unsurlarını anlattı. Kompozisyonun içinde hikaye olmalı, kadraj içine giren herşey hikayeye katkıda bulunur. Gerek Liza gerek Ed ve yardımcıları Todd Istanbul’u Türkiye’yi ve Kapadokya’yı çok seviyorlar. Fotoğraf açısından inanılmaz bir nokta olarak değerlendiriyorlar. Ed Türkiye’ye 15 kez gelmiş. Irak göçmeni bir ailenin çocuğu 50 li yaşlarında. Ed teleobjektif kullanmıyor ve sevmiyor. Kendini sokak fotoğrafçısından çok people fotoğrafçısı olarak nitelendiriyor. Manzara fotoğrafında hayvan olabileceğini ama insan olmaması gerektiğini vurguluyor.

İlk gün ödev olarak New York’un eski mezbahalarının olduğu son 20 – 30sene içinde yeniden yapılandırılan ve apartman dairelerinin 1 milyon dolara alıcı bulduğu Meatpacking bölgesine gidiliyor. Etlerin paketlenmek üzere fabrikalara gelmesini sağlayan yol park haline dönüştürülmüş. İnsanlar orada geziyor. Ödev environmental portre , detay ve bir konuyu “kesmek” ve önerilerini yineliyor; İnsanlar arasında mesafe bırakın, katman yani planlar tabakalar oluşturun (layering), sabırlı olun, kadrajınızın kenarlarını çalışın (gereksiz ayrıntıları atın), üçte bir kuralını düşünün ve çerçeve içinde çerçeve planlamaya çalışın. Ödevimizi bir saat içinde tamamlayıp sınıfa dönüyoruz, Liza ‘ya verdiğimiz 25 fotoğrafı Liza 7 ye düşürüyor ve Ed’ de bu 7 içinden 2 veya 3 tanesini beğeniyor.Neden beğenip neden beğenmediğinide ayrıntıları ile söylüyor. Not; yine kompozisyonun önemi gündeme geliyor.

Ed’in önerisi kendi tarzımızın oluşturulması yönünde, kendisi sadece kare formatını kullanıyor. Sorunları postproduksiyona yani çekim sonrası düzenlemelere bırakmayın, çekerken sorunları çözün diyor. Gözlerin ve vücudun eğitilmesi gerektiğini vurguluyor. Aynı konuyu bikaç tane çekmeyi ve sonra seçmeyi öneriyor. Pikseller parayla değil diye de espri yapmayı ihmal etmiyor. Krop yapmayın yaklaşın kamerayı hareket ettirin etrafa göz kulak olun , bakın tarayın. Yaklaş yaklaş. Yaklaş denilince konu Robert Capa’ya geliyor,   “fotoğrafın yeterince iyi değilse yeterince yaklaşmamışsın demektir”

Ed Kashi Procamera app ile iPhone ‘da fotoğraflarını çekiyor. Procamera ile iPhone’un sabit f değeri olan lensi nedeniyle değiştiremediğimiz f ayarı dışında tüm manuel ayarları yapabiliyorsunuz. Procamera raw da çekebiliyor ve  tiff format  saklayabiliyor, manuel mesafe ayarı yapabiliyor. Snapseed denilen bana göre en önemli düzenleme (Edit) aplikasyonunu çok sınırlı dokunuşlarla kullanmaya özen gösteriyor. İlk gün akşam üzeri Time Square’de neon ışık gece çekimi ve “an” fotoğrafları çekmek üzere bizleri salıveriyor.

Normalde 20 kişilik sınıflarda yapılan bu kurs şansımıza 11 kişi. 3 hoca ile bire bir çalışma fırsatı yakalıyoruz. Ertesi gün yine 25 fotoyu Liza 7 ye düşürüyor. Gece hayatı içindeki çıplak dolaşan kadınları öne çıkarmak onların reklamını yapmak istemiyor ve bu tarz fotoğrafları onaylamıyor. Oysa evsiz barksızların zor durumlarını gösteren fotoğrafları onaylıyor. Birilerinin dikkatini çekip yardım ederler diye ümit ediyor. Bir kişi bile farkında olsa yeter diyor. Aslında kendi  tüm konularda sosyal içerikli konuları, çevre sorunları ile ve az gelişmiş ülkelerin sorunları ile ilgili projelerde çalışmış ve çalışıyor. Bu konu ile Everydayclimatechanges ‘a bakınız ve Ed Kashi’nin çalışmalarını inceleyiniz.. Liza tüm katılımcılara soruyor “What’s your visual strategy ?“ Story telling, photo essay, photo röportaj, media work  konuları konuşuluyor. Sorunları göstermek istiyor, Meksika-USA göç sorunu, Nijerya, Sri Lanka’daki hastalıklar, Hindistandaki yaygın böbrek hastalıkları. Story telling sadece böyle ağır konular savaşlarla ilgili olmaz diye de tüm konulara saygılı olduğunu gösteriyor. Çocuğumuzun doğum günü kutlamasının bile  fotoğraflarla hikayesini anlatabilirsiniz. Sonunda bir NG fotoğrafçısının yapısını, nasıl birisi olduğunu ve nasıl çalıştığını biraz olsun anladık. Benim anlatmakta zorlandığım iPhone’un bu işin içindeki yeriydi. Çünkü bir iPhone fotoğrafçısı olarak sırf 2 günlük bu kurs için 7000 km.yapmıştım. Kursta verilen temel fotoğrafla ilgili kompozisyon ve ışık bilgileri bizim ülkemizde çok değerli hocalar tarafından veriliyor. Bunca yolu boşuna mı gelmiştim. Tabii ki hayır. Ed Kashi gibi bir fotoğrafçının işlerinde iPhone kullandığını görmek, bu cihazla çok kaliteli fotoğraflar çekip yine bu cihazı güçlü bir bilgisayar ve photoshop gibi kullanıp instagramda paylaşarak yüzbinlere ulaşması benim yanlış yolda olmadığımın ip uçlarını verdi. Bu workshopun benim için yararlı yönü ülkemizdeki fotoğrafçılığın çıtasının yükseklerde bir yerde olduğunu bir kez daha fark etmemi sağlaması oldu. 2. gün öğlen ödevi manzara,  beyaz, ve “an” idi. Beyaz bir manzara oluşturdum.  New Jersey’in silueti ekte. Öğleden sonra Ed herkesten bir foto isteyip onları kendine göre edit etti. Snapseed adlı uygulamayı nasıl kullandığını gördük. Snapseed’deki araçların sadece % 20 sini kullanıyor ve çok sınırlı oynamalar yapıyor. Liza bu arada 2 gün içinde bizim çalışmalarımızdan seçtiği40 – 50 fotoğrafla oluşturduğu seride Show un kurs bitmeden önce orda gösterdi.Tüm medialarda paylaşacağını ve National Geographic’e gönderip içinden fotoğraf seçmelerini isteyeceğini söyledi. Liza toplantıyı birleştirici ve yapıcı bir konuşma ile kapattı. Kapanış yemeği sonrası katılımcılar birbirlerinin e-mail lerini alıp dağıldılar.

