013_man-ray_section-1-160-13-600211-1024x814 56ab95b526787_lesperanca-del-condemnat-a-mort-i img_0945 img_0954 img_0972-2 soulevements-1_0 soulevements4-24manet soulevements5-25gil soulevements5-34centelles

15 Ocak 2017’ye kadar Paris Musee de Jeu de Paume’da sürecek olan fotoğraf sergisinin adı bu.
Felsefi bir kavramdan yola çıkılarak, bir dizi fotoğrafın ve çeşitli sanat eserleriyle belgelerin toparlanması ile oluşturulmuş bir sergi.
Sanat tarihçisi Georges Didi-Huberman yönetiminde hazırlanan sergide, ‘kalkma kalkışma’ kavramının çeşitli yönleri çok güçlü görsellerle izleyici ile buluşturuluyor. Hareketsizliği harekete geçiren çeşitli güçlerin marifetleri gözler önüne seriliyor. Fiziki kaldırma gücünün etkileri ile ilgili görseller sergide sizi karşılıyor. Dennis Adams’ın Patriot isimli uçan bir naylon torbanın görseli bir başka fotoğrafta gazeteden bir uçağa eşlik ediyor. Rüzgarın nesneleri kaldırması gibi fiziki olaylardan yola çıkarak, ellerin kolların kaldırılması, dudakların hareketler ardından işin düşünce boyutundaki özelliklerine geçiliyor. Düşüncelerin kalkması ve buna bağlı olarak bildiri dağıtılması ve direniş metinlerinin yazılmasına kadar devam ediyor. Goya’dan günümüze resimler, desenler, heykeller, film, video, instalasyon ve çeşitli belgeler konunun etrafında fotoğrafları destekliyor.
Vücudun isyan ettiği, “Hayır” denilen durumlar dünyanın çeşitli yerlerinden alınmış çatışma görüntüleri, barikatlar, şiddet olayları resmi geçit yapıyorlar. Her halükarda anladığımız şu; bir yerde ne zaman bir duvar karşımıza çıkarsa o duvarı aşma, sınırları geçme arzusu da oluşuyor. En azından hayali kuruluyor. Hayal bazen gerçekleştiriliyor bazen son buluyor ama her zaman o his ortaya çıkıyor. İşte bu sergi bu hisse tercüman olmak üzere hazırlanmış.
Jeu de Paume müzesinin klasik fotoğrafçılar ve fotoğraf konularından sıyrılarak başka bir boyuta geçerek müze alışkanlıklarını ufak da olsa bir şekilde aralama arzusundan kaynaklanıyor.
Sergide öne çıkan eserler şöyle; Goya’nın 1799’da yaptığı “Les Caprices” adlı eseri, Roman Siner’in Kırmızı Şeritler adlı 1975 instalasyonu ile sergide mevcut. Diğer sanatçılar arasında Henri Michaux, Gustave Courbet, Joseph Beuys, Michel Foucault,, Gilles Caron, Chim, Lisette Model, Garciela Sacco, Willy Ronis tanıdıklarımızdan.
Sözlerle kalkışanlar da sergilenmiş; Charles Baudelaire, André Breton, Dada, Frederico Garcia Lorca, Victor Hugo, Rosa Luxembourg, Man Ray, Pier Paolo Pasolini, Pablo Picasso eserlerinin yanısıra anonim birçok eser de güzellikleriyle sergiyi süslemiş. İsyan sözleri, şarkıları, tartışmaları, düşünceler her yana yayılmış. Basılmış, dağıtılmış çeşitli belgeler mevcut. Bildiriler serginin bir bölümünü doldurmuş. Bizde Yılmaz Aysan ‘sol’un görsel serüvenini Afişe çıkarttığı gibi Georges Didi-Huberman da Jeu de Paume’un bir bölümünü George Büchner, René Char gibi yazar-şairlerin bildirilerine ve afişlerine ayırmış.
Sergide konu başlığı ile uyumlu çatışmaların görselleri de unutulmamış. Henri Cartier Bresson ve has arkadaşı Meksikalı Manuel Alvarez Bravo,Honoré Daumier, fotoğraf tarihinde foto-kartvizitin mucidi olarak bilinen Adolphe Eugnène Disderi, Edouard Manet, Armando Salgado ve diğerleri eserleri ile yer almışlar. Bazı eserlerde gösterileri yatıştıran güçler gösterilmektedir oysa diğer bazı eserler kalkışanlardan güçleri düşüncelerinin gücü kadar büyük olmadığı için  ölenleri de göstermekte.
Sonuçta Freud’un da dediği gibi arzunun yok edilemezliğini de görüyoruz bu sergide. Joan Miro’nun “Ölüm mahkumunun ümidi” adlı eseri de mevcut. Miro bu eseri 1974’te Frank rejimi tarafından öldürülen Salvador Puig i Antich anısına yapmıştır. Bir “kalkma-kalkışma-soulevemet-uprising” annelerin çocuklarının cansız vücutları üzerinde göz yaşları dökmeleri ile son bulabilir. Bazen de kalkma-kalkışma olayını Buenos Aires’te Anne-anneanneleri direniş yürüyüşüne de dönüştürebilir. Gaza’da, Mısır ve Çin’de bu iletişim çağında her zaman kalkışanlar var olacaktır.
Bu bölümü süsleyen eserler arasında Joan Miro’nun eserinin dışında, Maria Kourkouta, Perdo Motta, Voula Papaioannou, Enrique Ramirez’in eserleri yer alıyor.
Yolunuz bu aralar Paris’e düşer ise ve fotoğrafa, felsefeye ve sanata biraz merakınız varsa bu sergiyi sakın kaçırmayın derim. Hiç pişman olmazsınız.

tomer_dancer_07lafite-1878

Merak etmeyin. Tom Robins’in yazdığı ‘Pancarın Dansı’ romanı gibi kurgu bir yazı değil okuyacağınız. Şarapla dans arasında mevcut olan yakın ilişkilerden bahsetmek istiyorum.

‘Şarap da dans edermiymiş?’ demeyin lütfen! Şarap daha ilk başından oynamaya başlar. Fıçıda veya tank içinde fermante olurken zıp zıp zıplar. Yeter ki siz defi gösterin… Hemen oyuna girer. Biliyorsunuz şarap çok oyuncudur. Bütün oyunları sever. En çok da dans etmeyi.

Şarabın dans sevgisi çok eskilere, taa Roma’ya kadar uzanır. Hani derler ya “Bütün yollar Roma’ya çıkar” işte öyle… Baccanalia, şarap tanrısı Bacchus’a adanmış mistik bir festivaldir. Aslına bakarsanız olay daha da eskilere dayanır, komşuya gelir. Antik Yunan’da Baccahanalia vardır. Dionysia adı altında yapılan bu eğlenceler sırasında insanlar neşe içinde yer içer eğlenir ve dans ederlerdi. Bunu da daha çok Dyonysos’a adanmış anfiteatrlarda yaparlardı. Bu anfiteatrların en büyükleri halen Anadolu’da bulunur. En önemlilerinden biri Seferihisar yakınlarında Sığacık’ta Teos antik kentinde çok iyi durumda sizleri beklemektedir. Zeytin ağaçları arasındaki bu Dionysos mabedi bir gün batımında çevre bölgelerde üretilen bir şişe Egeo Syrah, Chateau Met veya Urla Nexus’u dostlarla birlikte tüketmek için ideal bir ortam yaratmaktadır.

Neyse konumuza dönelim… Bu yeme içme dans etme eylemleri Yunanistan’dan güney İtalya’ya sıçrar ve burada bir gizem kazanır. İtalya’da bu eylemler erkeklere kapalı, şarap içilip dans edilen ayinlere dönüşür. Başta 16-17 Martt’ta yapılan bu ayinlere daha sonra erkekler de kabul edilmeye başlanır ve sık sık yapılmaya başlanır. Zaman içinde o kadar yaygınlık kazanır ki milattan önce 186 yılında Roma senatosu bu ayinleri sınırlamak zorunda kalır.

Ancak bugün bizdeki alkole sınırlamalardan daha farklıdır. Sınırlanan alkol tüketimi değil ayinlerdir. Neyse burada biz şarap dans sanat derken önümüze açılan kapıdan içeri girip bu şarap ve dans ayinleri sanatı nerelere taşımış ona bir bakalım…

Alexander Glazunov Mevsimler adlı balesinin 4. sahnesini Baccanale olarak adlandırmış ve şaraba adamıştır. Philip Roth Elveda Columbus adlı romanında Patimkin’in barına “Bacchanal öteberici” adını takmıştır. Ünlü yazar John Steinbeck daha sonra Elia Kazan tarafından sinemaya aktarılan Cennetin Doğusu adlı baş yapıtında Jenny’nin genelevine ‘bacchanal taverna’ demiştir. John Cage, 1938’de Amerikalı dansçı ve koreograf Syvilla Fort’un Bacchanalia adlı dansının müziğini bestemiştir.

Belirli bir yaşın üzerine çıkmış bir kuşağın çok iyi hatırlayacağı güzel yıldız Jennifer O’Neill’in Dorothy rolünü oynadığı ‘Summer of 42’ adlı filmin müziğini Michel Legrand yapmış ve 1972 yılında en iyi orijinal müzik akademi ödülünü almıştır. Ülkemizde “Yaz Günüydü” adıyla oynatılan bu filmin parçalardan birinin adı da Bacchanale’ dir. Oz büyücüsünün 2011yılı yeni yapımındaki sahnelerden bir tanesi de büyücünün şatosundaki dansdır. Bu dansın adı da yine şarap tanrısı Bacchus’a adanmıştır.

Böylesine uzun bir girişten sonra şarabın ve dansın ilişkinine girebiliriz diye düşünüyorum. İkisi de zordur. İyi dans edebilmek için ruh, beden, çalışma, arzu, şans, uygun ortama ihtiyaç vardır. Şarap için de aynılarına ihtiyaç olduğu gibi ayrıca dengeye de ihtiyaç vardır. Dengesiz bir dansçı ise ayakta bile duramaz.

