Nereye kadar ilham, sahtecilik nerede?

 

 

Sanatta Sahtecilik: Bir Takıntının Tarihi

Ortaçağ ressamı ve biyografi yazarı Condivi, kendi döneminde Michelangelo üzerine biografi yazmıştı. Aynı konularda yazan ve ilk sanat tarihi kitabının yazarı olarak bilinen meslektaşı Vasari ile birlikte, o dönemdeki sahtecilik konusu incelemişlerdi ancak bu konu  artık bayağı değişmiştir. Öyle ki, Rönesans’ın büyük yazarlarının ve on yedinci ve on sekizinci yüzyıllardaki doğrudan mirasçılarının sergilediği tutum, günümüz perspektifinden bakıldığında skandal olarak alınamasa  da biraz anlaşılmaz gibi görünmektedir. Bu yazarlara göre  sanatta sahtecilik bir sorun olarak görülmemekteydi. Komik değil mi? Aslında tuhaf bir şekilde, erken modern dönemin önemli eleştirmenleri ve akademisyenleri, bir sanatçının üslubunun  taklit edilmesini kınamak yerine övüyorlardı. Örneğin Vasari ve Condivi, bazı sanatseverlerin Michelangelo’nun eserlerinin orijinallerini saklamak için başka ressamlara kopyalarını yaptırmalarını anlatırken en ufak bir kınama göstermemişlerdir.

Sahtecilik tutkusunun Semptomları  :
Bu konu uzun süredir ilgi alanımdaydı. Özellikle ‘Stolen Art’ adlı dahiyane filmi seyrettikten sonra konua ilgim iyice arttı. Belçikalı yönetmen Simon Backes’in 2008 de senaryosunu yazıp yönettiği film sanatta sahtecilik ile ilgili binlerce soruya yol açmıştı beynimde. Nereye kadar ilham nereden sonrası sahtecilik? Sınır neredeydi? Thierry Lenain bu konuda çok güzel bir kitap yazmış. 2011 de yazdığı bu kitabın adı  ‘Art Forgery: The History of a modern Obsession’ . Kitap Reaktion Books yayınevinden çıktı.  Sanatta sahteciliği  “modern” bir kavram olarak tanımlıyor. İtalyan Rönesansı’ndan önceki hiçbir şeyin açıkça ve kesinlikle sanatta sahtecilik olarak nitelendirilemeyeceğini savunuyor. Üslupta taklit, yapay eskitme ve sahte bir şekilde kökenleri konusunda yanıltmak için üzerinde uğraşılan sanat yapıtlarının ilk hikayeleri “modern zamanların” doğuşundan sonra olduğunu iddia ediyor. Bu ilk öykülere iyi bir örnek, Condivi ve Vasari’nin anlattığı ünlü anekdottur; Lorenzo di Pierfrancesco de’ Medici’nin önerisi üzerine Michelangelo’ya, “Uyuyan Aşk Tanrısı” adlı heykeli sipariş edilmişti. Eser daha iyi bir fiyata satılabilmek için yüzyıllarca toprağa gömülmüş gerçek bir antikaya benzetilmişti.

“Sanatta sahteciliğe karşı yeni bir tutum olarak ‘modern sanat’ ortaya çıkmıştır” diyebiliriz. Ludovisi Savaşı Lahdi, klasik Yunan dönemine ait önemli bir anıttır. Fransız uzman Alain Pasquier, bu lahit ile ilgili araştırmalar yapmış ve dünya genelinde çeşitli dönemlere ait birçok taklit eserin olduğunu keşfetmiştir. Bu taklitler arasında bazılarının British Museum’da sergilendiği belirlenmiştir. Bu lahitin kopyalarından oluşan sergi, bu tarzdaki ilk sergilerden biri olarak dikkat çekmiştir. 1955 yılında Grand Palais’de Mona Lisa taklitlerinden bir sergi yapılması bile durumun ne kadar traji komik olduğunu göstermektedir. Paul Eudel kendisi önemli bir kolleksiyoner olarak sahteciliğe savaş açmış ve bu konudaki en önemli eserlerden birini vermiştir.