 

BİR SERGİ, ÜÇ DÜŞÜNCE

Ünlü amerikan fotoğrafçısı Walker Evans’ın Avrupada yapılan en büyük retrospektif sergisini 2 kez gezdim, kafamda üç düşünce ile evime döndüm. 400 ü aşkın fotoğraftan oluşan çeşitli belgeler, mektuplar ve farklı görsellerle desteklenmiş bu sergi 26 Nisanda başladı, 14 ağustosa kadar devam edecek. Yolu Parise düşecek fotoğraf severlere bir fırsat yaratıp Pompidou Çağdaş Sanat merkezine uğramalarını şiddetle öneririm. Sadece Walker Evans’ın sergisini görmekle kalmayacaklar, son yıllarda yıldızı çok yükselen David Hockneyin sergisini, Steven Pippinin optik sapmalar sergisini, Ross Lovegroveun 3D print sanat eserlerini görme fırsatını da yakalayabilecekler.

Önce Walker Evans’ın bana düşündürdüklerinden başlayalım. Walker Evans, Dorothea Lange gibi Amerika büyük krizi sırasında vahşi batıya giderek orada zor durumdaki ailelerle birlikte yaşayarak o döneme şahitlik eder. Fotoğrafları o zor günlerin birer belgesidir. Daha sonra Fortunedergisinin projelerini yapar ama bu onu mutlu etmez, dergiden ayrılır. Kendi yoluna gider. Kendi yolu sıradanlıkların fotoğraflandığı, vernaküler fotoğraf denilen bu sıradanlıklar içinden güzellik çıkartma arayışıdır. Evans vernaküler fotoğrafı konu olarak da kullanır, yöntem olarak da değerlendirir. Amerika uzun, bitmek yolların kenarlarındaki binaları, otelleri, reklam panolarını, kaldırımları, vitrinleri, ahşap kiliseleri konusu olarak ele alır. Yoldan geçen sıradan kişileri durmadan fotoğraflar. Bir taraftan da sahaflar ve bir pazarlarından sıradan fotoğraf ve kartpostalları satın alır. Sıradan konulardan büyük koleksiyonlar oluşturur. Primitif maskeler, ferforje bahçe sandalyeleri, çeşitli alet ve edevatlar fotoğraflarında kendilerini natürmort olarak yer bulmuştur.

Evans’ın gençlik yıllarında yolu Parise düşer. Aslında kendisi fotoğrafçı değil yazar olmak istemiş bu nedenle Parise gelmiştir. Charles Baudelaire ve Flaubert hayranıdır. İyi derecede fransızca bilmektedir.  Pariste Atgetyi tanır ve onun fotoğrafçılığın beğenir. Ancak kader onu yazar değil çoğu fotoğrafçının hayran olduğu ve ilham aldığı fotoğrafçı yapacaktır. Etrafındaki arkadaşlarının çoğu yazardır. James Atgeenin yazdığı “Let Us Now PraiseFamous Menadlı eser Walker Evans‘ın fotoğraflarıyla piyasaya çıkmış Farm Security Administration ve Amerikanın kriz dönemini anlatan çok önemli bir eser olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Bu eser daha sonraları o kadar tutulmuştur ki  bu kitaptan esinlenerek Aaron Copland The Tender Landadlı operasını yazmış, William Christenberry ise fotoğrafçı olmaya karar vermiştir.