Şarap üretmek de tüketmek de çok zevklidir. Dans etmek de seyretmek de aynı derecede zevklidir. Tabii ki bilene sevene ve anlayanına, meraklısına.. Diğerleri de zaten bu yazıyı okumuyor olacaklar..

İyi bir şarap üretmek ve çıtayı yükseltmek için çok çalışmak gerekir. Şarap hiç bir şey yapılmadan da oluşur gelişir ama kalite çalışma araştırma ve tecrübededir. Aynı dansda da olduğu gibi. İyi bir dansçı başarılı bir performas yapabilmek için günlerce çalışmalı çalışmalı ve çalışmalıdır. Yoksa hepimiz müzik eşliğinde kollarımızı kaldırıp hareket edebiliriz ama buna ne kadar dans denilebilir bu da tartışma konusudur. Üzüm de kendi haline bırakılırsa sıradan şarap olur biraz daha kendi haline bırakılırsa da sirke olur.

Şimdi gelin biraz şarapla birlikte dünya danslarını dolaşalım. Bacchanal danslar İtalyadan çıktığı için oradan başlayalım. Emiglia Romagna bölgesinin ünlü şarabı Ucinella Trebbiano Smetana’nın Polka dansı gibidir. Notalar notaları takib eder. Yudumlar da yudumları, dostça ve candan bir ahenk içinde ilerler giderler. İkisi de insanlara iyi gelir, güç ve kuvvet verir. Romagna bölgesi sangiovese üzümlerinden yapılan şarapla ilgili hikaye çok eskilere dayanır. Sangiovese İtalyanın en çok üretilen üzümüdür. Toscana’nın incisidir. Ancak Romagna bölgesinin sangiovese’si sangioveselerin asıdır, hasıdır. Adı da ilk defa bu bölgede telaffuz edilmiştir. Bölgede konaklayan bir misafir ne şarabı içtiğini sorduğunda şarabı üreten rahip “Jüpiter’in Kanı” anlamına gelen “Sanguis Jovis” diye bu şarabı adlandırmış ve o zamandan beridir bu üzüm Sangiovese diye bilinmektedir. Yüzyıllardır bölge köylü ve çiftçisine kuvvet veren bu şarap aynı zamanda aristokratların masasını süslemiş manastırlarda ise dini ayinlerde kullanılmıştır. Bologna usulü tagliatelle al ragu ile eşleşmesi idealdir. Bu şarap yöresel dansların ritmini yansıtan tonlara sahiptir. Bu bölgede gelenek operadır özellikle baledeki cinderella rolü ünlüdür. Bu rolün her hareketi Romagna sangiovese  aromaları gibi narin ve kararlıdır. Dansdaki el ve yüz hareketleri şaraptaki denge ve elegansla uyum sağlar.

Yine bu bölgenin zarif hanımefendi üzümü albana üzümünden yapılmış beyaz şaraplar vardır. Bu şaraplar Mazurka dansı gibi öne çıkan hareketler yaparlar. Polonya’nın mazurka bölgesinin adından alan hoş bir danstır bu dans. Ama şarabı içerken bir müzik duymak istiyorsanız beyninizde Chopin’in eserleri çınlayacaktır. Bu parçalar Chopin’in ünlü cenaze marşından öte noktürnleri olacaktır mutlaka.. Bu arada beyinde atom bombası etkisi yaratan Chopin isimli polonya votkasını aklınıza bile getirmemek kaydıyla. Georges Sand ile fırtınalı bir aşk yaşayan Chopin piano için yazılabilecek en güzel müzikleri bestelemiş 39 yaşında ölmüş ve vatan hasretiyle geçen kısa hayattan sonra Paris’te gömülmüştür.

Bölgenin Ruchetto dell’Uccellina adlı bir başka şarabı ise pinot noir’dan üretilen yoğun ve doğal aromalarıyla kompleks yapıda ve az bulunan bir şaraptır ki sanki Tango gibi sizi kavrar döndürür, zaman zaman yere doğru yaklaştırıp tekrar yukarı kaldırır. Oysa Bölgenin Cagnina şarabı dans edecekse doğrudan Galopade yapar. 19. yüzyıl ikili dansı gibi bu şarap da sizin boynunuza sarılır dayanılması zor bir tatlılıkla sizi sarıp sarmalar ve müziğin ritmi ile döndürmeye başlar.

Şarap, müzik, ritm ve dönmek denilince şarap dünyasından bir ünlü aklımıza geldi. Ülkemizin köklü şarap üreticilerinden Dolucanın profesyonel modern danscısı ve pazarlama müdürü Sibel Kutman’a sorduk; sizce Dans ve Şarabın ilişkisi nedir. Bakın neler söyledi….

Engüzel eşleşmenin şarabın ve dansın tarihinde yattığını ve eski dünya, yeni dünya ilişkisinin şarapta ve dansta kurulduğunu anlattı.

Eski Dünya vs Yeni Dünya şarapçılığı

Eski dünya ülkeleri (basta Fransa, Almanya, Italya) yüzyıllarca sarap yapımını kendi hegamonyalarında bulundurdular, oldukca katı kurallarla şekillendirdikleri ve ağırlıklı terroir’a dayali ve hiyerarsik bir üretim sistemini benimsediler, ‘iyi şarabın’ tanımını da bu kriterlere bağladılar. Yeni dünya ülkeleri (başta ABD, Avusturalya, Şili) şarapta köklü bir geçmişe sahip değillerdi, eski dünyanın terroir kurallarını da kendi iklim ve toprak gerçeklerine adapte edemiyorlardı. Bu kuralciliğa karşı geldiler, terroir kavramının yanı sıra ‘varietal şarap’ konseptini oluşturarak, şarapçılıklarını yöreden ziyade üzüm cinsine endeksleyen bir sistem geliştirdiler ve kendilerini şarapseverlere kabul ettirdiler. 20. yüzyılın ilk yarısında temelleri atılan yeni dünya şarapçılığı yüzyılın ikinci yarısında eski dünya ile her kulvarda rekabet edebilecek düzeye erişti.

Bale vs Modern Dans

Avrupa’nın öncülüğnde gelişmiş olan bale, yüzyıllarca dans sanatının en üst konumunda yerini korudu. Bale, kuralları çok net belirlenmiş, ancak belli vücut tiplerinin icra edebileceği, yer çekimi ile mücadele eden, ekseriyetle eşlikçisi olarak klasik müzik eserlerini ve klasik kostümleri tercih eden bir format. Yine 20. yüzyılın ilk yarısında, balenin bu kuralcılığı ve kendi içerisinde oluşturmuş olduğu hiyerarşiye bir tepki ve kendini bedensel olarak farkli bir sekilde ifade edebilmenin arayışı neticesinde Isador Duncan, Martha Graham gibi öncülerin sayesinde modern dans akımı doğdu. Farklı vücut tiplerinin de icra edebildiği, yer çekimi ile barışık, müzik ve kostüm seçimlerinde özgün, pozisyonların kurallara bağlı olmadığı, bedenin serbestçe hareket edebildigi bir dans şekli de hayata geçmis oldu ve yıllar içerisinde kabul görüp dans sanatında saygın bir konuma geldi.

Daha sonra bize üzümler ve potansiyel dans eşleşmelerini sıraladı.

Üzümler ve potansiyel dans eşleşmeleri

Cabernet Sauvignon: eski dünya’da Klasik Bale i.e. Royal Ballet, Paris Opera Balesi, yeni dünya’da Modern Dans’in Klasikleri i.e. Martha Graham, Paul Taylor, Alvin Ailey
Merlot: Couples Dancing’, romantik, vals, foxtrot
Shiraz: iddiali, delidolu, güçlü, isyankar, masculine, koşulsuz ‘Modern Dans’ i/e Lar Lubovitch, Momix, Mark Morris
Chardonnay: Prima Ballerina, feminen, başrol, klasik
Sauvignon Blanc: Prima Ballerina’nin modern dans versiyonu, yine başrol, daha vahşi, daha özgün, daha şımarık
Okuzgozu: ‘Social Dancing’, herkesin her zaman yapabileceği, arzu ettigi müzigin eşliğinde kendi zevkine göre dans etmesi
Boğazkere: oldukça “maskülen” hatta ağır abi formatında, bana Sicilya Mafya filmlerindeki erkek erkeğe dans sahnelerini, Rus Kazak dansi tipi kendi bedeniyle inatlaşan koreografileri, ağlatan bir Sirtaki, memlekette ise yavaş bir Ankara Havasını anımsatıyor
Kalecik Karasi: Cab Sauvignon’un biraz daha yumuşak ve rahat versiyonu yani ‘Modern Bale’. hala bir takım formatlar olan ama deneysellige açık
Sultaniye: oldukca feminen, cilveli, şenşakrak, folk dansları, köy eğlenceleri, kaşık dansı, halka dansları
Riesling: alman usulü folk dansları, polka, gavotte
Malbec: baştan sona Tango, latin
Emir: Boğazkere kadar damardan olmasa da yine maskülen ama rustik, zeybek, efe, square dance
Narince: ‘Post Modern’, yalın, minimalist, less is more anlayisi, ama teknik beceri gerektiren, mesajini bağırmadan veren eserler
Tempranillo: Flamenco
Grenache: şahsına münhasır, herhangi bir akıma sığmayan, eksperimental, acquired taste, off off broadway
Bizde tersten ilerleyip bizim bölgelerimizin danslarını üzümleriyle eşleştirmeye çalıştık.

Egenin mert, atılgan mazluma dost haksıza düşman, cesur Zeybeğini Bornova Misketine benzettik. Halikarnas balıkçısı da Zeybek oynanışını 3 e ayırır. Birincisi elleri kaldırıp meydan dolaşma iken, ikinci hareket üzüm salkımını koparıp diz üstüne düşerek sepete koyma hareketidir. Üçüncü hareket ise sepetteki üzümü ezerek şarap olacak iksiri elde elmektir.

