Don McCullin ve savaş fotoğrafçılığına dair…

 

“Son yıllarda savaşların kol gezdiği dünyamızda gerçek anlamda savaş fotoğrafçılığının durumu nedir?” diye sorarak başlamıştık yazımıza…

Hayatında hiç savaşa katılmamış bir fotoğraf sever olarak bu soruya yanıt aramam belki garip kaçabilir, savaşın ruhu ile ilgili derin bir yazı çıkarmam zor olabilir. Bu yüzden sorunun cevabını, savaş fotoğrafçılığı denince akla ilk gelen isimlerden İngiliz Don McCullin üzerinden aramaya çalışacağım. McCullin’in bizim için en önemli özelliği Kıbrıs’ta Rumların yaptığı katliam sırasında çektiği ve orada yaşanan vahşeti dünyanın gözü önüne seren fotoğraflardır

1935 doğumlu McCullin şimdilerde İngiltere’de gözlerden uzak çiçek böcek fotoğrafı çekerek huzuru arıyor. “Manipüle edildim ve manipüle ettim. Bu fotoğrafları çekerken suçluluk duydum. Suçluluk duymaktan yoruldum. Suçluluk duydum çünkü ölmekte olan adamın veya açlık çeken çocuğun yanından yürüyüp gidebiliyordum. Sonra da sürekli kendime ‘O adamı ben öldürmedim, o çocuğu ben aç bırakmadım’ demeye başladığımı fark ettim” diyen McCullin savaş fotoğrafçılığını dolandırıcılığa benzetir.

Londra’da doğan McCullin askerliği sırasında, 1956 yılında patlak veren Süveş Kanalı krizi nedeniyle, fotoğrafçı asistanı göreviyle bölgeye gönderilir. Hava kuvvetlerinin fotoğrafçısı olmak için gerekli yazılı sınavı geçemediği için de karanlık odada çalışır. Askerlik sonrası, fotomuhabirlik kariyerine başlar ve işsizleri, fakirleri, toplumun en alt tabakasından insanları, onların çektikleri acıları görüntüleyerek kendine yol çizer. Fakir bir ortamdan gelmiş, iyi bir eğitim alamamıştır belki ama ülkenin en iyi yayın kuruluşlarına fotoröportaj yapacak kadar kendini geliştirir. Fotoğraf her zaman insanın kendisini geliştirmesine de  yol açmaz mı zaten. Çektikçe hem fotoğrafınız gelişir hem de kendiniz.

1959 yılında Londra çeteleri hakkında yaptığı bir foto haber The Observer’da yayınlanır. 1966-1984 yılları arasında İngiliz The Sunday Times dergisi için çalışıp doğal afetler, savaş ve AIDS gibi hastalık kurbanlarını belgeler. Kıbrıs, Vietnam, Kamboçya, Kongo, Biafra, İsrail, Kuzey İrlanda gibi dünyanın her yerinden savaş kareleri çeker ve defalarca ödül alır.

Fakir ortamdan gelmesi, o insanların onurunu anlamasını sağlar. Biafra’da çektiği anneyi de bu onurlu duruşa örnek gösterir. Nikon marka makinesi Kamboçya’da, Atatürk’ün saati misali, hayatını kurtarır. Kurşun fotoğraf makinesine saplanıp kalır. Bu makine Londra’daki Kraliyet savaş müzesinde sergilenmiştir.

Cullin Tanrı tanımazdır ama bazı durumlarda “Tanrım beni bu durumdan kurtar” dediğini de itiraf etmekten kaçınmaz. Uganda’da İdi Amin’in askerleri tekme tokat kendisini hapisaneye götürürken veya Kamboçya’da top atışlarının altında kaldığında Tanrıya dua edip bu durumdan kurtulmak istemiştir. Ve kurtulmuştur da. Birçok gazeteci arkadaşını savaş alanlarında genç yaşta bırakıp dönmüştür. Örneğin Robert Capa 41 yaşında Vietnam’da mayına basarak hayatını kaybetmiştir.

Tanrı ile ilişkisi fotoğraflarına dini bir hava katar. Bunlar 20’inci yüzyılın ikonları olarak kabul edilebilir. “Izdırap çeken insanlar gökyüzüne doğru bakarlar, ben de işte bu anlarda deklanşöre basarım” der Don McCullin.

Karakterinin birçok yönünü çocukluk çağında aldığı travmalara bağlar. Doğrudur da. Çocukluk çağı İngiltere’nin Viktoria usulü sert yönetiminin son dönemlerine denk gelir. Sabahları kilisede hep birlikte dini şarkılar söyledikten sonra ayakkabıları boyasız diye veya başka bir nedenle dayak yedikleri dönemdir bu dönem. Bu nedenle kiliseden kopar. Medyada çalıştığı dönemde manipüle edildiğini fark eder. Kendisi de basının acı, ızdırap ve sefalet karşısındaki zaafiyetini farkedip basını manipüle eder. Bir seferinde ölü askerin baş ucuna karısının fotograflarını ve mektuplarını yerleştirdikten sonra çeker fotoğrafı.