Sergi de 1970 başında yaşam öyküsünü anlattığı bir filmini izleme şansını buldum. Bu noktada ikinci şaşkınlığı yaşadım. Filmi Sedat Pakay çekmiştir. Dünyada en önemli 10 türk fotoğrafçısı içine adını yazdırmış Sedat Pakay Türkiyede yeterince tanınmamaktadır. Oysa MOMA da ve Smithsonian müzede eserleri vardır. Walker Evans’ın öğrencisi olmuş ve bu sırada onu anlatan bir film çekmiştir. Walker Evans Amerika adlı 57 dakikalık film bizim kuşak fotoğrafçıların ilham kaynağı olan bu ünlü fotoğrafçının yaşamını anlatmaktadır. Pakay, James Baldwini İstanbulda kaldığı sürece yaşamının değişik anlarını fotoğraflayarak ve filme çekerek onu da belgelemiştir. Geçen yıl kaybettiğimiz Pakay’ın diğer bir belgeseli de  Bauhaus hocalarından renk teorisyeni, yazar ve ressam Joseph Albers ve  eşi tekstil sanatçısı Anni Albersin yaşamlarını ve eserlerini belgeleyen tek eserdir.

Pompidou Çağdaş sanat merkezi sanat ve fotoğrafı seviyorsanız sıkılmadan saatlerce hatta defalarca gezebileceğiniz 6 katlı bir mekan. Sürekli eserler sergilenen çağdaş sanat müzesi dışında kütüphane ve kitapçısı çeşitli konferans salonları var. Sergi salonlarından bir tanesi sürekli değişen fotoğraf sergilerine ayrılmış durumda. Büyük sergi salonunda Walker Evans devam ederken bu küçük fotoğraf sergi salonunda ise Steven Pippin adlı marjinal fotoğrafçının Optik sapmalaradlı biraz sapkın sergisini de gezmek mümkün. Bu sergi de doğrusu beni derin düşüncelere daldırdı. Bu sergide sanatçının deneysel fotoğraf çalışmaları sergileniyor. Fotoğrafa dair düşünmeyi seven kişiler için burada çamaşır makinesi, küvet  ve pisuvarların nasıl stenope haline gelip sifonu çekince içine konulmuş hassas film tabakasının gelen su ve kimyasal ile fotoğrafa dönüştüğünü izleyebiliyorsunuz. Pippinin non-kameraları ve felsefi kameralarını da burada görebilirsiniz. Dediğimiz gibi Parise yolu düşen fotoğraf düşkünleri Pompidou sanat merkezine uğramayı unutmayın lütfen.

Mehmet Ömür’le  Paris-Photo Gezisi

 

10 Kasım 2017 Cuma -14 Kasım 2017 Salı

Mehmet Ömür Kimdir? 

    

Esas mesleği tıp doktorluğu olan Mehmet Ömür gençlik yıllarında başlayıp yoğun meslek kariyeri sırasında bırakmaz zorunda kaldığı fotoğraf makinesi 2000 li yıllarda yeniden eline almıştır. Fotoğrafın “teknoloji” olduğuna inanan Ömür önce dijital DSLR İle yoğun ilgilenmiş 2010 yılında Paris’te CE3P fotoğraf ve görüntü okulundan diploma almıştır. 10 dan fazla kişisel sergisi ve Kapadokya ile ilgili fotoğraf kitabı olan Ömür zaman zaman çeşitli dergilerde fotoğraf yazıları yazmaktadır. 2014 den beri iPhone fotoğraf ve sanatı ile ilgilenmekte ve bu konuda çeşitli eğitimler vermektedir.

Paris’te bu 5 günlük fuar, sergi ve sokak fotoğrafçılığı fotoğraf gezisi sırasında fotoğraf danışmanlığı ve rehberlik yapacaktır. Paris’i daha iyi tanımanız, daha güzel fotoğraf çekmeniz amaçlar arasındadır ancak  unutamayacağınız bir kaç gün geçirmeniz esas amaçtır.

Gezinin diğer güzel tarafı çektiğiniz fotoğrafların eğitim salonunda ünlü fotoğraf sanatçımız ve küratör Merih Akoğul tarafından değerlendirilecek olmasıdır. Böylece en güçlü fotoğraflarınızdan elinizde bir seri fotoğraf ve bir sunum kalması amaçlanmaktadır.

                      Merih Akoğul Kimdir 

Merih Akoğul

1963 yılında İstanbul’da doğdu. M.S.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nı (Lisans) 1985, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Fotoğraf Ana Sanat Dalı’nı (Yüksek Lisans) 2001 yılında bitirdi.

Farklı konularda yayınlanmış 14 kitabı bulunan Merih Akoğul, Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde 30 fotoğraf sergisi açtı, grup sergilerine katıldı. Fotoğraf sanatı ve kuramı konularında çalışmalar yaptı. Seminer, sempozyum ve açık oturumlara katıldı, bildiriler sundu, paneller yönetti, seçici kurullarda yer aldı. Reklam sektöründe yazar olarak çalıştı. Çeşitli özel kurumlarda eğitmenlik, özel radyolarda kültür ve sanat programları, televizyon programlarında sanat danışmanlığı yaptı.

Edebiyat, fotoğraf kuramı, plastik sanatlar ve müzik üzerine yazıları ve eleştirileri birçok gazete ve dergide yayınlanan Merih Akoğul, 2003 yılının yaz döneminde Avusturya Başkanlık Sanat Dairesi tarafından verilen bursla çalışmalarını Viyana’da sürdürdü. Çeşitli müze ve özel koleksiyonlarda yapıtları bulunan Akoğul, 20 yıldır Türkiye’nin önemli üniversitelerinde fotoğraf dersleri vermektedir.