Trakya bölgesinin oyunların genel adı Hora’dır. Hora çok hızlı ritmli ve kıvraktır. Sıkı denge ister. Aynı papazkarasının dengeli şaraplar vermesi gibi. Yine bu bölgenin dansı kasap havası ise tam bir Gamaydir. Gamay ele ele kolkola tutuşularak diziyle yürütülen oyunlar gibidir. Dosttur. Dostlarla içilir dans da dostlarla yapılır.

Akdeniz bölgesinde Kaşık oyunları oynanır. Akdeniz halk dansları, Toros sırtlarında rengarenk elbiseler içinde nazlı nazlı oynanır… Erkeğin uyumlu hareketi, kadının tatlı salınışı birliktedir. Dans ritimlerinin yavaş oluşu sıcağa bağlıdır. Tempo ağırdır ancak kıvrak hareketler bu dansların zevkle seyredilmesini sağlar. Davul – zurnayla eşliğindeki bu oyunları kadın ve erkekler beraber oynarlar. Giderek yok olmaya yüz tutan bu oyunlar yok olmuş son örneklerinden tekrar yaşama tutunmuş bölge üzümünün şarabı Acıkaraya benzer. Zarif ve yumuşak bu şarap bölgenin halk dansları gibi nazlı ve güzeldir.

Güneydoğu Anadolunun dansları ağır Halayı dizi biçiminde oyunlardır ve ağır seyrederler. Boğazkere gibi ağırbaşlıdırlar. Sanki “ağır git mola desinler” havası sezilir.

Biraz daha yukarı Elazığ civarına çıkınca “çayda çıra” ile öküzgözünün birlikteliğini ve uyumunu anlamak çok kolaylaşır. Tartımlı oyun “Çayda Çıra” erkek evine gitmeden bir gece önce gelinin el ve ayağına kına yakılmasıyla başlar.

Çayda çıra yanıyor

Canda şevk uyanıyor

Yandı eridi mumlar

Nasıl can dayanıyor

Nanay gelinim nanay

Oyna dön bugün bu ay

sözleriyle renkli mum yanan tabaklar ellerde sekerek ilerlerler. Öküzgözü öküz gözü gibi koyu renklidir. Yuvarlak ve koyu renklidir; yapılı, kalıcı, kırmızı meyvemsi, dolgun, hafif tanenli özellikleriyle yıllandırılmaya uygundur. Evlilik gibi romantik anlar için uygun bir şaraptır.

İç anadolu denilince akla yine Nevşehirle “Halay Yöresi” gelir. Semah, seymen ve sinsin oyunları da yaygındır. Kendine özgü ince aromaları ve serinletici bir lezzeti ile Emir bu dansların içkisi gibidir. Köpüklü şarap yapımına da elverişli olan bu üzümden Halay gibi kıpır kıpır renkli neşeli şaraplar çıkar.

images-9 images-10 images-11 images-13 images-14“Paris gece hayatında beni kendine hayran bırakan şeyleri görüntüye çevirme arzusu beni fotoğrafçı yaptı”
Brassai

Hayatta anlam var mı diye düşünürsünüz bazen, ama birileri çıkar hayatınızın anlamlı olduğunu anlarsınız!
Brassai

Önce Henri Cartier Bresson’un talihsiz arkadaşı İzis’i yazdık, sonra sokağın şairi Willy Ronis’i, ardından da ünlü Hotel de Ville’deki öpüşme fotoğrafı “Le Baiser” nin fotoğrafçısı Doisneau’yu… Bugün Centre Pompidou sanat Merkezi’ndeki sergisi nedeniyle Brassai’yi yazıyoruz. Sırada aynı dönem Paris fotoğrafçılarından Jacques Lartigue, Marc Riboud ve Henri Cartier Bresson var. Robert Capa ise çok farklı özellikleri olan büyük fotoğrafçı olarak 8 fotoğrafçılı bu serinin son konuğu olacak.
Brassai’nin 9 Kasım 2016 ve 30 Ocak 2017 tarihleri arasında Paris’te Pompidou Sanat Merkezinde “Graffiti” adlı sergisi var. 1930’ lu yıllarda Brassai uzunca bir süre Paris duvarlarındaki resimleri, kazınmış yazı ve şekillerin fotoğrafını çeker… Bu fotoğraflar dergileri süsler. New York daha dahil olmak üzere dünya’da çeşitli şehirlerde sergilenir. Sürrealist sanatçılara ilham kaynağı olur. Macaristan’da 1899’da doğan, 84 yaşında Paris’te ölen Brassai’nin esas adı Gyula Halsz’dır. Desinatör ressam heykeltraş ve yazar olan Brassai’nin fotoğrafa başlaması, fotoğraf makinesini dökümantasyon aracı olarak kullanmaya başlamasıyla olmuştur. Ancak ardından makinesi elinden bırakamaz hale gelmiştir.

Brassai sokak sokak dolaşır. resim atelyeleri, genelevler… Görmeyi başaramadığımız şeyler, insanlar teker teker karşımıza çıkagelirler, elle tutulurlar.
Zamanını bu kadar güzel göstermiş, yaşadığı dünyaya bizi bu kadar içine çeken başka fotoğrafçı çok azdır diye düşünüyorum. Picasso heykel yaparken, Henry Miller düşünceler içinde yazarken, Çiçek kabaresinde Akordeoncusu ile KİKİ, sokak lambası yakıcısı veya sokak dilberi hepsi gözünüzün önündedir.
Arkadaşı Henry Miller ona “Paris’in gözü” adını takmıştır. Bu ad avangard fotoğrafçı için tam yerindedir de.
Ticari açıdan da çok başarı kazanır, iki dünya savaşı arası Fransanın en ünlü fotoğrafçılarındandır.
Paris’in gizli yüzünü göstermiştir.Şehrin entelektüel yanını da cilalar. Picasso, Prévert, Sartre, Cocteau, Camus, Desnos, Miller dostlarıdır.
Montparnasse’ın deli yıllarının tanığı ve başrol oyuncusudur. Sürrealist akımın göbeğindedir.
“Eşyaları değiştiren sisin şiirinin, şehri dönüştüren gecenin şiirinin, insanları değiştiren zamanın şiirinin peşindeydim” der…
Fotoğrafta sevdiğim, özel olarak kaydedilmiş basit bir konu ve bunun olağanüstü hale getirilmesidir. Ara Güler’in tersine “Ben fotomuhabiri değilim, aktüalite beni ilgilendirmiyor. Gündelik hayat çok daha heyecan verici, sadece gözümüzle fotoğraf çekmeyiz aklımızla da çekeriz” der.
Görüntüsünü oluştururken tabii ki kompozisyon ve yapıya önem verir ama, daha çok yakın plan çalışarak insana dair fotoğraflar oluşturmaya çalışır.
Fotoğraflarını karanlık odada kendisi banyo eder ve basar.
Aslında fotoğraflarının sürrealist olması, gerçeği kendi görüşü ile olağanüstü hale getirebilmesinde yatmaktadır.
‘Sadece gerçeği göstermeye çalışıyorum ama gerçekten daha gerçeküstü birşey yok’ diye de ilave eder. Brassai gündelik hayatın bir köşesini sanki hayatımızda ilk defa görüyormuş gibi göstermeye çalışır.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Macar ordusunda süvari olarak görev yaptıktan sonra 1920’de Berlin’e yerleşir. Gazetecilik yapar ve aynı zamanda güzel Sanatlar akademisine devam eder. Brassai daha sonra Paris’e yerleşmeye karar verir. Pariste Jacques Prevert gibi önemli sürrealistlerle arkadaşlık kurar. Picasso Dali, Matisse ve Giacometti gibi dönemin önemli sanatçılarının fotoğraflarını çeker, onlarla dosluk kurar. Henry Miller ile köklü bir dostluğu olur. Henry Miller ve Picasso’nun kitaplarını yapar. Paris’in gece hayatını çok sevmektedir. “Gece Gezgini” “Gece Parisé’ adlı kitapları yayınlar. Paris sevgisi ise “Duygusal Paris” “Brassai-Paris” ve “Paris Aşkına” adlı fotoğraf kitaplarını hazırlar.
Fransa’nın Lejyon donör ödülü ile ödüllendirilir. Brassai yaşamın son dönemlerini dünyada tanınmış bir fotoğrafçı olarak geçirir. Arles’da sergiler açar, onur fotoğrafçısı olarak ağırlanır. Şu andaki Graffiti sergisinden önce daha büyük bir resrospektif sergisi yine Pompidou sanat Merkezinde 450 eseri ile 2000 yılında yapılmıştı. Fotoğrafın nasıl sanat fotoğrafı olduğunu ve fotoğrafçının nasıl sanat akınlarının göbeğinde olduğunu anlamak açısından mutlaka gezilmesi gereken bu Brassai “Graffiti” adlı sergiyi , Paris’e yolu düşen bütün fotoğrafseverlere öneriyorum.