Lübnan’da Sabra ve Şatila’daki katliam bardağı taşıran son damla olur savaş fotoğrafçılığını bırakır.

 

DUYGU ÖN PLANDA

Fotoğrafları Henri Cartier Bresson’un geometrik kompozisyonlarından çok uzaktır. Daha çok duygusal özellikler ön plandadır. Tek plandan çok bir kaç üçgen veya dairenin üst üste bindiği bir geometri söz konusudur.

McCullin ızdırap çeken kişinin duygularını hisseder. Bir nevi kendisini onun yerine koyar. Çenesi kırıldığı için konuşamayan askerin gözlerindeki “Bana yardım et” çağrısına, “Seni anlıyorum, sana yardım edebilmeyi isterdim” bakışıyla cevap verir. Bu askerin biraz sonra öleceğini bilir. Bu birazdan ölecek kişinin etrafındaki diğer fotoğrafçılara “Çekilin oradan, fotoğrafı bozuyorsunuz” diye de bağırabilecek bir ruh halidir bu. Diğer fotoğrafçılardan aldığı cevap da ilginçtir: “Kapak olursan şampanyayı birlikte içeriz.” Nasıl bir şeydir bu?

Fotoğraf bir insanın ruh halini bu kadar bozabilir mi? Ölmek üzere olan çocuğun başında bekleyen akbabanın fotoğrafını çeken Amerikalı Kevin Carter’i aklımıza geliyor. Somali’de bu fotoğrafı çekmiş Pulitzer ödülünü almış ama ruhu huzur bulamadığı için aynı yıl intihar etmiştir. Savaş fotoğrafçılığı, haçların üzerinde insanlar ölürken zar atan Romalı askerlerin durumuna benzemektedir.

McCullin bir gün Filistinli bir kadından bir tokat yer. İşte bu tokat kendisine getirir fotoğrafçıyı. Savaş fotoğrafı çekmeyi o anda bırakır. Daha önce gözlerinin önünde birçok infaz gerçekleştirilmiş olmasına rağmen fotoğrafı bırakmasına savaş alanında bir kadından yediği tokat neden olmuştur. Nasıl bir ruh halidir bu?

Savaş fotoğrafçılarının bazıları verdikleri röportajlarda fotoğraflarının kamuoyunu aydınlattığını, savaş karşıtlarını arttırdığını ve bu sayede yönetimlerin daha az savaş yapacaklarını umduklarını söylemektedirler. Ancak istatistikler her yüzyıl savaşlarda daha fazla insanın öldüğünü göstermektedir.

Gezi olayları sırasında çekilen o anlamlı fotoğraflar, olayları bastırma emri verenlerin

uykularını kaçırmaya yetti mi acaba yoksa “beter olsunlar oraya küçük bir alış veriş merkezi yapacaktık ona bile rahat vermediler” mi diye düşünüp huzur içinde derin bir uyku mu uyuduler bilemiyorm.

 

BU FİLMLERİ İZLEYİN

Savaş fotoğrafçılığı konusunu merak edenlere önereceğim üç önemli film var. Üçü de farklı tarzlarda ve farklı lezzetlerde. Birincisi Olivier Stone’un 1986 yılında çektiği ‘Salvador’. İki Oscar adaylığı var. Öykü El Salvador’daki devrim sırasında Amerikalı bir fotoğrafçının yaşadıkları üzerine kurulu. Diğeri ‘Under fire’ (Ateş Altında). Nick Nolte, Ed Harris ve Gene Hackman’ın üç gazeteciyi oynadığı, savaş sırasındaki başlarına gelenlerin anlatıldığı gerilim filmi. 1979’da Nicaragua’da diktatör Somoza’ya karşı direnenlerin mücadelesini ünlü fotoğrafçı Russel Price’ın gözünden izleriz. Üçüncü film bir Elie Chouraqui yapımı: Harrison Flowers. Pulitzer ödüllü Newsweek fotoğrafçısı Harrison Llyod, Yugoslavya savaşı sırasında kaybolur. Karısı öldüğüne bir türlü inanmaz, çılgın bir savaşın içinde fotoğrafçı olarak kocasını arar.

Telefon fotoğraf makineleri ile savaş alanlarından anında görüntülerin dünyaya aktarıldığı günümüzde cepheden fotoğraf çekerek hayatını riske atmaya ve savaş fotoğrafçısı olmaya gerek var mıdır? diye düşünmeden edemiyorum doğrusu. Ayrıca savaşlar olmasa savaş fotoğrafçıları da olmazdı sanırım. “Savaşa da son savaş fotoğrafçılığına da son” demek istiyorum.

Fotoğraf dünyasının da fotoğraf yelpazesinden savaş fotoğrafçılığının çıkmasına çok üzüleceğini sanmıyorum.

Suriye’de Humus’da savaş sırasında geçen yıl şubat ayında 28 yaşında ölen savaş fotoğrafçısı Remi Ochlik’e ve Marie Colvin’e ayrıca  tüm savaş kurbanı gazetecilere  de Tanrıdan rahmet diliyorum