İstanbul Modern Müzesi Fotoğraf Bölümü Danışma Kurulu üyesi olan Merih Akoğul, aynı zamanda da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde eğitmenliğini sürdürüyor. 2010 yılından bu yana Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi kitaplarının editörlüğünü yapıyor.

pastedGraphic.pngpastedGraphic_1.pngpastedGraphic_2.png

Paris-Photo

Paris-Photo fotoğraf fuarı, dünyanın en önemli fotoğraf galerilerinin yılda bir kez  bir araya gelerek dünyanın en iyi fotoğrafçılarının eserlerini gösterdikleri bir fuardır. Salon de la Photo ise yeni çıkan fotoğraf makinelerinin ve fotoğrafla ilgili araç gereçlerin sergilendiği ayrı bir fuardır. Aynı tarihlerde Louvre müzesinin altında Carousel denilen sergi alanında yapılan daha çok genç fotoğrafçıların işlerinin ve yeni akım işlerin sergilendiği FOTOFEVER sergisi vardır. Bu sergi-fuar daha çok fotoğraf koleksiyonerlerine yöneliktir. Bu gezinin amacı 2 gün boyunca bu sergileri Mehmet Ömür ve Merih Akoğul rehberliğinde gezmek ve  fotoğraf dünyasının nabzını elinize almaktır. İsteyenler ardından 3 günlük bir Paris sokak fotoğrafçılığı workshopuna katılabilirler. Bu workshop sokak fotoğrafçılığı için dünyanın en uygun noktalarından biri olan Paris’te bu konunun ayrıntılarını öğrenmek ve çektiğiniz fotoğraflardan birer portfolio ile evinize dönmektir. 5 gün boyunca fotoğraf soluyacağınız, fotoğrafla yatıp kalkacağınız bu gezinin en güzel tarafı da unutulmayacak anılar biriktirmek olacaktır.

Gezi 10 kişiyle sınırlıdır. iPhone veya DSLR makine ile katılım mümkündür.

Paris fotoğraf gezinizin başarılı geçmesi için aşağıda verdiğimiz program ayrıntılarını, gerekli araç ve gereçlerleri gelmeden önce okumanızı öneririz.

Gezinin yapısı;

Bu gezide hem sahada çalışacağız, hem de çektiğimiz fotoğrafları sınıfta değerlendireceğiz. verilecek ödevlerle akıllı telefonunuzdan veya DSLR makinenizden  elde edeceğiniz en güzel fotoğrafları çekecek hem de sokak fotoğrafçılığının inceliklerini öğreneceksiniz.

Gerekli malzemeler;

Bu geziye katılabilmek için bazı araç ve gereçlere sahip olmak mecburiyeti vardır. Tercihan bir iPhone veya başka bir akıllı telefon (android vs) veya DSLR veya

kompakt fotoğraf makinesi. Güç kaynağı ve kabloları. Akıllı telefonlar çok miktarda enerji harcadıklarından gezi sırasında sorun yaşamamak için güç kaynağı ve kablolarına ihtiyaç vardır. Notebook bilgisayar ihtiyacı yoktur. Ancak telefonunuzda hafıza sorunu yaşamamak için akşamları çekilen fotoğrafların bilgisayarınıza aktarılması iyi olabilir.

Kameralarınızın yeterli miktarda hafıza kartı ve pillerinin olması uygun olur. Telefonunuza Snapseed yüklü olması gerekmektedir. Bu aplikasyon fotoğrafların işlenmesi açısından gereklidir. Bu gezi de instagram’ın fotoğraf paylaşımındaki yeri ve güçü de konuşulacağından telefonunuzda bu aplikasyonun da yüklü olması gerekmektedir.

Gezi’den maksimum yararlanmak;

Bunun için fotoğraf makinenizin veya telefonunuzdaki kamera ve uygulamalarının temel fonksiyonlarını biliyor olmak yararlıdır. Eğitimciler sorularınıza cevap vermekten mutlu olacaklardır. Hiçbir soru küçük değildir. Sorular kapı açar. Kameranızı ve telefonunuzun kamerasını ne kadar iyi tanırsanız kompozisyon, ışık, fotoğrafta yaratıcılık konularına o kadar çok zaman ayırabilirsiniz.

Bu temelde Paris’te bir sokak fotoğrafçılığı eğitimidir. Uzunca bir süre yürümek gerekmektedir. 2-3 saate kadar varan yürüyüşler ve fotoğraf çekimleri söz konusu olabilir. Bazı fotoğraf çekim noktalarına ulaşmak için toplu taşıma araçlarını kullanmak gerekmektedir.

Fotoğraf okumaları ve fotoğraflarınızın yorumlanması;

Gezi ve workshop’un en önemli kısmı fotoğrafların okunması düzenlenmesi ve yorumlanması kısmıdır.

Sorularınız için [email protected] adresine mail atarak bilgi alabilirsiniz.

Kayıt sonrası gezi ile ilgili ayrıntılı bir mail alacaksınız. Workshop’un akışı  ve ayrıntılı programı bulacaksınız.

 

 

 

 

Parise yapacağımız fotoğraf gezisi öncesi katılımcı arkadaşlar için hazırladığım 6 mektupluk serinin birinci hemen altta…..