Fotoğraf üzerine düşünmeyen fotoğrafçının fotoğrafını, fotoğraf makinesi çeker ..
Mehmet Ömür

İki günlük Londra seyahatinde iki sergi gezme fırsatı buldum.
Bir tanesi Sir Elton John’un fotoğraf koleksiyonu idi
Diğeri 1940-1970 yıllarında New York’ta gelişen abstre ekspresyonizm akımına dair bir sergiydi
Bu sergide de fotoğraf sanatı bir biçimde yer alıyordu.
Sir Elton John’un sergisinin adı “Radikal göz”.. Fotoğrafta modernizm akımının önemli eserleri sergilenmişti. Sergide her bölümün başına fotoğrafa dair çok çarpıcı sözler konulmuştu. Sergideki önemli eserleri bu sözleri gözden geçirelim istedim. Serginin en önemli eseri bence “Migrant Mother” dı. Dökümanter fotoğrafın önemli isimlerinden olan Doratea Lange’ın bu ikon fotoğrafı fotoğraf tarihine damgasını vurmuş bir fotoğraf. Lange şöyle demiş, “Dökümanter fotoğrafçı sizinle herkesin deneyiminin lügatı ile konuşmaya çalışır”. 1930 Doğu yıllarda sosyal dökümanter fotoğrafçılık ortaya çıktı. Toplumun bütün kesimlerindeki insanların durumlarının objektif olarak görülüp kayda geçirilmesi amaçlanıyordu. Fotoğraf makinesinin taşınabilir hale gelmesi ve 35 mm fotoğraf filminin kullanıma girmesi fotoğrafçılığı başka boyuta taşıdı ve yeni açılımlar kazandırdı. Tarihe not düşme ve propaganda yapma daha sonra da sanat eseri oluşturma olağan hale geldi. Sergide ikinci dikkatimi çeken Eser Laszlo Moholy-Nagy’nin 1928 yılında çektiği “Berlin radyo kulesinden” adlı fotoğrafı oldu. Bu fotoğrafçı, ressam, tasarımcı ve düşünürün sanat tarihinde bence çok önemli fotoğrafları olmasa bile önemli bir yeri var. Önce şu iki sözüne dikkati çekeyim.
Fotoğraf için şöyle diyor; “Elimizde olağanüstü bir yeniden yaratma aracı var ama fotoğraf sadece bu değil çok daha fazlası. Fotoğraf bugün dünyaya yepyeni bir şey getiriyor” diyerek fotoğrafın çok boyutuna ve derinliğini vurgu yapmış. Fotoğraf kuramcılarının önünü açmış. Ama benim en çok hoşuma giden sözü şu sözü oldu. “Fotoğrafın düşmanı kurallardır yani “şunu şöyle yapmalısınız” gibi sabit kurallar.” “Oysa fotoğrafın kurtuluşu deneylerden geçer.” 1940 yılında söylediği bu sözler benim için aydınlatıcı olmuştur.. Bana fotoğrafı teknik kurallar kıskacından kurtarıp sınır tanımayan bir sanat dalı olarak görmek her zaman daha cazip gelmiştir. “Radikal göz” adlı Postmodernist döneme ait fotoğraflardan oluşan sergide Man Ray’in çok sayıda eseri var. Irving Pen’in eserleri arasında deforme ederek çektiği Sir Elton John’un gençlik fotoğrafı serginin ilk fotoğrafı olarak kullanılmış. İmogen Cunningham’ın 1925 “Manolya”sı , Alexandr Rodchenko’nun 1922 “Shukhov kulesi” , Herbert Bayer’in 1932 “İnsani olarak olanaksız” adlı otoportresi John Hagemayer’in 1944 Salvador Dali’nin gençlik portresi sergiyi süsleyen diğer fotoğraflar. Başka kimler var derseniz Itse Bing Dancer , Margret de Patta, Edward weston’u sayabiliriz. Sergide fotoğraflar konulara göre ayrılmış. Portre, deneysel, Dokümanter, natürmort, perspektif ve abstreler ayrı ayrı bölümlerde sergileniyorlar. Yolunuz 7 mayıs 2017 ye kadar Londra’ya düşerse ve fotoğrafta ilgileniyorsanız Tate Moderndeki bu sergiyi kaçırmayın derim. Londra’da gezdiğim ikinci sergi Royal Academy of Arts’daki “Abstre ekspresyonizm” sergisiydi. Abstre ekspresyonism ikinci Dünya savaşının ardından 1940 larda New York’ta gelişen bir akım. Apolitik duygusal hatta nihilist bir akım olarak görülmekte. Daha çok kişisel bir akım. Jackson Pollock Mark Rocco Ermeni kökenli Gorky, Rotterdam’lı De Kooning gibi göçmenlerin başı çektiği bir depresyonun hakim olduğu bir akım. Ben daha çok bu akımın bünyesindeki fotoğrafçılara değinmek istiyorum. Daha çok ışıkla boyama düz abstre non-figüratif fotoğraflar. 1930 lardaki politik ve gerçekçi “fotoğrafta modernizm” akımından büyük bir fay hattı ile kırılma gösteriyor. Sanat yapma endişesi fotoğrafın önüne geçiyor. Fotoğrafçılar yukarda saydığım ressamlardan etkileniyorlar. Ressamlar da pek tanımadığınız bu fotoğrafçılardan etkilenmiş. aaron Siskind Frederic Sommer, Harry Callahan, Herbert Matter, Barbara Morgan ve Minor White
2 Ocak 2017ye kadar Royal academy of Arts da devam edecek bu sergiyi her sanatseverin ilgiyle izliyeceği bir sergi olarak görüyorum.

Fotoğraf dünyası nereye gidiyor?

Fotoğraf objeye mi dönüşüyor? Doğrudan fotoğraf ölüyor mu?

Bu ve benzeri soruları aklımıza getiren 18. Paris Fotoğraf Ayı (Paris Photo) (Paris Foto Fuarı) etkinliği oldu.

Takip edebildiğim kadarıyla Türkiye’den Şükran Moral’la Zimmerman Galeri, Yusuf Sevinçli, Silva Bingaz ve A4 Ofset Matbaacılığı festivalde bu yıl boy gösterdiler.

Bu muhteşem fotoğraf festivali için Paris’in tüm resim ve heykel galerileri de kasım ayı içinde fotoğraf sergileri yapıyor.

Biz de Türk Salı Fotoğraf Grubu olarak Rue de Seine’deki La Petite Galerie’de bir karma sergi açtık. Adı gibi kendisi de küçük galeriye ellerinde kocaman fotoğraf makineleriyle yüzlerce fotoğrafçı girip çıktı. Her yer fotoğraf tutkunu kaynıyordu.

ODAK NOKTA GRAND PALAİS: 35 ÜLKE, 143 GALERİ

Paris-Photo adı altındaki en büyük etkinlik Champs Elysee’de Grand Palais’deydi. 35 ülkeden gelmiş 143 galeri ve bu galerilerin temsil ettiği fotoğraf sanatçıları vardı. Bu yıl yeni davet edilen on ülke arasında Türkiye de yer aldı.
New York’un ünlü modern sanat müzesi MoMa özel bir salonda son iki yıl içinde koleksiyonuna kattığı yeni fotoğrafları sergiliyordu. 1930’lu yıllarda fotoğraf almaya başlayan müze fotoğrafın icat edildiği günden bugüne fotoğraf sanatı tarihine ışık tutacak eserlere sahip.

1860-1910 ASYA TEMASI

Paris-Photo Festivali’nin özel konuları arasında 1860-1910 yıllar Asya’sını yansıtan ilk fotoğraflar da vardı. Yine herkese açık özel bir bölümde, önemli fotoğrafçılar, fotoğraf tarihçileri ve yazarları, genç blog yöneticilerinin verdiği konferanslar ve yuvarlak masa toplantıları düzenledi. Bu noktada, Beşiktaş belediyesinin katkılarıyla bu yıl birincisi düzenlenen İstanbul Fotoğraf Festivalinin de geleneksel hale gelip Paris-Photo seviyesine ulaşmasını diliyoruz.

18. Paris-Photo Fuarı: Fotoğraf dünyası nereye gidiyor? 1

(Nicolo Degiorgis’in Paris Photo Fuarı’nda 10 bin dolarlık özel ödülü kazanan ‘Gizli İslam’ başlıklı fotoğraf kitabından bir kare)

GİZLİ İSLAM’A ÖDÜL

Festivalde ayrıca 2014 yılında yayınlanmış fotoğraf kitapları sergileniyordu ve en iyisine 10 bin dolar ödül verildi.

16_hidden_islam_03Kazanan, “Gizli İslam” adlı kitabıyla Nicolo Degiorgis oldu.

Geçen yıl 50 bin kişinin katıldığı festivale bu yıl ilginin daha fazla olacağı tahmin ediliyor. Festival 1-3 Mayıs tarihleri arasında Los Angeles’e yolculuk yapacak ve okyanusu aşamayan Amerikalı fotoğraf severlerin gönlünde taht kurmaya çalışacak.

FAS SARAYI’NDAKİ KADIN: 3.6 MİLYON TL.

Bir fotoğrafın on binlerce avroya alıcı bulduğu bu ortamda 1,2 milyon euro’ya (Yaklaşık 3.6 milyon TL:) fotoğraf da mevcuttu. Hamilton Galeri, Irving Penn’in ‘Fas Sarayı’ndaki Kadın’ adlı orijinal bir fotoğrafına bu rakamı istemekten hiç çekinmedi. Fotoğraf koleksiyonerlerinin, fotoğraf sanatçıları ve galeri sahipleriyle buluştuğu bu ortam dünyanın dört bir köşesinden binlerce fotoğraf severi kendisine çekmekte. Bugüne kadar Amerikalı ve Avrupalı olduğu bilinen fotoğraf koleksiyonerlerine bu yıl Hint ve Çinli meslektaşların da katılmış olduğu anlaşılıyor.

Bu yıl ünlü Baubourg güncel sanat müzesinde bir fotoğraf bölümünün açılması haberi de bu festival sırasında geldi.

LOUVRE’DA FOTO FEVER

Grand Palais’deki bu büyük fotoğraf şölenine uydu festivaller de eşlik ediyor ki bunların başında Louvre Piramidinin altındaki salonlarda daha genç ve marjinal sergilerin yapıldığı Fotofever Festivali’ni sayabiliriz.

Her iki festivalin bazı standlarının tamamen fotoğraf kitaplarına ayrılmış olması başka bir güzellik olarak karşımıza çıktı. Dünyanın en önemli fotoğraf sanatçılarının güzel basılmış kitaplarına makul fiyatlara ulaşmak mümkün oldu.

Dünyanın 26 en önemli fotoğraf kitabı, yayınevi Paris-Photo’da yerlerini aldı. Kısaltılmış adı MEP olarak bilinen Avrupa fotoğraf evinde Tim Parchikov’un Suspense adlı sergisinin yanında İspanyol devlet sanatçısı unvanını alan hocam Alberto Garcia-Alix’in son yıllardaki işlerinden oluşan bir sergi vardı.