Han van Meegeren’in hikayesi ise daha ilginç. 1889 – 1947 yılları arasında yaşayan Meegeren 20. yüzyılın en yetenekli sanat sahtekarlarından biri olarak tanınan Hollandalı bir ressam ve portre ressamıdır. Çocukken Hollanda Altın Çağı sanatına hayran olan Van Meegeren, bir sanatçı olma yolunda ilerledi, ancak eleştirmenlerin çalışmalarını yetersiz bulması üzerine intikam almak için 17. yüzyıl sanatçılarının eserlerini taklit etmeye başladı. Bu sahte eserler, zamanının en saygın sanat uzmanları tarafından gerçek olarak kabul edildi. En ünlü sahtekarlığı, 1937’de Fransa’da yaptığı ve Dr. Abraham Bredius gibi önde gelen bir uzman tarafından gerçek bir Vermeer olarak yanlış tanınan “Emmaus’ta Akşam Yemeği” tablosuydu. II. Dünya Savaşı sırasında, Nazi general Reichsmarschall Hermann Göring, Van Meegeren’den sahte bir Vermeer tablosu satın aldı ve bu durum savaştan sonra ortaya çıkınca, Van Meegeren ulusal bir kahraman olarak görüldü. Savaş sonrası, Hollanda’nın kültürel varlıklarını Nazilere sattığı gerekçesiyle tutuklandı ve ölüm cezasıyla karşı karşıya kaldı. Ancak, sahtecilik yaptığını itiraf ederek kendisini savundu. 12 Kasım 1947’de sahtecilik ve dolandırıcılık suçlarından mahkûm edildi ve bir yıl hapis cezasına çarptırıldı, fakat cezasını çekmeden 30 Aralık 1947’de kalp krizinden öldü. Van Meegeren’in, 1967 yılındaki para değeriyle 30 milyon ABD Dolarından fazla değerde sahte tablolar sattığı tahmin ediliyor.

Postmodern dönem, bu tür sahteciliklere daha toleranslı bir yaklaşım sergiliyor gibi görünüyor. Akademisyenler, bazı gerçeklerin reddedilmesi ve kabul edilmesi arasında bir ikilem yaşamış ve bu durum onlarda bir tür bilgiyle ilgili kaygıya neden olmuştur. Ancak, görünüşe göre bu tür çıkmazlar artık akademisyenler arasında aşırı tepkilere yol açmıyor.

Sanat eserlerinin estetik değerlerinin tarihsel ve kişisel belirleyici faktörler ışığında değerlendirildiği bir yaklaşım söz konusu. Bu paradigma, sanat eserlerini bir nevi “estetik fosiller” olarak görüyor ve sanat sahteciliğini bu çerçevede ele alıyor.

Postmodern dönemde sanat sahteciliğinin suç veya kültürel bir hastalık olarak algılanmasının ötesine geçilmesi gerektiği belirtiliyor. Postmodern görüş, sanat sahteciliğini farklı bir perspektiften değerlendiriyor ve bunun pratik yollarla ele alınması gerektiğini vurguluyor.

Sanat sahteciliğinde çok önemli örneklerden birisi ise 1872 Anvers doğumlu Jef Van der Veken’dir. Flaman Primitifleri’nin kopyalanması ve restorasyonu konusunda uzmanlaşmış Belçikalı bir ressamdır. Özellikle 1945 yılında, Jan van Eyck’in ‘Gizemli Kuzu’ adlı eserinin kopyasını yaptı. Bu panelin orijinali 1934’te çalınmış ve asla bulunamamıştı. Ayrıca, Jan van Eyck’in ‘Canon Van der Paele ile Bakire’ gibi birçok müze şaheserinin restoratörüdür. Uyguladığı ‘hiper-restorasyon’ ve pastiş teknikleri bazıları tarafından onun bir sahtekar olarak görülmesine yol açmıştır. Modern sanat dünyasının sahtecilikle olan ilişkisi ve bu konudaki çelişkili tutumlar da gözden kaçmıyor. Sahtecilikle ilgili modern tepkilerin genellikle çelişkili ve tutarsız olarak kabul edilmiş. Sanat eserlerinin “gerçek” ve “sahte” arasındaki ayrımının tarihsel bir olgu olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ayrımın zamanla daha karmaşık hale geldiği görülüyor. Artık sanat dünyası sahtecilik konusunda daha az duygusal ve daha objektif bir yaklaşım sergiliyor. Bu yeni yaklaşım, sahteciliği tarihsel bir perspektiften değerlendiriyor ve ahlaki yargılardan kaçınıyor.

Bu konunun daha çok su kaldıracağını düşünüyorum. Sahteciliğin sanat tarihi, estetik değerler ve modern sanat dünyası üzerindeki etkileri bana oldukça çok fazla gibi geliyor. Sanat sahteciliği konusundaki çeşitli perspektifleri ve bu alanın karmaşıklığına olan inancım iyice artmış bulunuyor. Konu, bir kalemde çizilip kestirilip atılacak bir konuya benzemiyor. Dolayısıyla ben de yargılamaktan kaçınmanın doğru olacağını düşünmeye başlamış bulunuyorum.