 

Sevgili Arkadaşlar,

Paris gezimize kadar olan süre içinde size 5-6 mektup yazma konusunda söz vermiştim.
Bazı katılan arkadaşlarımın ne kadar üst seviyede fotoğraf bilgisine sahip olduklarının farkındayım.
Umarım bu yazı onlara çok hafif gelmez.
Yazı sevabı ve günahı ile  tamamen bana ait bir derlemedir. Merih hocamız da gerektiğinde
beni düzeltecektir.  Konu içinde zaten tartışmaları barındırmaktadır. Fotoğraf dipsiz bir kuyudur.
Benim yorumlarım da bu tartışmaları alevlendirebilir.
Aslında fotoğrafta güzel olan da bence budur. Fotoğrafı her tarafından tutup tartışıp görüşlerimizi
değerlendirmek.
Hepinize sevgiler
İyi hafta sonları
Not: Yazıda Anders Peterson olarak geçen fotoğrafçı aslında Anders Petersen olacaktır. Teknik nedenlerden düzeltemiyorum.

SOKAK FOTOĞRAFÇILIĞI

Aşağıdaki derlemeyi Paristeki Gezi için hazırladım. Yazı içinde göreceğiniz bazı fotoğrafçı isimlerine tıklarsanız sizi o fotoğrafçı ile ilgili yazıya taşıyacaktır. Değişik kaynaklarda yararlandığım bu derlemede ağrılıklı olarak Eric Kim adlı sokak fotoğrafçısının makalelerinden yararlandım. Benim gibi sokak fotoğrafçılığında kişiyi seçimlerinde özgür bırakmaktan yana olduğu için onun yazılarına yöneldim. Makine seçiminde, lens seçiminde, alan derinliği seçiminde fotoğrafçı özgür olmalı diye düşünüyorum. Fotoğrafına konsantre olmalı, konusunu, hikayesini makinenin teknik özelliklerinin önüne koymalıdır. Yani fotoğrafçı teknolojinin esiri olmak yerine teknolojiyi kendine esir etmeyi bilmelidir. Teknikle uğraşmak yerine duygu yaratmaya  çalışmalıdır. Bu gezide biraz da bu yüzden iPhone’unuza güveneceğiz.

Temel kurallar

Sokak fotoğrafçılığı kişiden kişiye değişik yorumlanabilen karmaşık bir fotoğraf türüdür.

Sokak fotoğrafında insana dair bir iz olmalıdır. İnsanlarla çevresinin ilişkisini gösteren bir fotoğraf olmalıdır.

Fotoğraflar kurgu olmamalı, candid veya karar anı fotoğrafları olmalıdır.

Kamusal alanlarda çekilmiş olmalıdır.

Bir hikayesi olmalı veya vereceği bir mesajı olmalıdır. Çok uzaklarda toplu iğne başı kadar bir insan fotoğrafın manzara fotoğrafı olduğu izlenimi verebilir. Yakın fotoğraflar sokak fotoğrafı için daha uygundur.

Fotoğrafın içinde illaki bir insan olması şart değildir. İnsana ait bir şey de olabilir. Yere düşmüş bir eldiven, bankta unutulmuş bir gazete de makbuldür.

Sokak fotoğrafında illaki sokak olması da şart değildir. Bir plaj veya başka bir yer de olabilir. Trafik, arabalar, binalar, manzaralar, heykeller, köprüler, uzun pozlama ile çekilmiş gece araba stop ışıklarının oluşturduğu ışıkla boyama fotoğrafları sokak fotoğrafı sayılmazlar.

Evsiz barksızların fotoğrafları çekilirken çok dikkatli olunmalıdır, çünkü bu durum çoğu evsizin arzu ettiği bir durum değildir dolayısı ile onların özeline girmek doğru olmayabilir. İletmek istediğiniz mesajı böyle bir durumda çok iyi değerlendirmeniz, düşünmeniz gerekebilir. Bazı durumlarda onun fotoğrafını çekmek yerine önüne ona yardımcı olabilecek bir kaç kuruş bırakmak insani açıdan daha değerli olabilir.

Bana göre sokak fotoğrafçılığını tek yolu yoktur.

Sadece sokakta çekilmesi gerekli olmadığını söylemiştik. Havaalanı, alışveriş merkezi, park, otobüs, metro, doktor muayenehanesi veya bakkalda da çekilmiş olabilir.

Bazıları candid yani izin alınmadan ve çektiğiniz kişinin haberi olmadan çekilmiş olmasını beklerlerken biz bunun da şart olmadığını düşünüyoruz.

İzin alınmadan çekilen bir fotoğrafın izin alınarak çekilen bir fotoğraftan daha  üstündür diye bir kural olmamalı diye düşünüyoruz. Önemli olan fotoğrafın içindeki heyecan, duygu, insani durum ve ruhdur. Fotoğrafın temel kuralları vardır ama fotoğrafta herşey kurallar üzerinden işlememlidir. Özgürlüğe denemeye, uçlar arasında dengeye, yaratıcılığa da yer olmalıdır.

Sokak Fotoğrafı için en uygun fotoğraf makinesi hangisidir?