Her ikisi de oldukça etkileyici idi. Garcia-Alix, arkadaşlarının yüzde 80 inini eroinden kaybeden bir fotoğrafçı olarak bütün hüznünü fotoğraflarına yansıtmıştı. Parchikov’un gizemli gece fotoğrafları da bir o kadar etkileyici idi.

WİNOGRAND SOKAK FOTOĞRAFLARI

Louvre Müzesinin bahçesinin Concorde Meydanına bakan ucundaki Jeu de Pomme, yıllardan beri tamamen fotoğrafa ayrılmış bir mekan. Garry Winogrand adlı ünlü Amerikalı sokak fotoğrafçısının sergisi 1,5 saatte geziliyor ve insanı hayran bırakan ve düşündüren fotoğraflarla dolu bu sergiyi keşke bir kez daha gezsem dedirtiyor. Bu sergiyi fotoğrafseverler yağmur altında 1,5 saat kuyruk bekleyerek gezdiler.

18. Paris-Photo Fuarı: Fotoğraf dünyası nereye gidiyor? 2

(Egglestone’dan bir kare. Efendi ve şöförü)

EGGLESTON RENKLERİ

adyn_and_jasper

Robert Capa ile birlikte Magnum fotoğraf ajansını kuran Henri Cartier Bresson, fotoğraf dünyasında 1950’li yılların Paris’ini en güzel yansıtan fotoğrafçı olarak biliniyor. Öldükten sonra adına kurulan vakfın binasında halen 75 yaşındaki Amerikalı William Eggleston’un sergisi vardı.

Zamanını renkli karelerle bugüne taşıyan sıradan sahneleri ile meşhur Eggleston bu sergisiyle ve insanı uzun uzun düşündüren sanat eserleriyle hayranlarıyla buluşuyordu.

18. Paris-Photo Fuarı: Fotoğraf dünyası nereye gidiyor? 3

Biz Türkiye’den Salı Grubu Fotoğrafçıları olarak en çok fotoğrafa verilen değeri görmekten ve fotoğraf sevgisinden etkilendik.

Fotoğrafın sanata giden bir yol olarak kullanıldığını görmek, çeşitli sanatsal objelerde fotoğrafın kullanılıp ve bu festival kapsamında sergileniyor olması gözümüze fotoğrafa yeni bir yaklaşım olarak göründü. Tabii ki fotoğrafların baskı kalitesi, fotoğraf çerçevesi ve kaplamaların üstün nitelikli olması da gözden kaçmıyordu. Uzak doğudan çok sayıda galeri ve fotoğraf sanatçısının festivale katılmasını da dikkatle izledik diyebilirim.

Başkanlığını Magnum’un başarılı yöneticisi Julien Frydman yaptığı Paris-Photo festivaline önümüzdeki yıl tekrar katılabilme dilekleriyle…parisphoto-2014-affiche

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Curnonsky et son ami le docteur André Robine. Photo extraite de Simon Arbellot, « Curnonsky, Prince des Gastronomes », Paris, Les Productions de Paris, 1965.

Curnonsky arkadaşı doktor André Robine ile

CURNONSKY’NİN ‘5 BÜYÜĞÜ’NÜN İZİNDE

100 yıl kadar önce gastronomlar, yani yeme içme uzmanlarının ‘prens’i Fransız Maurice Edmond Saillant, Sorbonne Üniversitesi edebiyat bölümünü bitirip ‘La vie Parisienne’ adlı dergide yazmaya başladı. Edebiyat düşkünlüğünü kendisine sürekli hikayeler okuyan anneannesinden almıştı. Yazılarının sonuna Latince “Neden olmasın?” anlamında ‘Cur Non?’ diye imza atmaktaydı. O dönemin modasına uyup, Rus donanmasının Fransa’yı ziyareti sırasında, bu mahlasın ardına Sky ekleyerek adını Curnonsky olarak tescilledi.
Çok rahat slogan yaratabilen muzip bir kişiliğe sahipti. Örneğin, kendisinden, margarinlerine slogan yaratmasını isteyen bir şirkete “Hiçbirşey tereyağ gibi değildir” sloganını yollamıştı. Bunun temel nedeni yeme içmeye çok düşkün olması ve doğal lezzetlerin bozulmasına tahammül edememesiydi. Bu konuda, çağdaş Fransız mutfağının temel kurallarını koyan ünlü Escoffier üstadın tam tersini düşünmekteydi. Oysa Escoffier, Fransız mutfağına değişik lezzetli sosların, değişik sunum ve isimlerin girmesini sağlayan kişidir.
Curnonsky çok satan romanlara imza attıktan ve uzak doğuya gidip bölge mutfağını tanıdıktan sonra kendini yeme içme üzerine yazmaya verdi. 32 ciltlik Fransa yeme içme atlasını ve ansiklopedisini hazırladı. Öğlen uyanır, tek öğün yemek yerdi. Ama ne yemek!! 1927 yılında kendisine Gastronomların Prensi ünvanı layık görüldü.
Her yeme içme uzmanı gibi Curnonsky de şarapla ilgilidir. Fransa’da ‘Appellation d’Origine contrôlée (AOC) diye bilinen ‘kontrollü köken adlandırma’ yasalarının yeni uygulanmaya başladığı dönemde, Curnonsky dünyanın “En Büyük 5 Beyaz”ını tanımlar. Bunu belli ki 1855 yılında Bordeaux şarapları için kurulan ‘Grand Cru’ sistemine benzer bir hiyerarşik düzen kurmak için yapmıştır.
Beş beyaz büyüğün başını Sauterne bölgesinden Chateau d’Yquem çeker. Bourgogne’dan Montrachet, Anjou’dan Coulée-de-serrant, Rhone vadisinden Chateau Grillet ve Jura bölgesinden Chateau-Chalon listeyi tamamlar. Bu şarapların çok iyi oldukları zaten bilinmektedir, ama Curnonsky’nin onları öne çıkartması yeni bir yaklaşımın işaretidir.
Bugün şarap dünyası çok farklı bir yerde. Ancak Curnonsky’nin bu beş büyüğünü belirli bir sırayla aynı yemekte, uygun eşleşme sağlayarak içme düşüncesi bazı şarapseverlerin ulaşılması zor fantazileri arasında bulunmaktadır. Yeme içme düşkünü Monacolu bir dostum mahseninde yıllardır sakladığı bu beş beyazı doğum gününde sevdiği 12 kişi ile paylaştı.
Bu şaraplarla en iyi eşleşebilecek yemekleri üç ay boyunca Michelin yıldızlı bir şefle çalışarak belirledi. O masada ben de vardım.

Bu beş beyazı bir araya getirip de onlarla en güzel uyumu sağlayacak yemekleri uzun bir çalışma süreci sonucunda hazırlayan Somelier Alain Jaspard’ın masasında yediklerimizin tadı damağımızda kaldı, tahmin edeceğiniz gibi. İşte 8 şubatta Nice şehri yakınlarında 2  Michelin yıldızlı restaurant Moulin de Mougin’de yediklerimiz…

Aperifif olarak S de Salon içildi. Bu şampanyanın özelliği 90 sene içinde 40 kez piyasaya verilmesi. Nedeni de en mükemmeli arayan üreticinin ürününden her zaman yeteri kadar memnun kalmaması. Tek bağ, tek yıl ve tek üzüm’den üretilerek diğer şampanyalar arasında zaten farklı bir yere sahip olan bu güzeller güzeli köpüklü arkadan geleceklerin habercisi gibiydi.

Şarap ve yemek eşleşmesi bilimsel temelleri olamasına rağmen tartışmalı bir konudur. Renklerle zevkler tartışılmaz kadar keskin bir konu olmasa da zaman zaman insanları birbirine düşürür. Örneğin “Balıkla kırmızı şarap içilir mi?”  sorusu köktencilerle anarşistleri kanlı bıçaklı kavgaya tutuşturmaya yeter de artar bile.

Biz yediğimiz yemeklere dönelim ve ilk şarap olan Chateau Grillet 2009 a eşlik eden antreye bakalım. Aynı tabakta küçük porsiyonlar olarak verilen üçlemeyle karşı karşıyayız. Çok ince dilinmiş portakal kabuklarıyla bezeli deniz kestanesi çorbası, buharda pişmiş tarak ve enginar yaprakları, kadehteki Condrieu üzümünden yapılmış şarapla mükemmel bir uyum sağladı. Tek başına içilfdiğinde gizemli bulduğumuz bu Cote du Rhone bölgesi şarabı yemekle birlikte tadıldığında damakta büyük bir patlamaya neden oldu.

1994 Coulée de Serrant muhteşem bir renk ve yoğunlukta karşımıza çıktı. 2.ci antre  ise deniz örümceği çorbası, istiridye kreması ile süslenmiş salsifis ve maydonozlu iri deniz bıçağı? yedik. Biyolojik usüllerle üretilmiş bu Savennieres apelasyonu ile yemeğin eşleşmesi masanın etrafındaki 12 kişiden tam not aldı. İkinci raund da oybirliği ile kazanılmıştı.

Sıra ünlü Burgonya şarabı Montrachet’ye gelmişti. Bu safhada deniz mahsüllerinden beyaz piliç etine geçiş oldu. Fransanın ünlü Bresse pilici Albufera sosu ile servis edildi. Bu sos Albufera dükü Louis Gabriel Suchet ile ilişkilendirilir. Çektirilmiş konsome ile deglase bir sos olup 1815 yılında tanımlanmıştır. Montrachet bu özel ve güzel piliçe çok yakışmıştı. Uyum mekemmeldi. Yemeğin sonuna yaklaşılmış masaya 1989 yılı bir Chateau Chalon arzı endam etmişti. 25 yaşındaki bu şarap 34 aylık Compte peynirini biraz ezmiş olsa da masadakilere unutulmaz bir gastronomik deneyim yaşatmış ve hafızalarımızda önemli bir yer almıştı.

3 saat kadar süren bu şölen limon krema acı portakallı pralinli bisküvit ve cepe mantarı dondurması ile bizi deneysel bir yeme içme macerasına taşıdı. 32 yaşındaki oğlumdan 10 yaş daha yaşlı efsane beyaz olan Chateau d’Yquem’ e öyle bir yakıştı ki tadı yiyenlerin damaklarında kaldı.

Curnunsky’nin ruh şad olurken bizlere de afiyet oldu.

omur__2014_00004.jpg

30’lu yaşlar… Paris hastanelerinde doktorluk yapıldığı, yaşamın heyecan dolu, Manş Denizinin de göze okyanus kadar büyük geldiği yıllar.

1984 yılının bir akşam üzeri Paris’ten otobüse biniyoruz. Hafta sonunu Londra’da geçirmek üzere olmanın neşesi var üzerimizde. Öğrencilik halleri uçağa binmemize izin vermiyor. Otobüs akşam Pas de Calais’ye varıyor. Howercraft denilen hızlı arabalı vapura bineceğiz. Gözümüze büyük ve güvenilir geliyor. Manş Denizi geçilecek. Gemi kalkar kalkmaz hayal kurmuş olduğumuzu anlıyoruz. Manş Denizi kudurmuş, azgın dalgalar bizi yutacak sanki. Bir o yana bir bu yana sallanıyoruz. Kimi düşmemek için direklere tutunuyor, kimi korkusunu yatıştırmak için kumar makinelerinin kollarını çekiştirmeye devam ediyor. İçleri dışlarına çıkmış bazıları da perişan halde.

Sabah çok erken saatte Dover’de otobüs gemiden iniyor ve bizi Victoria otobüs terminaline bırakıyor. Kahvaltı için girdiğimiz basit büfede “Two yumurta, please” talebime  kıbrıs aksanıyla “Nasıl pişsin abi” cevabı uyanmamıza yardımcı oluyor.

Şaşkınlığın 30 yıl önce Victoria otobüs garında kaldığını sanıyordum. Oysa 30 yıl sonra Paris’te Gare du Nord’dan bindiğim Eurostar treni ile Eurotunel’den geçerek iki saatte Londra’ya gelişim de benzer şaşkınlık içinde geçti. Yine 20 yıl önce sefere başlayan bu tren, o küçük ama sürekli dalgalı Manş Denizinin altından geçip sanki Paris’in bir banliyösüne gidermişcesine Londra’nın göbeğine götürdü bizi. İlk kez bindiğim Eurostar ve Eurotunel’in 30 yıllık hikayesi oldukça ilginç. Bu yıl 30’uncu kuruluş yılını kutlayacak. İlk seferini François Mitterand ve Kraliçe Elisabeth birlikte yapmışlardı. Bugüne kadar milyonlarca insanın geçtiği bu tünelden arabalar, kamyonlar da geçebiliyor. Başlangıçta yıllarca zarar eden Eurotunel şirketinin hikayesi bugün başarı hikayesi olarak okunabilir. Genel kurullarında sürekli olay çıkan ve her yıl milyonlarca euro zarar eden şirketten aldıkları hisseleri sabırla saklayan hissedarlar bugün keyif içinde karlarını hesaplıyorlar. 10 yıl kadar şirketin başına getirilen CEO’nun başarılı manevralarıyla büyük zararda olan şirket bugün karına kar katıyor. Son proje Londra’nın diğer önemli Avrupa şehirlerine bağlanması. Mali açıdan Avrupa Birliğine girmeyi kabul etmeyerek ne kadar akıllı bir iş yaptığını kanıtlayan İngiltere şu anda Brüksel’e de bağlı. Sırasıyla Lyon, Marsilya ve Cenevre de yakında sisteme girecek.

Paris’ten trene binmeden önce kimlik kontrolünden geçiyorsunuz, hemen arka tarafta sizi İngiliz pasaport kontrolü bekliyor, onu da geçtikten sonra Londra’da herhangi bir kontrol yok. İstasyondan elinizi kolunuzu sallayarak çıkabiliyorsunuz. Dönüş ise daha kolay. Londra’daki Fransız pasaport kontrolünü geçince başka bir kontrol yok. Süratli tren sizi Paris’in göbeğinde indiriyor.

Kuruluş etkinlikleri arasında 8 sanatçıdan istenen bu yıldönümü için özel 8 eser Print Club tarafından satışa çıkartıldı. Biz en çok Lucille Clerc’in Big Ben saati ile Eyfel kulesini buluşturan deseni ile Rose Blake’in bekarlar partisini vurgulayan kalpler dolu eserini beğendik.

20’inci kuruluş yıldönümü için düzenlenen bekarlar partisi birçok bekar kadın ve erkeği büyük bir masanın etrafında topladı. Tapaslar yenildi, şarap su gibi aktı. Newington Caddesi’ndeki eski adı “ Oui Madame” olan La Culotte restorandan Manş’ın iki yanından gelmiş bekarlar çifter çifter mutluluk içinde ayrıldılar. Eurotunelle birlikte onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…

omur__2014_00146.jpg

Gittiğimizde hasat yağmur nedeniyle durmuştu. Hasatın son günüydü.

omur__2014_01145.jpg

Yıllar önce, bağ ve şarabın ülkesinde şarap bulunmadığı dikkatimi çekmiş ve bir yazı kaleme almıştım. 10 yıl sonra, yazıma olayın pek de öyle olmadığı cevabını yazan kişiyle tanışıp o bölgenin artık şarapla donandığını anlamak hoş oldu. Hem de bugünün koşullarında… Bir şarap sever olarak “şakacıktan” buna izin veren yönetime “şakacıktan” teşekkür etmek gerek diye düşünüyorum.

omur__2014_00211.jpg

Helen dilinde ‘oine’ üzüm kütüğü, ‘oinos’ da şarap demektir.

omur__2014_00305.jpg

Anadolu’nun          İ.Ö. 2000 yılındaki önemli dillerinden biri olan Luvi-Hitit dilinde ise ‘wianawanda’ bağı, şarabı bol olan anlamına gelir. ‘Wianawanda’ Helenleşme döneminde ‘oinoanda’ya dönüşmüş ve böylece şehrin adının ve şanının şarapla ilgisi bozulmamıştır. Bu antik şehrin bugün Xantos yakınlarındadır. Fethiye’ye 50 km mesafedeki Xantos’ta şimdi bağların yerinde yeller esiyor. Ama biraz ötede, yıllar önce tarih kaçakçıları tarafından kaçırılıp sonra ülkeye büyük çabalarla yarısı geri getirilen sikkelerin bulunduğu Elmalı’da yeni bağlar kurulmuş. Bu arada dut ağaçlarına sarılmış bazı asmaların gövdelerinin metrelerce büyümüş olması bölge bağcılığının ne kadar eskilere dayandığının da bir kanıtı. Elmalı’da evlerin çoğunda üç kat tırmanan asmalar, veya evlerin damında kurulmuş asmadan çardaklara rastlamak da çok sıradan. Asmasız, üzümsüz bir köşe görülmüyor kasabada. Bu bulgular bölgede çok köklü bir bağcılık geleneği olduğunun göstergesi. Bira gibi şarabın da tanrılara sunulduğu milattan önce yapılmış süslü testiler ve şarap çanaklarından anlaşılıyor.

omur__2014_00405.jpg

Bugün kasabanın yakın çevresindeki ovalarda ise yüzlerce dönüm bağlık alanlarla “Likya bağları” gezenlere göz kırpıyor. ‘Bizim üzümlerimizi ve şaraplarımızı tadın’ diyor. Biz de öyle yaptık. Likya şaraplarını bulduk ve zengin çeşitlerini tattık.

omur__2014_01093.jpg

Diyarbakır’da 5 bin kişiye iş sağlayarak yılda 500 bin şişe şarap üretecek tesise zamanında  ‘şarap günah’ diye elektrik çekmeyen zihniyet, bu turistik bölgede de izlerini gösteriyor. Turizm mevsiminde, bu eşsiz tarihi mekânları neden turistlerin “herşey” tatil köylerinde ucuz sofralık şaraplar içmek zorunda bırakıldığını ve neden bölgedeki zengin arkeolojik kalıntıları gezmediğini anlamak zor değil… Xantos yakınındaki Patara’ya gittiğinizde, restoranların ve bakkalların çoğunun alkol satmadıklarını fark ediyorsunuz Elmalı’da da 30-40 yıl önce 11 tane olan alkollü lokantaların yerlerinde yeller esiyor, bugün bir tane bile kalmamış. Yemeği sırasında yaşam boyun bir iki kadeh kaliteli şarap yudumlamaya alışmış bir Fransız veya İtalyan muhteşem Arikanda antik kentine gelip neden keyfini kaçırsın?  İstediği içeceği bulamayan turist, temiz bir tuvalet de bulamıyorsa, dünyanın en ilginç tarihi kalıntıları da olsa, artık o beldeye gitmiyor. Umarım çok geç olmadan bunu anlar ve gereken tedbirleri alırız

omur__2014_00614.jpg

.

Bu kadar yararlı bir besin maddesinin günah olması mümkün değildir. A, B1, B2 ve C vitaminleri ile, resveratrol denen damar koruyucu ve DNA’larda hasar önleyici madde içeren bu besini yere göğe koymamız gerekir. Kalsiyum, potasyum, sodyum ve demirden zengin bu besin, karaciğere ve kansızlığa iyi gelir, tansiyonu kontrol altında tutar, doğum kontrol haplarının yan etkilerini azaltır, böbrek ve bağırsakların çalışmalarını düzenler. Bu gıda maddesini yemek, içmek olsa olsa sevaptır.

Haydar Ergülen, “İnsan hayli üzgün bahçelerden geçmese / şiir yazar mı, üzümün tatlı sözlerinden / koparılmış gibi nişanlım bir üzgün şiir / yazıyor: Üzgün şarap olur karaüzümden / ezilmiş sözleriyle ya üzgün ruh n’olur?” demiş.