Sokak fotoğrafçılığı için uygun alet küçük, kompakt ve her zaman yanınızda olabilecek bir makine olmalıdır. Ayarları kolay olmalı çekerken ayarlarla uğraşmak zorunda kalınmamalıdır. Dikkati çekmemeli, insanları rahatsız etmemelidir. Gözünüzün ve elinizin uzantısı olmalıdır. İnsanlara kolayca yaklaşabilmenizi sağlayan bir makine olmalıdır. Cebinize sığmalıdır. Bu bir akıllı telefonun kamerası olabilir, kompakt bir makine olabilir, çek-at tipi basit bir makine olabilir veya DSLR, aynasız veya mikro 3/4 de olabilir. Karar sonuçta sizindir. Sizi yansıtan bir makine olmalıdır. Sizi tamamlamalı ama ayarları ile sürekli uğraşmak zorunda bırakıp sizin geri kalmanıza neden olmamalıdır. İşte bu yüzden biz Paris fotoğraf gezisinde sokak fotoğrafçılığında iPhone konforunu tanıyabilmek amacı ile iPhone ile gezmeye karar verdik. iPhone telefonunun kamera özellikleri, kamera aplikasyonları, ve Snapseed ile ilgili bilgiler daha sonraki maillerden birinde size gelecek.

Sokak fotoğrafçısının lensi ne olmalıdır.

35 mm lens veya 28 mm lens genelde sokak fotoğraf için tercih edilen lenslerdir. yeterince geçiş açı sebebiyle yüzünüze yaklaştırdığınızda bile konuya hakim olursunuz. Fiks lens mi? Teleobjektif mi? Zoom mu?

Fiks lensler sokak fotoğrafçılığında tercih görür çünkü sizi belirli bir çerçeveden görmeye zorlar. Böylece sınırlarınızı zorlayarak yaratıcılığınızı geliştirirsiniz.

Neden zoom yapılmamalı?

Çünkü zoom perspektifi bozar, konuları üst üste bindirir ve yassılaştırır. Sizi olaydan uzaklaştırır. Oysa geniş açı ile çektiğinizde olayın içine girersiniz . Fotoğrafınıza bakan kişi de kendisini olayın içinde hisseder. Geniş açı lenslerin f değerleri de düşük olduğundan daha aydınlık lenslerdir dolayısı ile az ışıklı karanlık ortamlarda da örneğin gece fotoğraf çekme imkanı verirler. Bu lensler telefoto lenslere göre daha keskin ve daha ucuzdurlar, daha hafif ve küçüktürler. Tele lenslere göre sizi daha az yorarlar. iPhoneların lensleri fiks lensdir. f:1,8 dir. Ve 29 mm ye tekabül eden fokal mesafeleri vardır. Bu nedenle yukarıdaki şartların hemen hepsini bünyelerinde taşırlar.  50 mm lensler sokak fotoğraflarında kullanılabilir ancak sınırlayıcıdırlar. Günümüzde sokaklar çok kalabalık olduğundan açı dar kalır ve konuyu kadraja sığdırmakta sorun yaşarsınız. Ünlü fotoğrafçı Henri Cartier Bresson yaşamı boyunca 50 mm ile fotoğraf çekmiştir, çünkü o dönemlerde sokaklar daha sakindi. Sadece Hindistan gezisinde sokaklar çok kalabalık olduğu için 35 mm kullanmıştır.

Daha geniş açılar kullanılabilir mi? Kullanılabilir ancak 28 mm, 17 mm gibi daha geniş açılı lenslerd alan geniş olduğundan konunuza kadrajda daha çok yer verebilmek için iyice yaklaşmanız gerekebilir. 35 mm ile iki kol mesafesi yaklaşmak uygun iken 28 mm ile neredeyse tek kol mesafesi kadar yaklaşmanız gerekecektir. 21 mm ve balık gözünde sorun daha da artacaktır.

Normal koşullarda herkes değişik açıları denemeli kendisine uyan bir lens seçmelidir. Ancak seçimi yapıldıktan sonrada sürekli o lensle çalışmakda yarar vardır. Ayrıca sokak fotoğrafçılığında lensinize karar verdikten sonra değişmeyen lensli bir fotoğraf makinesine geçmek daha akıllıca bir iş olacaktır. Makinenizi, lensinizi seçtikten ve bunları sabitledikten sonra yaratıcılığınıza konsantre olma şansını yakalarsınız. Yoksa sahada sürekli lens ayarları vs ile uğraşmaktan fotoğrafa ilginiz düşecektir. Oysa biz iPhone’un fiks 29 mm lensi ile çalışacağımızdan bu sıkıntılardan uzaklaşmış olacağız. iPhone’un mühendisleri tüm bu teknik ayrıntıları bizim için düşünmüş ve ideal şartları bize sunmuşlardır. Bize tamamen yaratıcılığımızı kullanma, konuya ve sokağa konsantre olma şansını vermişlerdir.

Sokak fotoğrafçılığında netlik..

Sokak fotoğrafçılığında netlik konusu bana göre abartılıdır. Her yerin net olması gibi bir kural olmasa bile çoğu ekoller bunun üzerinde fazlasıyla dururlar. Oysa dünyanın en iyi sokak fotoğrafçılarından kabul edilen Henri Cartier Bresson bile “ Netlik bir fransız burjuvazi sorunudur” demiştir. Japon fotoğrafçı Daido Moriyama’nın fotoğraflarına bakalım. Çoğu netsiz grenli fotoğraflardır. Ama öylesine duygu yüklüdürler ki en net fotoğrafı size unutturabilirler. Daido Moriyama yaşamı boyunda fotoğraflarının çoğunu filmli çek at makinelerle yapmıştır.

Sokak fotoğrafı denilince Daido Moriyama dışında  Anders Peterson, and Jacob Aue Sobol un fotoğraflarına bakmak gerek  Renkli de ise Alex Webb, Steve McCurry, Martin Parr, Stephen Shore, William Eggleston, ve Joel Sternfeld inceleyin derim.