Haydar Ergülen, “İnsan hayli üzgün bahçelerden geçmese / şiir yazar mı, üzümün tatlı sözlerinden / koparılmış gibi nişanlım bir üzgün şiir / yazıyor: Üzgün şarap olur karaüzümden / ezilmiş sözleriyle ya üzgün ruh n’olur?” demiş.

omur__2014_00169.jpg

Likya şaraplarından bir demet şarabı tattık. 2011 Podolia Kalecik karası- Malbec kupajı. 4 ay fıçı görmüş bu şarapta Malbec kızılcık karasını örtmüş, ortaya farklı güzel bir melez çıkmış. Meyve aromaları ve tanenleriyle bizi sarmaladı. 2013 Pinot noir, yıldan yıla farklı özellikte ürünlerin az olması nedeniyle piyasada zor bulunduğu bu şarap güçlü tanenleri ve asiditesiyle uzunca yıllar eskitilebileceğini gösteriyor. 2011 Şiraz baharatlı ve siyah meyvelerin önde olduğu fıçıdan gelen hafif vanilya aromaları ile birçok şiraz severin gönlünde taht kurabilecek nitelikte. Benim favorim Cabernet sauvignon. Likya vineyards serisinden bu örnek fıçıdan gelen kızarmış ekmek vanilya, kırmızı ve siyah meyvelerin dengeli bir alaşımı ile az pişmiş bonfilemle zevkle yudumlayabileceğim ve mahzenimde bolca bulunmasını arzu edeceğim nitelikte bir şarap. Rahatlıkla 10-15 sene sofralarımı şenlendirecektir. Likya şaraplarının esas sürprizi, yeni bir Kalecik karası gibi bir efsane yaratmaya hazırlanan Acı Kara üzümü ile önümüze geliyor. Koyu mor renk sanki kadehe sıvanıp yapışıyor. Böğürtlen ve Tranboz kirazı Taflan lezzetlerinin baskın olduğu güçlü tanenleri ile birçok yeni ve değişik şarap arayışı içinde olan şarap severi fethedecek nitelikte. 2013 fıçıda beklerken ve 2014 de fıçıya girmeyi bekliyor. 2013 Boğazkere kadehte bir baujeaulais gibi taze meyve aromaları ile neşeli bir şarap. Teroir özelliklerinden ve vinifikasyonu nedeniyle farklı bir boğazkere olarak tadıldı. Boğazkere Kızılbel serisinde cabernet ile kupaja da girmiş, yumuşak tanenleri ile dikkati çeken bu şarabın 2012 yılında eser miktarde şekerinin kalması muhtemelen üzümün sıcaklara bağlı aşırı olgunlaşmasıyla ilgili. Cabernet sauvignon kadar beni etkileyen diğer şarap ise yine Kızılbel serisinin Merlot siraz ve öküzgözü kupajı oldu. Dengeli ve gizemli bu kupajın uzun bitişi bizi kendisine ağlaayn özellikleri oldu. Beyazlardan yüksek asitli sauvignon blanc ve isianda roze hem aperatif olarak hem de değişik deniz mahsüllerine eşlik edebilecek şaraplar olarak beğenimizi topladı.

Özet olarak Likya şaraplar tanen açısından güçlü, uzun yıllar yaşlanabilecek nitelikte ve fıçının şarabı ezmesine izin verilmemiş. Çoğu uluslararası ve ülkemizde madalyalarla taçlandırılımış, 26 değişik çeşitle her düzeydeki şarap severe hitap edebilecek, kalite fiyat dengeleri düzgün, değişik üzümleri, deneme bağları, dünyanın en eski bağlarının yetiştiği özel bir teruarda yetişmeleri ve başında da bu işe gerçekten gönül vermiş Burak Özkan gibi genç bir üreticinin hiçbir emekten kaçınmadan bu işi götürme arzusu dikkati çekiyor.

Bu yazı, yeni Türk şarapçılığının yüzünü ağartacak üreticiler arasına son 10 yılda bir yenisinin daha eklendiğinin ve bu ülkenin en eski bağ bölgesinde şahit olduğumuzun resmidir. Bir yandan tüm sorunlara, alkol yasaklarına rağmen gelişen şarapçılık diğer yandan buna tahammül edemeyen sürekli arıza çıkamaya çalışan bir yönetim. Bu filmin sonunu merakla bekliyor ve seyretmeye devam ediyoruz. Aklımıza 4. Murat geliyor, sessizliğimizi koruyoruz.

omur__2014_00633.jpg

beni iki kişi bırak 

biri ateş olsun sarsın 

biri bunu yangın sansın  H.E.

Hepsi oniki tane.. 12 adet kafa çifti. Hepsi ikiz.. Biri sağda biri solda duruyor. İşleri güçleri bizim mutluluğumuzu sağlamak. Dışardan içeri içerden dışarı çalışarak sadece bizi mutlu etmeye uğraşıyorlar.

Bizim de onları düşünüp, onlara yardım etmemiz, katkıda bulunmamızda yarar var. Böyle davranıldığında bilim adamları depresyondan kurtuluş olabileceğinin artık farkına vardıklarını ifade ediyorlar. Derin beyin uyarımı veya vagal sinir uyaranı da çok lafı edilmeye başlanan kavramlar arasında. Derin beyin derin devlet gibi değil hem de hiç değil. Beyin ve derin beyin vucudun diğer tüm parçalarıyla yakın ilişki halinde. Yaşamın gündelik olayları da tersine doğru yol alarak beynimi uyarıyor. Bu uyarılar bazı durumlarda tedavi aracına dönüşüyor.

Yeni tedaviler arasında beyinle dış dünya arasında ilişki kurmamızı sağlayan 12 kafa çiftinin ve beyinsapı yapılarının uyarılması teknikleri var. Biraz bu tekniklerden, biraz da bu teknikler dışında bu yapıları daha doğal ve yumuşak biçimde nasıl uyarabiliriz onlardan bahsetmek istiyorum

Birinci kafa çifti burnumuzun derinliklerinde bulunuyor, koku alma duyumuz bu sinir aracılığı ile çalışıyor ve bize ulaşıyor. Bugün aromaterapi alternatif tıp uygulamaları arasında kendisine çok önemli bir yer bulmuş durumda. Yaşlı bunama hastalarının nöropsikiatrik semptomlarını ortadan kaldırmada levanta yağı aromaterapisinin ne kadar yararlı olduğu bilimsel literatüre girmiş durumda. Bu konuda yazılmış çok makale var. Zararı olmadığını bildiğimiz bu tedaviyi denemekte ne zarar var? Uyku uyumakta güçlük çekenler veya gevşemek isteyenler levanta koklasınlar. “Ayılana gazoz bayılana limon” ; Deli Selim’in bestelerinden olan bu Türkçe Çingene havası, 1930-1940 yıllarının kanto melodilerindendir ve limonun bayılanlara ne kadar iyi geldiğini vurgulayan bir parçadır.

Koku ruhu ferahlatır, sevgilini kokusunu yatağınızda hissederseniz daha huzurlu uyku bulacağınız kesindir. İşte ilk kafa çiftimizin marifetleri bunlar. Bu sinir dışarıdan içeriye bilgi taşıyarak çalışır ve bizi mutlu eder.

İkinci kafa çifti ise görme siniridir. O da dışarıdaki uyaranları beynimize yeni içeriye taşır, işte bu nedenle güzel şeyler bakarak gönlümüzü hoş edebiliriz. İşte yine bu yüzden “ Güzele bakmak sevaptır” diye de bir deyişimiz vardır.Ancak bakmak başka şeydir görmek başka birşey.. İneklerinde trene nasıl baktığını hepimiz biliriz.

Üçüncü kafa çifti, dördünce ve altıncı kafa çiftleri aile gibidirler. Üçü de çeşitli göz hareketlerinden sorumludurlar. Bu kaslarımızla “Clark”  atılır, bu kaslarla göz süzülür. Çalıştıkları zaman oluşan göz hareketleri ile olumsuz yaşantılara, travmatik olaylara karşı hastaların duyarsızlaştırılmalarını sağlarlar. Yaklaşık 25 yıldır, ruhsal sorunların tedavisinde başarıyla uygulanan  bir psikoterapi tekniğidir. EMDR terapisinin başarısı Vietnam savaşı gazileri ve cinsel istismara uğramış kişilerle yapılan çalışmalarla kanıtlanmıştır. Bazı istemli göz hareketleri ile, kişinin aklından geçen rahatsız edici düşüncelerin yarattığı olumsuz duyguların azaldığı anlaşılmıştır. Bu kafa çiftleri çalıştıkları zaman beyin sapında muhtemelen oluşan uyaranlar olumlu etkiler yaratmaktadır.

Beşinci kafa çifti yüzümüzden gelen dokunma hislerini beynimize taşır. Uyarılması hoş duygular oluşturur. Yüz masajı yaptırdığınızda anlarsınız. Akupunktur da bu yolu kullanır ve psikolojik olarak semptomların azalmasında olumlu sonuçlar verir. Kadınların yüzlerine salatalık maskeleri uygulamaları, yumuşatıcı ve nemlendirici merhemler sürmelerinin altında bu gerçek yatar. Kadınların iç sıkıntılarına birebir gelir.  Hiç zararı olmayan bu yöntemi mutlu olmak isteyen herkese önerebilirim.

Yedinci kafa çifti yüz mimiklerinin oluşmasını sağlar. Duygular yüz mimiklerinin değişmesini sağlar, yüz kaslarının harekti de aynı şekilde duygularımızı etkiler. Bu sinirin duyuları taşıyan parçasıda tad alma ile ilgili olup, dilden beyne yolculuk yapar. Hem de ne yolculuk, 15 cm kadarlık mesafe insanı dünyanın bir ucunu bırakın bazen uzaya kadar götürür getirir. Damak zevki gelişmi kimselerin mutlulukları sadece piknik yapılarına ve kilolarına bağlanamaz. Dil-damak ekseninde yoğun trafik yaşayan tad duyları insana cennetin kapılarını gösterir. İşte bu nedenden “Yeme de yanında yat” denilir.

Sekizinci kafa çiftinin uyarılması 35 yıldır tam işitme kaybı olan özürlü kişilerde uygunan bir yöntemdir ve bugün artık tamamen kendini kanıtlamıştır. Doğal yollardan uygulandığında müzik, güzel sözler insanda olumlu duygular yaratırken, gürültü mutsuz eder, uzun sürerse depresyona sokar. Bazen “sessiz”liğin sesi bile insan için mutluluk kaynağıdır.