Alex Webb Magnum fotoğrafçısıdır ve İstanbul konulu ve  aynı adı taşıyan bir sokak fotoğraf kitabı vardır.

Öneriler

Korkularını yenin.

Kendi tarzınızı yaratın.

Sokak fotoğraflarının % 99 u çöptür.

Bir tarzdan sıkılırsanız değiştirin.

Çok yürüyün, daha çok yürüyün.

Seyahat edin.

Tutkularınızın peşinden gidin.

Işığı bulun.

Proje bulun, uygulayın.

Kadrajınızı doldurun, kadrajınızı temiz tutun.

Kadrajınızda katman yaratın, ön orta ve arka planlarda

birşeyler oluyor olsun (Katman).

Gözünüzü radar olmaya alıştırın.

Değişik fırsatları kollayın.

“Dünyayı tam da olduğu gibi göstermek mümkün değildir”

ROBERT DOİSNEAU

İkinci Dünya Savaşı sonrası Paris’i fotoğraflayan sanatçılarla ilgili yazı serisine, bu kez ‘sıradan insanların, sıradan anlardaki, sıradan davranışlarını’ tesbit eden ünlü bir fotoğrafçıyla  devam etmek istedim.

Robert Doisneau, hakkında hayli yazılmış, spekülasyon yapılmış bir Fransız fotoğrafçısı. 68 yıl boyunca hiç bilet almadan dünyanın en güzel görüntülerini  bedavaya seyreden, arada bir de, fırsat çıktığında, bir “görüntü saklayan kişi’ olarak tanımlıyor kendisini. Böylece yılların nasıl geçtiğini anlamamış. Bazı eleştirmenlerin olumsuz yaklaştığı hümanist fotoğrafçılığın önderlerinden Robert Doisneau, kim ne derse desin, fotoğraf tarihine, hepimizin hayranlıkla seyrettiği ölümsüz kareler bırakmıştır.

Doisneau’nun karelerinde duygular, espri anlayışı ve şiirsel yaklaşımın uyum ve bütünlüğü öne çıkar.

Şiirsel yaklaşımı, Jaques Prevert’le arkadaşlığın da anlamlı kılar.

1912’de Paris yakınlarında Gentille ‘de doğar. Ölene kadar Paris banliyösünde yaşar. Mesleğe litografi ile atılır, desinatörlükten fotoğrafa geçişi kısa sürede olur.

Utangaç bir kişiliğe sahiptir. Ünlü fotoğrafçı  Andre Vignean’nın yanında asistanlığa başlar. Ustasının teorilerden yararlanır. Döneminin Kertesz, Man Ray, Brassai gibi fotoğrafçıların çalışmalarından çok etkilenir. 1932’de ilk makinesi Rolleiflex ‘e sahip olur. Önce Paris ve banliyölerinde çocuk ve insan fotoğrafları çekmeye başlar. Utangaçlığı, konulara ve kişilere mesafeli duruşu arka plana önem kazandırır. Excelsior gazetesinde yayınlanan bir dizi bit pazarı fotoğrafı ile güzel bir çıkış yakalar. Ardından askerlik ve Renault fabrikasında fotoğrafçılık işleri gelir. O yıllarda evlenir ve işe sık sık geç kalma nedeniyle kovulur. İtaatsizliğin yaşamsal bir işlev olduğunu düşünmektedir. Bu yaklaşımı ona işini kaybettirmiş, ama sanat dünyasının kapılarını açmıştır. Fotoğraf ajansı Rapho ile çalışmaya başlar. Savaş yılları kötü geçer. Napolyon kartpostalları satarak geçimini temin eder. Direnişçilere sahte belge düzenlemek de kazanç kapılarından biridir. Bu arada bu dönemi simgeleyen bir kaç kareyi de fotoğraf tarihine armağan bırakır. Örneğin ‘Düşmüş at’ fotoğrafı günün koşullarını çok güzel göstermektedir. Paris’in kurtuluşu sonrasında Doisneau yayından kurtulmuş gibi fotoğraf çekmeye başlar. Bu çalışmaları Henri Cartier Bresson ve Capa’nın kurduğu ADEP veya Alliance Photo adlı ajansa kabul edilmesine yardımcı olur.

Bu dönemde Paris’te, habere acıkmış halka hitabeden 34 günlük gazete yayımlanmaktadır. Bu da çok sayıda fotoğraf ve ilustrasyon ihtiyacı demektir. Bu dönem fotoğrafcılığına, diğer incelediğimiz ve inceleyeceğimiz fotoğrafçılarda da göreceğimiz bazı özellikler damgasını vurur: Hümanizm, şiirsellik ve optimizm.

Brassai ve Willy Ronis’i bünyesinde bulunduran Rapho ajansına geçer. Le Point dergisi için çalışır. Braque ve Picasso gibi ünlülerle fotoröportajlar gerçekleştirir. Çok sabırlı bir yapısı vardır. Banliyösünde mucize anlar bekler ve yakalar. Biz de bugün o güzel fotoğrafları büyük bir zevkle izliyoruz. 15 sene boyunca biriken bu fotoğraflar güzel bir kitaba dönüşür. Aragon bu fotoğrafları ‘populist’ diye damgalar. Oysa bu fotoğraflar diğerlerinden farklıdır.

Doisneau’nun Paris’i

Robert Doisneau savaş sonrası gece hayatı ve marjinal kesimle tanışır. Bir taraftan şehir hayatını fotoğraflarken diğer taraftan Paris’te moda fotoğrafçılığından para kazanmaya başlar. Moda fotoğrafçılığı burjuva kesimini ve tanınmış kişileri daha yakından tanıma fırsatı verir. Geceleri Saint-Germain ve Montparnasse’de dolaşır. Arkadaşları Greco, Dubuffet, Albert Camus, Brassens, Simone de Beauvoir olmuştur. Life dergisinin Rapho ajanstan istediği bir seri fotoğraf Doisneau’nun hayatını iyice değiştirir. Tüm fotoğrafseverlerin yakından tanıdığı ‘Le Baiser’ (Öpücük) adlı fotoğrafı çeker. Bu, milyonlarca kez çoğaltılmış bir fotoğraftır. Paris Belediye Saray’ını arka plana alan romantik bir Fransız genç çiftinin öpüşürken  bir kafeden çekilmiş bu fotoğrafın da ilginç bir öyküsü vardır. 1950 yılında çekilmiş bu fotoğraf aleyhine 1993’te dava açılır. Denis ve Jean Louis Lavergne adlı çift Doisneau’yu özel yaşama tecavüz gerekçesiyle mahkemeye verir. Dava kısa sürede düşer. Çünkü Doisneu bu fotoğrafın kurmaca olduğunu mahkemede kanıtlar. Tabii ki bu durum Doisneau’nun  fotoğrafçı olarak prestijini sarsar, ama bu fotoğrafın satışlarında  patlama yaşanır.  Bir orjinalini hediye ettiği fotoğraftaki  genç kız Françoise Bornet de, elindeki fotoğrafı müzayedeye koyarak 150.000 euroya satar.

Benzer fotoğraflar Paris serisi olarak Fransa ve Amerika’da büyük başarı yakalar. Otantik dekorlar önünde sıradan yaşamın görüntüleri insanların çok hoşuna gitmiştir. Paris bu görüntülerle hayalleri süslemeye başlamıştır. Bu başarıyı fotoğraflarının Ronis ve İzisin fotoğraflarının yanında sergilenmek üzere New York Modern Sanatlar Müzesi’ne kabulü takip eder.

1955’te Paris Jacque Prevert’in önsözünü yazdığı gece hayatı görüntülerinden oluşan ‘Le vin des rues’ adlı kitabı yayımlanır. ‘Le Rectangle’ adlı grubun ardından ‘Onbeşler’ grubunun kurucu üyesi olur. 1952’de dünyayı dolaşan Edward Steinchen’in sergisinde de fotoğrafları yerini bulur. 60’lı yıllarda foroğraf sanatında bir çökme yaşanır. Dekoratif fotoğraflar ön plana geçmiş, sergiler kitaplar iyice azalmıştır. Televizyonun yaşama girmesi de fotoğrafı olumsuz etkilemiştir. İhtisaslaşmış genç fotoğrafçılar, Doisneau ve arkadaşlarının dönemini kapatmışlardır. Bundan sonraki dönemde Doisneau yine Paris sokaklarında sürtmeye devam eder, ama karanlık yılların önüne geçemez. Eşinin hastalığı 60’lı yılları çekilmez hale getirmiştir. 70’li yıllarda önemli bir çıkış yakalar. Halen Fransa’nın en önemli fotoğraf etkinliği olan, tüm ağustos ayı boyunca süren ‘Renconrtes d’Arles’ı Lucien Clergue ile birlikte yaşama geçirir. Bundan sonra şans yine Doisneau’dan yana döner. Yeni kuşaklar onu ve fotoğrafçılığını tanımak istemektedir. Sergiler kitaplar ününe ün katar, mediatik olur. Milyonlarca satış yapan fotoğraflartan bir başarı öyküsü oluşturur. Cavanna’nın metinleriyle yayınladığı ‘Parmaklarında mürekkep’ adlı kitabı bir fotoğraf kitabında görülmemiş satış rakamlarını bulur: 300.000.

Tüm bu başarılar Doisneaunun mütevazı kişiliğini değiştirmez. O hala, “Çok sevdiğim bu küçük dünyadan birkaç anı bırakmak istemiştim” demeyi sürdürmektedir. 90’lı yıllarda tekrar karamsarlık kaplar bünyesini, “Paris değişti, fotoğraf çekene şüpheyle bakılmaya başlandı, sihir bitti, içim sıkılıyor” demeye başlar. Ama bu durum kendisine gösterilien ilgiyi azaltmaz. Tv’de röportajlar, hakkında yapılan fimler sürer gider. Sabine Azema ‘Bonjour Monsieur Doisneau’ adlı filmi çeker. Bu arada sinemayla da ilgilenir Doisneau,

François Truffaut ile birlikte  ‘Piyaniste ateş edin’, Bertrand Tavernier ile birlikte ‘Un dimanche a la campagne’ adlı filmleri yönetir.

“Bir dünya düşlüyorum, insanların sevimli olduğu, bana sevgiyle baktıkları. fotoğraflarım da böyle bir dünyanın var olduğunu göstermeyi amaçlamıştır hep. Bu fotoğraflar hem objektif hem de sübjektiftir. Tabii ki dünyayı tam da olduğu gibi göstermek mümkün değildir” dedikten bir süre sonra, 1 nisan 1994’te bu dünyadan göç eder.