Sekizinci kafa çiftinin bir parçası olan denge siniri ise uyarıldığında başımızın ve vücudumuzun yerini ve hareketlerini beynimize bildirir. Dengeyi sağlar. Olumlu uyarıldığında yani beşik sallanmasında, hamakta, yoga hareketleri sırasında mutlu ederken, olumsuz uyarıldığında baş dönmesi ve bulantı- kusmaya neden olur.

Dokuzuncu kafa çifti boğazımıza gider, boğazımızdan gelir. Yutma, yutkunma işleriyle uğraşır. İç sıkıntısı olan kadınlara “ boğazımda bir şeyler düğümleniyor, yutuyorum yutuyorum, yutamıyorum” dedirtir. Yeme içme zevkinin gelişmesine de katkısı olur. İşte bu nedenle yeme içmeyi seven insanlar yeni tadlara, yeni zevklere daha açıktır

bd380c81db012b113b6ab112b847e52b_medium.jpg

Yani kısaca yedinci ve dokuzuncu çiftler bizi gastronom bile yapar alim allah..

Onuncusu, sonuncu değildir ardından 2 tane daha gelir. Ama onuncu kafa çifti çok öenmlidir. Son yıllarda elektrik verilerek uyarılmasının depresyone iyi geldiği anlaşılmış ve bu konuda büyük bir ümit kaymağı olmuştur. kalp ve barsakların parasempatik sinir sistemini etkilediğinden barsak çalışmalarını hızlandırır. Bu sinirinizi uyarmak istiyorsanız bolca antreman yapın. Spor, yoga ve meditasyonun bu siniri uyardığını unutmayın.

Onbirinci kafa çifti kafayı ön arkaya iter çeker, baş hareketleriniz, kafa çevirme, esnetmenin bu siniri uyarıcı etkisi vardir. Yani mutlu olmak için yine spora dönüyoruz. Spor spor spor…

Geliyoruz sonuncusuna, bizim zon yıllarda uyku apneli hastaları iyileştirmek için üzerinde çalışığımız onikinci kafa çifti işte karşınızda. Dilimizi oynatmaya yarayan bu sinir konüşma, yeme içme, şarkı söyleme ve daha başka birçok zevk veren işlerde çalışır. Ülkemizde çok az sayıda var olan ses terapistleriyle çalışmak, ses terapisi almaksadece sesimizin güzel çıkmasını sağlamaz bir de üstüne üstlük duygusal dünyamızı daha güzelleştir ve bizi mutlu kılar.

Özet olarak derin beynin değişik yollarla uyarılması ruh dünyamızı daha sağlıklı yapar, kafa çiftlerimiz de buna aracılık yapar, yol verir. Kafa çiftleri mutluluğa giden otoyollardır. Onları kullanın, yolunuz açık olsun.

‘ÜÇÜNCÜ BAHAR’ DİNAZORLAR SİTESİ Mİ? YOKSA İDEAL BİR YAŞLILAR KÖYÜ MÜ? YA DA ÜTOPYA MI?

Ankara Fen Lisesi mezunu bir grup arkadaş iki binli yılların başında bir araya geldi ve olgunluk dönemlerini nerede, nasıl geçireceklerini düşünmeye başladı. Çocukları erken yaşlarında ülkenin, hatta dünyanın çeşitli yerlerine dağılıyordu, kendileri için onların hayatlarını zora sokmak istemiyorlardı. Ayrıca, ülkedeki ileri yaşa yönelik kurumlar yalnızca sayı ve kapasite açısından değil, nitelik olarak da yetersizdi. Bu yüzden “Bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşcesine” bir olgunluk dönemi yaşamak için yola çıktılar.

2015 yılındaki son duruma göre ortada AFL mezunlarını, yakınlarını ve dostlarını bir araya getiren 111 ortaklı bir kooperatif var. Arsa 2006 yılında alındı, 2007’de işletme binası inşa edildi, iki bin zeytin fidanı, 500 kadar meyve ve bir bağla faal haldeki tarım işletmesi sürekli gelişiyor. Konutlar ve sosyal tesisler için yerleşim projeleri hazır. 2016’da temeller atılarak inşaata başlandı. 2019’un hemen başında köye yerleşme planlanmış durumda. Temel amaç olgunluk döneminin huzurlu bir ortamda geçirilmesi ve yaşam kalitesinin yüksekte tutulması.

Kooperatif kurulmasındaki amaç ise ileri yaşa özgü talep ve ihtiyaçlara göre planlanmış, oturanların yönettiği, bireye ve çevreye saygılı, kollektif olanakları olan küçük bir yerleşim yeri kurmak. Ancak köyün kurulmasından öte bu niteliklerin sürdürülebilmesi önem taşımakta. Çeşitli seçenekleri gözden geçirerek, en uygun çatının kooperatif olduğuna karar verilmiş. Mevcut kooperatif tipleri hedeflerimizi tam karşılamadığı için resmi makamlarla yazışarak yeni bir ‘tip sözleşme’ yazılmış, 2006’da Türkiye’nin ilk ve tek “yapı ve işletme kooperatifi” kurulmuş. Sözleşmeye göre konut ve tesisler için ortaklara tapu verilmeyecek, tüm mülk, kooperatif tüzel kişiliğine tapulanacak. Ortaklar konutu değil, ortaklık hisselerini miras olarak bırakabilecek. Hissesini bir başkasına devretmek isteyen bir ortak bunu ancak yönetim kurulunun onayıyla yapabilecek.

Kooperatifin yeri ise baştan beri İzmir’den çok uzaklaşmak istemeyen ortakların genel arzusuna bağlanmış durumda. Çeşme-Urla yarımadası içinde yer aranmış. Ayrıca ‘denize çok uzak olunmasın, ama deniz kenarında da olmasın’ düşüncesi ağır basmış. Çünkü deniz kenarındaki arazilerin kaderini önceden tahmin edilemeyecek faktörler belirliyor. Çok sayıda araziyi gezilip görülmüş, sonuçta şimdiki yerimizde karar kılınmış. Toplam 146,000 metre kare tutan araziyi satın aldıktan sonra Seferihisar’ın “Sakin Şehir” (CittaSlow) olması seçimi daha değerli hale getirmiş.

Kooperatif başkanının Semih Kumbasar soruları da şöyle cevaplıyor…

•Üçüncü Bahar’a aynı zamanda ticari bir proje denebilir mi?

Kesinlikle hayır. Çünkü her ticari kuruluşun amacı kâr etmektir, bu durumda riskten kaçınmak mümkün değildir. Bu kooperatif ortaklarına para değil huzur ve güven vaat ediyor. İşletmemizin amacı küçük çapta kontrollü tarım yaparak masraflarımıza destek olmak, köyde yaşayanların sağlıklı beslenme ihtiyaçlarına yardımcı olmak ve hobi bahçeleri oluşturmakla sınırlıdır. Kooperatif ortaklarımıza daha katılmadan şunu hatırlatıyoruz: Sözleşmemiz kooperatif hissesi üzerinden spekülasyon yapmalarına izin vermeyecek şekildedir. Hisseleri sonradan yüksek fiyatla devretmeyi planlamayı kesinlikle önermiyoruz.

•Nasıl bir köy kuruluyor?

Özetlemek gerekirse;
(1) köyde fiziksel yapılar, sosyal ortam, doğal çevre ve idari düzenlemeler, hem zamanımızın, hem de ileri yaşlarımızın ihtiyaçlarına ve oturanların talepleri düşünülerek planlandı.Mimari Projemizde, altı otopark olarak düzenlenmiş 2 katlı ve asansörlü bloklarda yapılacak olan DAİRE TİPİ KONUTLARLA, TEK KATLI, BAHÇE İÇİNDE TEK KATLI KONUTLAR İNŞAA EDİLECEKTİR.BUNLAR, eşiksiz, verandalı ve kullanımı kolay biçimde inşa edilecekler. Yollarda eğim yüzde beşten az olacaktır. BU AMAÇLA;
a-12 adet A tipi: Brut 71 Net 53 M.Kare 1+1 daire,
b-12 adet B tipi: Brut 112 Net 78 M.Kare 2+1 daire ve ayrıca
c-87 adet C tipi: Brut 120 Net 76 M.Kare 2+1 bahçeli, tek katlı ev olarak, toplam 111 adet konut ve ortaklık oluşturulmuştur.
Ayrıca toplam 3,650 M Kare ihtiyaç listemiz ve mimari projemizde belirtilen sosyal tesislerle idari bina ve lojman inşa edilecektir.

(2) “Sosyal ortam” için köy sakinleri günün büyük kısmında bir arada bulunabilecek, taleplerine göre briç, sinema, dans gibi çeşitli (hobi) kulüpleri kurulacak, faaliyetler organize edilecek.

(3) “Doğal çevre”; hem gündelik yaşamda doğayla “dost” ve iç içe olmamızı, hem de hobi bahçeleri yoluyla zamanımızı toprakla uğraşarak geçirmemizi sağlayacak şekilde düzenlenecek.

(4) “Yönetim ve işletme”, güvenlik, birinci basamak sağlık hizmeti, temizlik vb. işler kooperatifimizce sağlanacak. Ortaklar giderlerinin karşılanması için tahminen en düşük SGK emekli maaşına yakın bir miktar aidat ödemeye devam edecekler ve kooperatif yönetimine aktif olarak katılacaklar.

•Ortak olmak için Ankara Fen Lisesi mezunu olmak şart mı?

Hayır. Kurucular ve ortaklar arasında A.F.L. mezunları çoğunlukta olmakla birlikte aramızda akrabalarımız, üniversite arkadaşlarımız ve dostlarımız da var. Ortak kabulünde, A.F.L. mezunu olma şartı aramıyoruz. Önemli olan kooperatifin amacını ve planladığı “yaşam biçimini” içtenlikle benimsemektir.